Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
46,8469
Dolar
Arrow
40,5798
İngiliz Sterlini
Arrow
54,2381
Altın
Arrow
4339,0000
BIST
Arrow
10.642

Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi 'kapatmama' kararı (2008)

AKP’NİN KURULUŞ GERİLİMLERİ NELERDİ? 

Anayasa Mahkemesi Refah Partisi'ni laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu gerekçesiyle  kapatmış,  parti genel başkanı  Erbakan'a 5 yıl süreyle siyaset yasağı getirilmişti. Yerine  kurulan Fazilet Partisi de 22 Haziran 2001'de aynı gerekçeyle kapatıldı.

Bu son  kapatma  kararı  ve Erbakan’ın  yasaklılık durumu partinin  ikiye  bölünmesine   yol açtı: SP  ve AKP.  Bölünme meclise şöyle yansıdı:  Saadet Partisi  48, Adalet ve Kalkınma Partisi  51 milletvekili.  

ABD, soğuk savaşın bitmesiyle 1950’den beni  desteklediği merkez  sağ  partilere ilişkin stratejini değişti. Bu partileri belki  bilinçli bir şekilde çökertti.  Belki de  çöküşüne  seyirci kalmayı  tercih etti. Ben birinci yorumu daha  doğru bulurum. 

Eski  İBB Başkanı  Erdoğan AKP’yi  kurmadan ABD'de yeni muhafazakarlar (Neoconlar)  ile görüştü.  Onlardan onay aldı. Bu  Türkiye’nin  siyasi  tarihinde önemli eşiklerden biridir. Dilipak’ın da sık  sık  dile getirdiği gibi AKP,  Amerikan sağının  ve Yahudi  lobisinin   desteği ile kurulmuştu. Erbakan’a göre Erdoğan ve ekibi partinin arka kapısından  kaçıp Siyonizmin hizmetine girmişti.  

2002 seçimleri ekonomik bunalım ve siyasete güvensizliğin  dorukta  olduğu  bir ortamda  yapıldı. Bunu siyasal ilgisizliğin yüksek olduğu bir konjonktür olarak ifade edenler  var. 

İlgisizlik sözü yanlış olmalı. Siyasetten umudunu kesmek  belki daha doğru  olabilir. Neticede  kayıtlı  41 milyon seçmenin sadece 10.8  milyonunun yani %26'sının oyuyla AKP seçimi kazandı.  Parti sandık başına gelenlerin  %34.5’unun  oyunu almıştı. 

AKP kurucu genel başkanlığına Erdoğan getirilmişti. Erdoğan’ın genel başkanlığında ciddi   hukuki  sorun  vardı. Kendisi  yargı  kararı ile 5 yıllık siyaset  yasağı kapsamındaydı.  Anayasa ve Milletvekili Seçimi Kanunu Erdoğan'ın adaylığına engeldi. 

Dünya siyasi  tarihinde örneği  görülmemiş bir şekilde genel başkanı yasaklı   bir  parti seçimi kazanmış oldu. Sezer’in Abdullah Gül’ü başbakanlık görevine getirmesinin  nedeni buydu.   Seçimi  kazanan   partinin  hükümet kuracak bir önderi yoktu. 

Erdoğan'ın imdadına Deniz Baykal yetişti.  Erdoğan'ın milletvekili seçilmesine engel teşkil eden anayasanın 76. maddesi değiştirildi.  27.12. 2002 tarihinde Erdoğan muhalefetin desteğiyle milletvekili seçilme yeterliliğine kavuşmuş oldu.  TBMM’inde    sağlanan nitelikli çoğunluk buna yetiyordu. Sonra  hukuken izahı zor bir şekilde  Siirt  seçimleri  iptal edildi. Erdoğan milletvekili ve başbakan oldu. 

ERDOĞAN’IN  SORUNLU KURUCU  GENEL BAŞKANLIĞI 

Erdoğan’ın  yasaklılık koşullarında  partinin  kurucu genel başkanlığını  nasıl  koruyabildiği  izaha muhtaç bir konudur. Bunun hukuk  dışında  dinamikleri olmalı  diye düşünüyorum.  

 Hukuken açıklanması   bana göre   imkansız bir şekilde anayasa ve milletvekili seçimi  kanunu gereği milletvekili adayı olamayan Erdoğan partinin kurucu genel başkanı seçilmiş, kendisi aday olamamış,  partisi seçimi kazanabilmişti. 

2002 seçimlerinde  seçim yargısı, siyaset yasağı  süresi henüz dolmamış -yasaklı birinin genel başkan olarak seçim pusulasına girmesine  onay verdi.   Bu nasıl gerçekleşti ?  Bu  sonucun  bir çok bileşeni  olduğundan eminim. 

YSK  ve Anayasa Mahkemesi  nihai kararı verme yetkisini kendilerinde  görmediler.  İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ve Cumhuriyet Başsavcısı Sabih  Kanadoğlu’nun girişimleri muhatapsız kaldı. 

Doğu Perinçek’in, Erdoğan’ın  adının parti genel başkanı olarak seçim pusulasında yer aldığı seçimin “mutlak butlanla batıl olacağı” iddiası muhatap bulamadı. Hukuken  doğru bu teze ben de  katılıyorum.  

ERDOĞAN’IN  MEMNU HAKLARININ İADESİ  MESELESİ 

Erdoğan memnu haklarının iadesi için epey uğraşmış.  Üsküdar II. Ağır Ceza’dan iade kararı aldırmış. Halbuki memnu hakların  iadesi  için mahkumiyet kararını  veren mahkemeye müracaat etmek gerekli. 

Başsavcı Kanadoğlu, Erdoğan'la Ankara Palas’ta  Adli yıl açılış  resepsiyonunda karşılaşmışlar.  Erdoğan memnu haklarının iadesi  meselesini hallettiğini düşündüğünden epey keyifliymiş  Partiye başkanlık ve milletvekili adaylığı işini hallettiğini  düşünüyor olmalı. 

