AKP’NİN KURULUŞ GERİLİMLERİ NELERDİ?
Anayasa Mahkemesi Refah Partisi'ni laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu gerekçesiyle kapatmış, parti genel başkanı Erbakan'a 5 yıl süreyle siyaset yasağı getirilmişti. Yerine kurulan Fazilet Partisi de 22 Haziran 2001'de aynı gerekçeyle kapatıldı.
Bu son kapatma kararı ve Erbakan’ın yasaklılık durumu partinin ikiye bölünmesine yol açtı: SP ve AKP. Bölünme meclise şöyle yansıdı: Saadet Partisi 48, Adalet ve Kalkınma Partisi 51 milletvekili.
ABD, soğuk savaşın bitmesiyle 1950’den beni desteklediği merkez sağ partilere ilişkin stratejini değişti. Bu partileri belki bilinçli bir şekilde çökertti. Belki de çöküşüne seyirci kalmayı tercih etti. Ben birinci yorumu daha doğru bulurum.
Eski İBB Başkanı Erdoğan AKP’yi kurmadan ABD'de yeni muhafazakarlar (Neoconlar) ile görüştü. Onlardan onay aldı. Bu Türkiye’nin siyasi tarihinde önemli eşiklerden biridir. Dilipak’ın da sık sık dile getirdiği gibi AKP, Amerikan sağının ve Yahudi lobisinin desteği ile kurulmuştu. Erbakan’a göre Erdoğan ve ekibi partinin arka kapısından kaçıp Siyonizmin hizmetine girmişti.
2002 seçimleri ekonomik bunalım ve siyasete güvensizliğin dorukta olduğu bir ortamda yapıldı. Bunu siyasal ilgisizliğin yüksek olduğu bir konjonktür olarak ifade edenler var.
İlgisizlik sözü yanlış olmalı. Siyasetten umudunu kesmek belki daha doğru olabilir. Neticede kayıtlı 41 milyon seçmenin sadece 10.8 milyonunun yani %26'sının oyuyla AKP seçimi kazandı. Parti sandık başına gelenlerin %34.5’unun oyunu almıştı.
AKP kurucu genel başkanlığına Erdoğan getirilmişti. Erdoğan’ın genel başkanlığında ciddi hukuki sorun vardı. Kendisi yargı kararı ile 5 yıllık siyaset yasağı kapsamındaydı. Anayasa ve Milletvekili Seçimi Kanunu Erdoğan'ın adaylığına engeldi.
Dünya siyasi tarihinde örneği görülmemiş bir şekilde genel başkanı yasaklı bir parti seçimi kazanmış oldu. Sezer’in Abdullah Gül’ü başbakanlık görevine getirmesinin nedeni buydu. Seçimi kazanan partinin hükümet kuracak bir önderi yoktu.
Erdoğan'ın imdadına Deniz Baykal yetişti. Erdoğan'ın milletvekili seçilmesine engel teşkil eden anayasanın 76. maddesi değiştirildi. 27.12. 2002 tarihinde Erdoğan muhalefetin desteğiyle milletvekili seçilme yeterliliğine kavuşmuş oldu. TBMM’inde sağlanan nitelikli çoğunluk buna yetiyordu. Sonra hukuken izahı zor bir şekilde Siirt seçimleri iptal edildi. Erdoğan milletvekili ve başbakan oldu.
ERDOĞAN’IN SORUNLU KURUCU GENEL BAŞKANLIĞI
Erdoğan’ın yasaklılık koşullarında partinin kurucu genel başkanlığını nasıl koruyabildiği izaha muhtaç bir konudur. Bunun hukuk dışında dinamikleri olmalı diye düşünüyorum.
Hukuken açıklanması bana göre imkansız bir şekilde anayasa ve milletvekili seçimi kanunu gereği milletvekili adayı olamayan Erdoğan partinin kurucu genel başkanı seçilmiş, kendisi aday olamamış, partisi seçimi kazanabilmişti.
2002 seçimlerinde seçim yargısı, siyaset yasağı süresi henüz dolmamış -yasaklı birinin genel başkan olarak seçim pusulasına girmesine onay verdi. Bu nasıl gerçekleşti ? Bu sonucun bir çok bileşeni olduğundan eminim.
YSK ve Anayasa Mahkemesi nihai kararı verme yetkisini kendilerinde görmediler. İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ve Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun girişimleri muhatapsız kaldı.
Doğu Perinçek’in, Erdoğan’ın adının parti genel başkanı olarak seçim pusulasında yer aldığı seçimin “mutlak butlanla batıl olacağı” iddiası muhatap bulamadı. Hukuken doğru bu teze ben de katılıyorum.