Erdoğan’ın vekilleri   sonuç alabileceği  mahkemeye  başvurmuşlar.  Bunun üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu Üsküdar Birinci Ağır  Cezaya itiraz etmiş. İade  kararı  kaldırılmış.  

Nihayet Erdoğan Diyarbakır Dördüncü DGM’den iade kararı aldırmış. Kanadoğlu  takibi  bıkarmamış.  Bu kez de yetkisiz   yargı yerinin  bu  kararı verdiği  savı ile Yargıtay’a müracaat etmiş.  Yargıtay Sekizinci Dairesi “memnu hakların  iadesine ilişkin” verilmiş bütün kararları   “yok  hükmünde” saymış. Böylece Erdoğan için hukuki  bütün yollar tükenmiş.  Bu kararlara rağmen Erdoğan  yine de şansını deneyecek. Milletvekili adayı olacak.  Adaylığı YSK  tarafından  reddedilecek. 

SABİH  KANADOĞLU’NUN  AÇTIĞI  KAPATMA DAVASI (2002) 

Merhum Kanadoğlu ile yapılan bir mülakattan bir çok şey öğreniyoruz. Bunların  başında Erdoğan’ın  AKP’ye   fiili  genel  başkanlığının  hikayesi.  Kanadoğlu  14 Ağustos  2001’de  Ayvalık'ta tatilde  imiş.  AKP’nin kuruluşunu ve Erdoğan’ın   kurucu  genel başkanlığını  haber almış. 

Kanadoğlu, Erdoğan'ın kurucu genel başkan olamayacağı düşüncesiyle harekete geçmiş; 21 Ağustos 2001'de Anayasa Mahkemesine müracaat etmiş. 

Erdoğan'ın genel başkanlık yetkilerinin tedbiren durdurulmasını istemiş.  Anayasa Mahkemesi Başkanlığı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısına 8  Ocak 2002’ye kadar cevap vermemiş. Bunun  üzerine Kanadoğlu AYM Başkanı Mustafa Bumin’e   başvurusuna  yanıt beklediği haberini göndermiş. Anladığım kadarıyla Bumin  Sabih Bey’den   pek hoşlanmıyor. Ters davranmış.  Bir süre sonra oy çokluğu ile ihtar talebi  kabul edilmiş ama tedbir  kararı verilmesi  reddedilmiş. AKP’ye  gereği  için altı ay  süre verilmiş. 

Erdoğan parti üyeliğinden istifa etmiş fakat Parti Genel Başkanlığına devam etmiş. İzahı  hukuken zor  bir olay doğrusu. Olayı  Kanadoğlu şöyle yorumluyor: “Bu kararı şuna benzetmek mümkündür; meclis başkanı milletvekilliğinden istifa etti ama Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanlığına devam ediyor.” 

Erdoğan’ın  parti üyeliğinden  istifa edip Kurucu  Genel  başkanlık sıfatını devam ettirmesi ve AYM’nin bu konuda  “hiçbir şey yapmaması” üzerine Kanadoğlu kapatma davası  açmış. Anayasa Mahkemesi  Başkanlığı  bu dosyayı önemsememiş görünüyor. Kanadoğlu “dava dosyasının  kapağını  bile açmadılar” diyerek aslında Bumin’i  suçluyor. 

Mahkeme, Siyasi Partiler Kanunu 104/2 maddesi 11 Haziran 2009'da iptal edildiği  gerekçesiyle davayı düşürmüş. 

KAPATMA  DAVASININ AÇILMASI VE KARAR NİSABI 

AKP’yi kapatma istemli   dava dosyası Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya tarafından 14 Mart 2008'de AYM’ye  gönderilmiş.  Mahkeme kayıtlarına girmiş.31 Mart 2008'de iddianame kabul edilmiştir

Dava dosyası 697 sayfa olarak  Anayasa Mahkemesi sitesinde mevcuttur (E: 2008/1 K; 2008/2 karar tarihi. 30.7.2008.) Mahkemenin  yargılamada uyguladığı başvurduğu maddeler şunlardır:  AY 68/4, 69/6; SPK 101/1-b, 103/2. 

Kapatma   davası  Erdoğan ve Gül dahil 71 kişiye 5 yıl süreyle siyaset yasağı getirilmesi talebini  içeriyordu.   Hakkında kapatma   talep edilen AKP 16 Haziran 2008'de sözlü savunma  yapmış. Partiyi Cemil Çiçek ve  Bekir Bozdağ  birlikte savunmuşlar.  Savunma  metnini  daha ziyade Cemil Çiçek okumuş. Cemil Çicek, AKP hükümetinin  bakanı, Bozdağ ise Grup başkanvekili. Yazmadan  edemeyeceğim.  İkisi de Yozgatlı. 

Mahkemenin  kapatma kararı  verebilmesi için 3/5 nitelikli çoğunluk gerekiyor. Şimdi 2/3.  Kapatma  yönünde oy veren üye sayısı altı.  3/5 çoğunluğa ulaşmayan bir sayı  bu. 

Ecevit Hükümeti  zamanında  yapılan  anayasa değişikliği  ile bu  özel  çoğunluk kabul edilmiş. (2001)  Değişikliğin AB  müktesebatı ile  uyum süreci ile ilgisi olabilir.  Sonuçta bundan  yararlanan AKP  oldu. 

Oysa ki 1961 Anayasası döneminden beri karar çoğunluğu basit çoğunluktu. Her konuda.  12 Mart ara rejimi döneminde kapatılan Milli Nizam Partisi ve Türkiye İşçi  Partisi kararlarında olduğu gibi. Bütün  parti kapatma davalarında  karar  nisabı  hep basit çoğunluk idi. 

Genel olarak AYM kapatma kararlarına  baktığımızda, Türkiye'de partiler iki nedenle kapatılmıştır. Birincisi devletin laik niteliğine  aykırılık  ya da devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez 

AYM  bu tutumunu 1982 Anayasası döneminde de devam ettirdi.  HEP, DEP, HADEP “ulus devlet ilkesine aykırılıktan”  

Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü yani Ulus devlet ilkesine aykırılıktan kapatıldılar. 

Refah Partisi ve Fazilet Partisi ise  antilaik  eylemlerin odağı  olduğu gerekçesiyle kapatıldılar. 

DAVANIN AÇILMASINA KARŞI İÇ VE DIŞ TEPKİLER 

Davanın   açılması  karşısında AKP'nin ilk tepkisi Anayasa Mahkemesi kanununda  değişiklik yapmak düşüncesi oldu. Dava açma yetkisinin başsavcılıktan, kapatma yetkisinin  Anayasa Mahkemesinin  elinden alınması gibi.   Bunu gerçekleştirmek üzere, yasal ve anayasal değişiklikler tartışıldı. AKP'nin hukuk kurmayları  arasında Cemil Çiçek,  Sadullah Ergin,  Bekir Bozdağ,  Ahmet İyimaya, Burhan Kuzu vardı. 

Kapatma davasına karşı AKP içinde ne yapabileceği tartışılırken,  ABD ve Avrupa'dan büyük tepki geldi. Tepkilerin  özünde şu argüman vardı. AKP  büyük bir ekseriyetle  iktidara gelmiş  bir partidir.  Halkın yarısına yakın kısmının  oy verdiği  bir parti  kapatılamaz. Dikkat  edilirse, ne ABD  ne de Avrupa çevrelerinde  partinin  laiklilik  karşıtı  bir parti  olduğu  iddiasıyla  ilgili bir  düşünce açıklaması gelmemiştir.  

BAŞSAVCININ İDDİANAMEYE KOYDUĞU DELİLLERDEN  BAZI ÖRNEKLER  

Başsavcılığın bu davada delil olarak öne sürdüğü  bazı örnekleri burada paylaşmak isterim: Örneğin, anayasa ve yüksek öğretim kanunlarında değişiklik içeren teklifler.  Devlet kadrolarının parti yandaşı İslamcı düşüncelere sahip insanlar tarafından doldurulması.  Abdullah Gül'ün Dışişleri Bakanı olduğu dönemde yurt dışında  bulunan  Fethullah Gülen cemaatiyle işbirliği yapılmasına   dair  verilmiş talimatlar. Bunlar Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel niteliklerini değiştirecek zemini oluşturma niyeti olarak görülmüştür. 

Bir başka örnek, dini simgelerin siyasal amaçlarla kullanılması ile ilgili başbakan Erdoğan’ın yaklaşımıdır. Türban meselesinin hararetle tartışıldığı  günlerde  AKP başkanı Erdoğan'ın İspanya konuşmasında “velev ki siyasi simge olarak taktığı düşünülsün”  türbanı suç olarak kabul edebilir miyiz?  Demesi. İçkili mekanlar için Kırmızı Sokak uygulamasının  başlatılması.  Haseki ve Vakıf Gureba hastanelerinde başörtülü doktorların çalıştırılmaya başlanması. İstanbul'da bazı afişlerin sansürlenmesi.

 Partinin Danıştay saldırısına  ortam hazırlayacak söylemi. Danıştay’ın başörtüsü kararı üzerine Erdoğan'ın  şu yorumu önemli görülmüştür:  “başörtüsü konusunda yorum hakkı yargının değil ulemanındır.”  Bu sözler partinin şeriat düzeni kurma amacına karine olarak görülmüştür.   Devleti dini hükümlere göre yeniden örgütlemek,  ülkenin  hukuk sistemini aşamalı  olarak  şeriata uygun hale getirmek. Egemen Bağış’ın  başörtüsünün  bütün kamu alanlarında, üniversiteler ve TBMM inde  kullanılabilmesini savunması. 

İddianameye göre AKP Milli Nizam Partisinden başlayarak, MSP, RP ve FP’nin  devamı   bir  partidir.   Temel hedefi de rejimi  değiştirmektir. 

ERDOĞAN, ÇELİK VE TOSUN’UN  LAİKLİK KARŞITI  GÖRÜŞLERİ 

Davanın  esas incelemesinde Erdoğan'ın Oxford'da 2004'te   yaptığı   bir konuşmaya  yer verilmiş.  Başbakanın  o sıralarda  çok   revaçta olan “ılımlı İslam”  sorusuna verdiği cevap şöyledir.  “ılımlı İslam olmaz. Sadece İslam vardır. Kişi laik olamaz. Kişi hem laik Hem müslüman olamaz. Ters mıknatıslanma yapar”  sözleri  önemli kanıtlardan biri  sayılmış. 

Yine Erdoğan’ın Beyrut’tan dönerken Kur'an kurslarında yaş sınırına karşı olduğunu kendisinin 7 yaşında Kur'an kursuna gittiğini,  bir çocuk Teksas Tommiks okuğunda bir şey olmuyor da kitabını öğrenmeye neden mani olmaya çalışıyorsunuz ifadeleri  de  delil sayılmıştır.   Erdoğan, okullarda zorunlu din derslerinde Kur'an öğretilmediğini de  söylemiş. 

Erdoğan’ın  şu sözlerinde  ben sınıfsal bir  antagonizma hissettim.  Şöyle diyor  başbakan: “ülkenin ileri gelenleri caminin semtine uğramazlar. Uğradığı zaman bazı değerleri kaybettiklerini düşünürler. Şimdi bunların mantığı şöyle sen başörtüsü ile tarlada çalış çapa yap ama sosyolog psikolog olma isterler. Bunu artık aşmamız lazım.”  Kızlarının başörtüsü nedeniyle Türkiye'de okuyamadıklarını  belirtmiş. 