ERDOĞAN’IN MEMNU HAKLARININ İADESİ MESELESİ
Erdoğan memnu haklarının iadesi için epey uğraşmış. Üsküdar II. Ağır Ceza’dan iade kararı aldırmış. Halbuki memnu hakların iadesi için mahkumiyet kararını veren mahkemeye müracaat etmek gerekli.
Başsavcı Kanadoğlu, Erdoğan'la Ankara Palas’ta Adli yıl açılış resepsiyonunda karşılaşmışlar. Erdoğan memnu haklarının iadesi meselesini hallettiğini düşündüğünden epey keyifliymiş Partiye başkanlık ve milletvekili adaylığı işini hallettiğini düşünüyor olmalı.
Erdoğan’ın vekilleri sonuç alabileceği mahkemeye başvurmuşlar. Bunun üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu Üsküdar Birinci Ağır Cezaya itiraz etmiş. İade kararı kaldırılmış.
Nihayet Erdoğan Diyarbakır Dördüncü DGM’den iade kararı aldırmış. Kanadoğlu takibi bıkarmamış. Bu kez de yetkisiz yargı yerinin bu kararı verdiği savı ile Yargıtay’a müracaat etmiş. Yargıtay Sekizinci Dairesi “memnu hakların iadesine ilişkin” verilmiş bütün kararları “yok hükmünde” saymış. Böylece Erdoğan için hukuki bütün yollar tükenmiş. Bu kararlara rağmen Erdoğan yine de şansını deneyecek. Milletvekili adayı olacak. Adaylığı YSK tarafından reddedilecek.
SABİH KANADOĞLU’NUN AÇTIĞI KAPATMA DAVASI (2002)
Merhum Kanadoğlu ile yapılan bir mülakattan bir çok şey öğreniyoruz. Bunların başında Erdoğan’ın AKP’ye fiili genel başkanlığının hikayesi. Kanadoğlu 14 Ağustos 2001’de Ayvalık'ta tatilde imiş. AKP’nin kuruluşunu ve Erdoğan’ın kurucu genel başkanlığını haber almış.
Kanadoğlu, Erdoğan'ın kurucu genel başkan olamayacağı düşüncesiyle harekete geçmiş; 21 Ağustos 2001'de Anayasa Mahkemesine müracaat etmiş.
Erdoğan'ın genel başkanlık yetkilerinin tedbiren durdurulmasını istemiş. Anayasa Mahkemesi Başkanlığı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısına 8 Ocak 2002’ye kadar cevap vermemiş. Bunun üzerine Kanadoğlu AYM Başkanı Mustafa Bumin’e başvurusuna yanıt beklediği haberini göndermiş. Anladığım kadarıyla Bumin Sabih Bey’den pek hoşlanmıyor. Ters davranmış. Bir süre sonra oy çokluğu ile ihtar talebi kabul edilmiş ama tedbir kararı verilmesi reddedilmiş. AKP’ye gereği için altı ay süre verilmiş.
Erdoğan parti üyeliğinden istifa etmiş fakat Parti Genel Başkanlığına devam etmiş. İzahı hukuken zor bir olay doğrusu. Olayı Kanadoğlu şöyle yorumluyor: “Bu kararı şuna benzetmek mümkündür; meclis başkanı milletvekilliğinden istifa etti ama Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanlığına devam ediyor.”
Erdoğan’ın parti üyeliğinden istifa edip Kurucu Genel başkanlık sıfatını devam ettirmesi ve AYM’nin bu konuda “hiçbir şey yapmaması” üzerine Kanadoğlu kapatma davası açmış. Anayasa Mahkemesi Başkanlığı bu dosyayı önemsememiş görünüyor. Kanadoğlu “dava dosyasının kapağını bile açmadılar” diyerek aslında Bumin’i suçluyor.
Mahkeme, Siyasi Partiler Kanunu 104/2 maddesi 11 Haziran 2009'da iptal edildiği gerekçesiyle davayı düşürmüş.
KAPATMA DAVASININ AÇILMASI VE KARAR NİSABI
AKP’yi kapatma istemli dava dosyası Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya tarafından 14 Mart 2008'de AYM’ye gönderilmiş. Mahkeme kayıtlarına girmiş.31 Mart 2008'de iddianame kabul edilmiştir
Dava dosyası 697 sayfa olarak Anayasa Mahkemesi sitesinde mevcuttur (E: 2008/1 K; 2008/2 karar tarihi. 30.7.2008.) Mahkemenin yargılamada uyguladığı başvurduğu maddeler şunlardır: AY 68/4, 69/6; SPK 101/1-b, 103/2.