Erdoğan’ın şu    sözleri de savcının  delil olarak  ileri sürdüğü  konuşmalardan birinde yer almıştı. “ İnancından dolayı  türban takanlara  mahkemenin  söz  söylemeye hakkı yoktur. Son söz din  ulemasınındır. Devlet dini inançları teminat altına alması gerekirken tam tersine kamusal alanda inançların yaşam hakkını kısıtlamaya çalışmakta ve buna laiklik denmektedir.” 

Hüseyin Çelik   de türban tartışmasında son sözün Diyanet İşleri Yüksek Kurulu içtihadı olmalı  demişti. 

 Bu konuda iktidarın önemli bir hamlesi  anayasa  değişikliği olmuştu. Bu konuda  destek MHP’den gelmişti.  Gül’ün  cumhurbaşkanı  seçilmesine  destek  olduktan sonra (2007)  AKP’ye ilk  ciddi desteği  “türbanın kamu  kurumlarında serbestisi” ni sağlayacak anayasa değişikliği  olmuştu. 

AYM, anayasanın 10. ve 42. maddeleri değiştirilmesini cumhuriyetin temel ilkesi olan  laikliğin arkasını dolanma girişimi olarak  yorumladı. Kapatma   davasında kullanılan delillerden biri de bu. Anayasa Mahkemesi bu değişikliği “yok hükmünde”    saydı. Anayasa değişikliği: 9 Şubat 2008, AYM  iptal tarihi: 5 Haziran 2008.  Bu karar Türk Anayasacılık   tarihinin önemli kararlarından  biridir. Mahkeme ilerde  bu  değişiklik girişimini, “laiklik ilkesine aykırı somut eylem”  olarak  yorumladı. 

MAHKEMENİN  ESAS HAKKINDAKİ DEĞERLENDİRMELERİ 

Mahkemenin  esas değerlendirmesine gelince, şu  ifadeler dikkat  çekici bence:  Türkiye'deki İslamcı partilerin Avrupa'daki Hristiyan Demokrat partilerle benzerliği yoktur. İslamcı partiler  takiye yöntemine başvurmaktadırlar.

 İslam'da din  devlet ve toplum hayatının tamamını (kamu ve sivil)  kapsama iddiasında bulunduğundan, İslamcı partilerin  nihai hedefi   dinci- teokratik   düzendir.

Bu nedenle Avrupa’da faşist   partilere getirilen  yasağın   Türkiye’de dinci  partilere  uygulanması  gerekir. 

AKP, kapatılan  MSP, RP ve FP’nin   devamı  niteliğinde bir siyasi partidir. Devletin temel nizamını dini esaslara dayandırmak istemektedir. 22 Temmuz 2007 seçimleri sonrasında aldığı oylarla düzeni değiştirme cüreti artmıştır. 

Küreselleşmenin  yarattığı tek kutuplu dünyada artık Türkiye'deki laik Cumhuriyet önemsenmemektedir. Bu sayede karşı devrimciler laik Cumhuriyete karşı rövanş arayışını kuvvetlendirmişlerdir.

İktidarı  laiklik karşıtı  bir parti ele geçirdiğinden, Laik cumhuriyet    tarihimizde  hiç olmadığı kadar tehlike altına girmiştir. Karşı devrimci unsurlar bugün marjinal unsurlar değildir. İktidardadırlar.

Davalı partinin iktidar olmasının getirdiği güç ve olanaklar Devleti dini-teokratik bir yapıya dönüştürmesini mümkün kılmaktadır. 

 Devletin önemli kadrolarının  tarikatçılık faaliyet ve kimliği ile bilinen kişilere teslim edildiği,  iktidar partisinin 5,5 yıldan beri uyguladığı politikalarla Türkiye'nin laik ülke imajının erozyona uğrattığı ileri sürülmüştür. 

Netice itibariyle Mahkeme  üyeleri başsavcının iddianamede   ortaya koyduğu iktidar partisinin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu iddiasına  büyük bir ekseriyetle katılmışlardır. 

 Başkan Haşim Kılıç dışında bütün üyeler bu görüştedirler. AKP  kararının içeriği  3/5 çoğunluğunun sağlanamaması belirlemiştir. 

Yüksek mahkeme kararıyla rejim karşıtı olduğu tescil edilen bir Parti  genel oyun sağladığı  rahatlıkla yoluna devam etmiştir. Kararda öngörülen müeyyide -bana göre-hiçbir şey ifade etmemiştir.

MAHKEMENİN ÜYE YAPISI VE OYLAMAYA  DAİR 

Bir  başka önemli  konu Anayasa Mahkemesinin üye profillleridir. 1982 Anayasası, 1961 Anayasasından  farklı olarak  AYM  yargıçlarının seçilip atanmasında  cumhurbaşkanına  daha fazla yetki vermiştir. 

Bütün üyeler olmasa da önemli bir kısmı cumhurbaşkanının seçimi ya da onayı ile mahkeme üyeliğine getirilmektedir. 

AKP kapatma davası açıldığında AYM’nin üye sayısı 11  idi. 

Kenan Evren,  Turgut Özal,  Demirel ve Sezer tarafından atanmış üyeler vardı. Davanın reddi yönünde oy veren Başkan Haşim Kılıç Özal tarafından atanmıştı. Özal tarafından atanan    Sacit Adalı farklı gerekçeyle  aksi yönde oy kullandı. 

 AKP'nin  laiklik  karşıtı eylemlerinin odağı olduğunu  kabul  etmekle birlikte kapatma yerine hazine yardımından 1/2 oranında mahrumiyet cezası verilmesi yönünde  oy kullanan üyeler  şunlardı:  Ahmet Akyalçın,  Serruh Kaleli, Serdar Özgüldür ve Sacit Adalı.  Ahmet Akyalçın 16/4 /2000 tarihinde Anayasa Mahkemesi üyeliğine   Ahmet Necdet   Sezer  tarafından atanmış. O da Afyonlu.  Serruh  Kaleli  ve Osman Paksüt  ile birlikte  Sezer tarafından  atanmışlar.  Kaleli, avukatlar kontenjanından, Paksüt  yüksek bürokratlar  kontenjanından seçilip atanmışlar. (2005) Paksüt o tarihte büyükelçi imiş. 

 Kaleli, 2019'da emekli olmuş;   Bu üyenin AKP’nin  kapatılması  yönünde oy vermesi bekleniyormuş. Şu nedenle FP   davasında  kapatılma yönünde oy verdiği için.  

Son üye Serdar Özgüldür, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi kontenjanından AYM üyeliğine getirilmiş. Bu yazıyı  yazarken Kemal Gözler Hocayla mahkemelik olduğunu  öğrendim. 

Özgüldür  ile ilgili  epey spekülasyon mevcut  internet ortamında gördüğüm kadarıyla. Bir de AKP'yi kapanmaktan kurtaran şantajdan bahsediliyor.  Özgüldür’ün kardeşi  Harp Okulu imamı imiş. İmam  Fethullahçılık terminolojisinde kullanılan  bir ifade.  Bir  kurumun en yüksek   sorumlusu anlamına geliyor. Kimin imam olduğu  son derece gizli tutuluyor. Bir astsubay  başçavuş gizli  imam olabiliyor. Hoca Efendi’den sonra en büyük otorite o. Bu nedenle Fethullahçı bir generale talimat verebiliyor. Örgüt böyle çalışıyor. Böyle iddialar var. 

Özgüldür’ün    askeri yargı  kontenjanından AYM üyeliğe getirildiğini hatırlayalım. Böyle kuşku yaratıcı  karinelerin olduğu bir ortamda  Kaleli ve Özgüldür’ün oyları  önem  kazanıyor. Genel olarak,  üyelere   her iki yönde yoğun iç  ve dış baskılar olduğunu tahmin etmek  hiç  zor değil. 

KAPATMA YÖNÜNDE OY VEREN ÜYELER KİMLERDİ? 

Osman Ali  Feyyaz Paksüt, Fulya Kantarcıoğlu, Mehmet Erten,  Şevket Apalak, Necmi Özler, Zehra Ayla Perktaş kapatma yönünde oy veriyorlar. Ortak karşı oy gerekçesi yazıyorlar. Bu üyelerin gerekçeleri  iddianameyle  büyük ölçüde örtüşüyor.

ALTI ÜYEYEYE GÖRE AKP’Yİ NEDEN KAPATMAK GEREKİRDİ? 

Davalı partinin eylemleri ile,  öngördüğü toplum modelini  inşa etmeye çalıştığı,  iktidarları süresince her geçen gün riskin arttığı  kanaatine varılmıştır. 

Partinin TBMM’de çoğunluğa  sahip olduğu göz önüne alındığında  karşı  devrim tehlikesinin var olduğu,  rejime yönelik açık ve yakın tehlikenin   bulunduğu  tespit edilmiştir. 

Bu  koşullar altında,  kapatma kararının orantısız ve radikal bir yaptırım olmayıp uygun, gerekli ve  yerinde olduğu sonucuna varılmıştır.

KAPATMA  KARARI VERİLMESİ GEREKİR DİYEN ÜYELERİN KARŞI OY YAZISI 

Karşı oy yazısında dikkatimi   çeken nokta şu: Mahkeme üye  ekseriyeti  açısından partinin 2007’de  aldığı  %47 oy laiklik ilkesi karşısında partiye meşruiyet kazandırmıyor .

AKP  laiklik  karşıtı fiillerin yaygın olarak işlendiği bir parti.  Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde sağladığı çoğunluk   rejim ve  demokratik siyasi hayat açısından büyük bir tehlikeye  işaret ediyor. 

Mahkeme  kararlarıyla, anlam ve içerik kazanan laiklik yerine farklı bir  laiklik  tanımlayarak anayasa ilkesini geçersiz kılmaya yönelik yoğun çaba gösteren bir iktidar söz konusu mahkeme üyelerinin çoğunluğuna göre. 

İktidarın MHP ile birlikte yaptığı anayasa  değişikliği laikliğin arkasına  dolanma olarak  değerlendiriliyor. Anayasa  değişikliğini cumhuriyetin temel niteliklerini ortadan kaldırmaya varabilecek somut bir adım olarak niteliyor.  Mahkemenin  yokluk  kararı vermesinin nedeni bu.    

TBMM  Başkanı Bülent Arınç’ın 23 Nisan 2006 tarihli konuşmasında  katı   laiklik uygulamasının insanların  sosyal hayatını cezaevine  çevirdiği  ifadesi laiklik  karşıtı eylemlerden sayılıyor.

 Kapatma yanlısı  üyeler, Laiklik karşıtı eylemlerin  parti başkanı, parti yöneticileri, partili  milletvekilleri,  belediye başkanları ve siyasi yaşamda etkili üyeler tarafından ısrarla devam ettirildiği  bu nedenle tehlikenin hazine yardımı mahrumiyetiyle önlenemeyeceği görüşündeler. 

HAŞİM  KILIÇ VE SACİT ADALI’NIN KARŞI OY YAZILARI  

AYM başkanı Haşim Kılıç bu davada    ret oyu verdi. Karşı oy  yazısında AKP'yi  laiklik karşıtı eylemlerin odağı olarak görmediğini açıkladı.   Karşı  oy yazısına  manidar bir şekilde Rosa Luxembourg’dan bir  söz koymuş.  “özgürlük yalnızca ve daima farklı düşünenlerindir”  Bu, Rosa gibi  farklı  düşünüyorum  demek.  Yazıyı  okuyanlara bir mesaj verilmek isteniyor bence: “sandığınız gibi  “gerici değilim”    

Haşim Kılıç   simdilerde muhalefette. AKP’yi  hukuk  devleti konusunda uyarıyor. Hatta hatırlarsanız Millet İttifakının cumhurbaşkanı  adayı  olarak adı geçmişti. Türkiye epey değişti. Görüyorsunuz. 

Kararda    etkili olan beş  anayasa yargıcından  ikisi Turgut Özal tarafından atanmıştı: Kılıç ve Adalı. 

 Bu nedenle  Kılıç ve Adalı’nın  yazdığı  karşı oy  yazılarını incelemek yerinde olur. olur. Bu iki üye Refah Partisi  ve Fazilet Partisi davalarında da uzun  karşı oy gerekçeleri yazmışlardı.  Okumanızı  öneririm. 

Kılıç  düşüncelerini şöyle geliştiriyor: Türk siyasi hayatında kapatma davaları   devletin  ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve laikliğe aykırı  eylemlerin odağı olma gekeçelerine dayandırılmıştır. Bunun da siyasi partilerin özgürlük alanını  daralttığından bahisle  savcının iddialarına katılmıyor.

 AKP'nin başkan,  milletvekili ve diğer yöneticilerinin başörtüsü yasağıyla ilgili beyanlarını   düşünce  ve ifade  hürriyetinin kullanılması olarak  yorumluyor. İmam hatip okulları ve Kur'an kursları  ile ilgili  ileri sürülen  görüşleri özgürlük açıklaması olarak görüyor.

Savcının delil olarak dosyaya  koyduğu  400 belgenin  çoğunun spekülatif  gazete kupür bilgileri olduğunu düşünüyor.

Laikliğin somut uygulamalarına  aykırı söylemlerin şiddet içermediği sürece  ifade özgürlüğünün  güvencesi altında olduğunu  düşünüyor. İktidar partisinin  şiddet içermeyen  laiklik karşıtı  söylemlerini ifade hürriyeti olarak yorumluyor.

Kılıç, iktidar partisinin  laikliğin uygulama  biçimine karşı olduğunu, ama demokratik düzeni reddeden bir amaç taşımadığını  ileri sürüyor.  O nedenle  davanın reddi gerekir diyor. 

Sacit Adalı'nın karşı oyu  delillerin isnat edilen  eylemlerle örtüşmediğine dayanıyor.  İtirazı büyük ölçüde usule dair. Delilleri  zayıf, dosyayı toplama buluyor. Partinin laiklik karşıtı  eylemlerin  odağı olduğu  görüşüne  katılmakla  birlikte  kapatma  müeyyidesini  ağır buluyor ve hazine yardımından mahrumiyet yönünde oy veriyor.  

KANADOĞLU’NA GÖRE  KAPATMA DAVASINDA AYM’NİN YAPTIĞI USUL HATASI 

Sabih Kanadoğlu,  kapatma  davasında  usul hatası yapıldığı görüşünde.   Ona göre üç oylamanın peşpeşe yapılması  gerekirdi. İlk oylamada  hakkında   kapatma davası açılan  partinin “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olup olmadığının”  belirlenmesi gerekirdi. Bunun  cevabı ya evet ya hayırdır. 7 oy veya üzeri  evet oyu verilmiş ise partinin “odak olduğu”   kararı verilmiş olurdu.   İkinci oylamada partinin eylemlerinin ağırlığının oylanması gerekirdi.  Üçüncü tur oylamada  hazine yardımının  kısmen mi yoksa tamamen mi kesileceğinin oya konulması  gerekirdi. 

Başkanın  benimsediği oylama usulü  nedeniyle  laiklik karşıtı  eylemlerin odağı olan  partiye en hafif  ceza verilmiş oldu. 

Kanadoğlu yargılama  sırasında büyük bir  usül  hatası yapıldığını, Başkan Haşim Kılıç sözlü açıklama ile mahkeme  kararını  tefhim ederken  kullandığı  ifadelerin de  yanlış olduğunu  ileri sürüyor. 

Kanadoğlu, Kılıç’ın ülkenin  ekonomik ve siyasi durumu göz önüne alarak  karar verildiğini ifade etmesi hukuken kabul edilemez  buluyor. 

Bir partinin hem  laiklik karşıtı eylemlerinin  odağı olduğunu  bire karşı on oyla kabul edeceksiniz.  Hem de en az cezayı vereceksiniz. Böyle bir şey olamaz diyor Kanadoğlu.    Ben de aynı görüşteyim.

KARARDAN SONRA NELER OLDU? 

AKP kapatma davasından yara  almadan kurtuldu. Hatta “kapatılamama” durumunu inisiyatif üstünlüğüne çevirdi.  Arkasından Ergenekon ve Balyoz davaları başladı. Kemalist yargı  iktidar partisi  karşısında  başarınız  olunca, bu kez yargının içinde  mevzilenmiş  Fethullahçı kadrolar ABD’den  aldıkları onay ile Kemalizmin bütün  bakiye   kadro ve kurumlarına karşı  taaruzza geçtiler. 

Önce bir  kaç küçük çaplı teşebbüste  bulunuldu. Bunların içinde  en meşhuru Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin  tutuklanmasıdır:   18 Eylül 2008.

 Arkasından  Ergenekon ve Balyoz davaları geldi. Nihat Taşkın, Zekeriya Öz, Mehmet Ali Pekgüzel, Aykut Cengiz Engin gibi  örgütle iltisaklı savcılar   peşpeşe  davalar açtılar. Amaç orduyu  çökertmekti. Bu  davalarda ağır cezalar verildi. Yargıçların da Fethullahçı oldukları ilerde  anlaşıldı.  

Bu davalarda  verilen   mahkumiyet kararlarının  pek çoğu  15 Temmuzdan sonra  bozuldu. En son okuduğum  bir yazıda  11  Eylül 2019 itibariyle beraat  edenlerin sayısı 235.

2010’da   yargı  reformu adıyla gündeme getirilen  Anayasa  değişikliği Kemalist yargıyı tasfiye operasyonunun son çizgisi  olacaktı. 

KAPATMA DAVASININ  SINIF TEMELİ 

Anayasa Mahkemesi kararını bir başka  yönüyle  de irdelemek  gerekir. O da- bence-sınıfsal hegemonya yönüdür. 

Cumhuriyetin  kuruluşundan beri küçük burjuva sınıfının yöneten  sınıf olması hiçbir sınıfın   hegemonyayı  ele alacak güçte  olmamasından kaynaklanıyordu. Bu sınıf ekonomik süreçlerin  büyük ölçüde dışındaydı. 

1950’den sonra  küçük burjuva sınıfı  ile burjuvazi arasında  gerilim 12 Eylüle kadar  devam etti. 12 Eylül Türkiye’de  burjuva hegemonyasının  tamamlanmasına  tekabül eder. Akabinde Özal’ın cumhurbaşkanlığının sınıfsal  anlamı budur. 

1994 seçimlerinden  itibaren  eski rejimin muhafızları (Kemalist ordu, yargı,   kamu yönetimi, üniversite)  ile yükselişte  olan İslamcılık  arasında   gerilim  ortaya çıktı. 

İki İslamcı partinin  kapatılmasından sonra, Milli Görüş  gömleğini çıkarmayı ve rejimin  kırmızı çizgilerini  aşmamayı taaahüt eden Adalet ve Kalkınma Partisinin  iktidarı almasına ses çıkarılmadı.  

Bu  sonuç,  ABD  (beynelmilel finans kapital) ve  ülkenin kompador burjuvazisi ile  Anadolu’dan yükselen yeşil sermayenin örtülü konsensüsü   demekti. 

Devletin   eski sahipleri açısından AKP’nin, ekonomi  politiği  sorun yaratmıyordu. Fakat  iktidar  partisinin, kurduğu kadro ve eylemleriyle   din temelli devlet kurma  düşüncesinden  vazgeçmediği  açıkça belli oldu. Gerçi AKP kurmayları  politikalarını uzun  süre   muhafazar demokratlık  olarak pazarladılar. Kısmen başarılı da oldular.

AKP hakkında kapatma davası partinin  oldukça güçlü olduğu bir siyasi konjonktürde  açılmıştı. AKP seçim kazanmış bir partiydi: %47.  İkinci  sıradaki  CHP %21’de kalmıştı. En yakın  rakibinin  iki  katından fazla  oy almıştı. 

 Parti 2007 cumhurbaşkanlığı seçimi krizini çok iyi yönetmişti. Cumhurbaşkanlığı seçim usulünü genel oya  bağlayan anayasa değişikliğini gerçekleştirmişti.  

 Değişiklik referandum şartıyla meclisten geçmişti.  AKP, cumhurbaşkanı  seçilememesini erken genel seçim için siyasi  fırsata dönüştürdü.  Seçimlerde beklentilerin çok üstünde bir başarı elde etmeyi başardı. 

2007   itibariyle Türkiye’yi şöyle yorumlayabiliriz:  İktidarın AKP'ye verilmesinden sonra devletin geleneksel elitleriyle(askeri, mülki,  yargı eliti, ve üniversite)  periferiden gelerek  merkeze yerleşmeye çalışan elitler arasında örtülü iç savaş daha da şiddetlendi.  Bu sadece  ideolojik, politik   değil, sınıfsal bir süreçti de. 

AKP kendisi karşısında mevzilenmiş   eski elitleri Kemalistler olarak değerlendiriyordu.  Bu ifade aslında laik Cumhuriyetçiler demekti.  Ben de  bu yazımda  bu anlamda  kullandım. 

Bu  sınıf  devletin  laik cumhuriyet niteliğini irticaya karşı  tavizsiz  bir şekilde  savunma   tutumunu kararlılıkla sürdürüyordu. 

Bana kalırsa bu sınıf (eski elit)  1950'de iktidardan düşmüştü. Ama varlığını  iktisadi iktidar  dışı alanda  koruyordu.

 Bu sınıfın elinde sadece devletin laik  karakteri ile özdeşleşmiş ideolojik  hegemonya  kalmıştı. Bunun  dışındaki alanlar   burjuvazinin eline çoktan geçmişti. 

12 Eylül rejiminde görüldüğü üzere gerçek hegemonya sermaye sınıfını   bileşenlerinin  elindeydi zaten.    Atatürkçülük ifadesiyle  vurgulanan sadece Devletin ideolojik  aygıtı  idi. 

Bu nedenle, Turgut Özal askeri  rejminin   ekonomi politik anlamda  başbakanı  oldu. (Ulusu Hükümeti) Sonra ANAP başkanı ve  başbakan. Sonra da Çankaya’ya çıktı. 

Bu süreci  sadece Özal’ın kişisel ihtirası olarak yorumlamak  doğru değildir. Sürecin  sınıf temeli vardı. 

Özal ve “demokrasi  adına iktidara  getirdiği elit”  Türkiye'nin geleneksel  elit/ iktidar yapısı zemininde  önemli bir kayma olduğuna işaret eder. 

İslamcılık iktidar alanına Turgut Özal devrinde “hülul” etti. Bundan sonraki   yirmi  yılda İslamcılar  iktidarın  diğer katmanlarıyla  iç  çelişkiler yaşamalarına  rağmen ittifakın içinde yer almayı  sürdürdüler. Daima bir adım geride  durmayı  bilerek. 

Soğuk savaşın sona ermesi/reel sosyalizmin çöküşü ABD'nin 1950’den  beri desteklediği merkez sağ partilerin çözülüşü ile eş zamanlı oldu. ABD’nin artık  buna ihtiyacı kalmamıştı. 

Elli yıl süreyle iktidarda kalan merkez  sağın  ideolojik üst yapı alanı ile ilgili bir sorunu yoktu.  İktisadi hegemonya onlara  yetiyordu. 

2002’de ittifak  bloku   radikal bir değişikliğe uğradı. ABD’nin  başka  şeylere ihtiyacı vardı artık. 

Türkiye burjuvazisinin  AKP ile gerginlik yaşayacak ciddi  bir meselesi  yoktu. AKP’nin de  global sermaye-uluslararası kapitalizm'le  bir meselesi yoktu.  Önemli olan bu noktaydı. Hegemonyanın  iki cephesi kapitalizme tam entegrasyon konusunda tam bir uzlaşma halindeydi.

 ABD (global sermaye)  Kemal Derviş seçeneğiyle uygulatacağı her politikayı AKP’ye  çok daha rahat uygulattı.  Kemal Derviş aşırı  seküler görünümlü bir aktördü.  Beynelmilel  sermaye çok akıllı bir manevra ile at değiştirdi. İktidar arzusuyla yanıp tutuşan “mütedeyyin bir ekip” 1.5  yıl içinde iktidara getirildi.  AKP Kemal Derviş’in acı reçetesini  yüksek  dozlarda uyguladı ama   tepki görmedi. Sebep  doktorun kimliğiydi. 

BİR OY FARK ASLINDA  NEYİ AÇIKLAR? 

AKP başlangıçta Kemalist eliti tedirgin etmeme/ etrafından dolanma politikasını denedi. Karşı devrim tavrı  netleşince mesele çıktı. 

Türban Savaşı bunun simgesel yönünü gösteriyordu. Mesele aslında  devletin laik niteliğiydi.  İslamcılar mülki idareyi  zaten ilk elden fethetmişlerdi.12 Eylül bu anlamda  milattır. 

Elde  ordu, yargı ve üniversite  kalmıştı. Ordunun ABD'nin yeni Orta Doğu planlarına direneceği (BOP) anlaşılınca  “Pentagon-Hizmet hareketi  ortak planıyla” saf dışı edildi. 

Burada son viraj Çankaya’daki son Kemalistin görev süresinin bitmesidir.  Sezer  törensiz,  soğuk ve resmi bir  yüz ifadesiyle Abdullah Gül’e  cumhurbaşkanlığı makamını teslim etti.  50'lerden beri kurucu ideolojiye karşı  sürdürülen milli iradeyi temsil  söylemi  AKP tarafından devralındı. Artık daha güçlü bir şekilde.  Milli irade her şeye muktedirdi. Hatta  laikliği  kaldırmaya bile. 

İktidarın geçmiş dönemde biraz çekingen bir tavırla sürdürdüğü  laiklik karşıtı tutum   gittikçe güç kazandı.

Zamanın Yargıtay Cumhuriyet  Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın  davayı açma kararı bütün  bu  değişim ve dönüşümler dikkate alınarak anlaşılabilir. 

 Bu davanın açılabilmiş olması Öncelikle neyi ifade eder?

Abdullah Gül 28 Ağustos 2007’de Cumhurbaşkanı oldu.  MHP'nin desteğiyle. Artık Sezer döneminde yaşanan sorunların hiçbiri yaşanmayacaktı. Eğer AKP bir karşı devrim partisi olmasaydı  böyle bir dava açılmazdı.

Bu sonuç, ordu ve rejim yargısı açısından karşı devrimin genel oydan  yararlanarak iktidara gelmesi demekti. Kapatma davası buna karşı bir reflekstir. Bu davanın açılmasına Cumhuriyet Başsavcısının-tek başına- kendi ihtiyarıyla karar verdiğini  tahmin etmem.  İktidarın henüz nüfuz edemediği devletin geri kalan  bileşenleri ile istişare etmiş  olmalıdır. 

Dava açılınca, ABD ve Avrupa'da büyük tepki ile karşılandı. Yargı darbesi olarak yorumlandı. 

Tepkilerin merkezindeki tema  seçimleri demokratik yollarla kazanmış bir partiye bunun yapılamayacağı idi. 

Ancak yargılama sonucunda şu ortaya çıktı: iktidar partisi cumhuriyetin laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı idi. Bu tespit   bir kapatma nedeni idi. 

Avrupa ve ABD’de resmi ve gayri resmi kuruluşlar  iddianamenin laiklikle ilgili  boyutu ile ilgilenmediler. Oysa ki kendi  toplumlarının  temeli aydınlanma ve  laikliğe  dayanıyordu. 

Dava, kapitalist globalleşme  ile son derece uyumlu iktidara karşı   kurucu ideolojinin  (Kemalizm) meydan okuması olarak görülmüştü. Onları Türklerin laik cumhuriyeti   değil, Türkiye’nin kapitalizme tam entegrasyonu ilgilendiriyordu. Devletin iki kurucu  değerinden (bana göre cumhuriyetçilik ve laikliktir)  birinin bir oy farkla  kaybetmesinin  nedeni  budur. 

AKP KAPATILSA NE OLURDU? 

AKP kapatılsa ne olurdu? Kanımca, aynı Refah ve Fazilet Partisi kararlarından  sonra olduğu gibi bir süreç yaşanırdı. 

 Siyasi yasak kapsamında olmayan İslamcı  kadrolar ile yola  devam edilirdi.  Hükümeti kuracak yeni bir parti kurulurdu. Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olduğuna göre siyaset yasağı getirilemezdi. Erdoğan'ın işaret edeceği emanetçi bir  siyasetçi partinin başına geçer; hükümeti kurardı.