Kapatma davası Erdoğan ve Gül dahil 71 kişiye 5 yıl süreyle siyaset yasağı getirilmesi talebini içeriyordu. Hakkında kapatma talep edilen AKP 16 Haziran 2008'de sözlü savunma yapmış. Partiyi Cemil Çiçek ve Bekir Bozdağ birlikte savunmuşlar. Savunma metnini daha ziyade Cemil Çiçek okumuş. Cemil Çicek, AKP hükümetinin bakanı, Bozdağ ise Grup başkanvekili. Yazmadan edemeyeceğim. İkisi de Yozgatlı.
Mahkemenin kapatma kararı verebilmesi için 3/5 nitelikli çoğunluk gerekiyor. Şimdi 2/3. Kapatma yönünde oy veren üye sayısı altı. 3/5 çoğunluğa ulaşmayan bir sayı bu.
Ecevit Hükümeti zamanında yapılan anayasa değişikliği ile bu özel çoğunluk kabul edilmiş. (2001) Değişikliğin AB müktesebatı ile uyum süreci ile ilgisi olabilir. Sonuçta bundan yararlanan AKP oldu.
Oysa ki 1961 Anayasası döneminden beri karar çoğunluğu basit çoğunluktu. Her konuda. 12 Mart ara rejimi döneminde kapatılan Milli Nizam Partisi ve Türkiye İşçi Partisi kararlarında olduğu gibi. Bütün parti kapatma davalarında karar nisabı hep basit çoğunluk idi.
Genel olarak AYM kapatma kararlarına baktığımızda, Türkiye'de partiler iki nedenle kapatılmıştır. Birincisi devletin laik niteliğine aykırılık ya da devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez
AYM bu tutumunu 1982 Anayasası döneminde de devam ettirdi. HEP, DEP, HADEP “ulus devlet ilkesine aykırılıktan”
Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü yani Ulus devlet ilkesine aykırılıktan kapatıldılar.
Refah Partisi ve Fazilet Partisi ise antilaik eylemlerin odağı olduğu gerekçesiyle kapatıldılar.
DAVANIN AÇILMASINA KARŞI İÇ VE DIŞ TEPKİLER
Davanın açılması karşısında AKP'nin ilk tepkisi Anayasa Mahkemesi kanununda değişiklik yapmak düşüncesi oldu. Dava açma yetkisinin başsavcılıktan, kapatma yetkisinin Anayasa Mahkemesinin elinden alınması gibi. Bunu gerçekleştirmek üzere, yasal ve anayasal değişiklikler tartışıldı. AKP'nin hukuk kurmayları arasında Cemil Çiçek, Sadullah Ergin, Bekir Bozdağ, Ahmet İyimaya, Burhan Kuzu vardı.
Kapatma davasına karşı AKP içinde ne yapabileceği tartışılırken, ABD ve Avrupa'dan büyük tepki geldi. Tepkilerin özünde şu argüman vardı. AKP büyük bir ekseriyetle iktidara gelmiş bir partidir. Halkın yarısına yakın kısmının oy verdiği bir parti kapatılamaz. Dikkat edilirse, ne ABD ne de Avrupa çevrelerinde partinin laiklilik karşıtı bir parti olduğu iddiasıyla ilgili bir düşünce açıklaması gelmemiştir.
BAŞSAVCININ İDDİANAMEYE KOYDUĞU DELİLLERDEN BAZI ÖRNEKLER
Başsavcılığın bu davada delil olarak öne sürdüğü bazı örnekleri burada paylaşmak isterim: Örneğin, anayasa ve yüksek öğretim kanunlarında değişiklik içeren teklifler. Devlet kadrolarının parti yandaşı İslamcı düşüncelere sahip insanlar tarafından doldurulması. Abdullah Gül'ün Dışişleri Bakanı olduğu dönemde yurt dışında bulunan Fethullah Gülen cemaatiyle işbirliği yapılmasına dair verilmiş talimatlar. Bunlar Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel niteliklerini değiştirecek zemini oluşturma niyeti olarak görülmüştür.
Bir başka örnek, dini simgelerin siyasal amaçlarla kullanılması ile ilgili başbakan Erdoğan’ın yaklaşımıdır. Türban meselesinin hararetle tartışıldığı günlerde AKP başkanı Erdoğan'ın İspanya konuşmasında “velev ki siyasi simge olarak taktığı düşünülsün” türbanı suç olarak kabul edebilir miyiz? Demesi. İçkili mekanlar için Kırmızı Sokak uygulamasının başlatılması. Haseki ve Vakıf Gureba hastanelerinde başörtülü doktorların çalıştırılmaya başlanması. İstanbul'da bazı afişlerin sansürlenmesi.
Partinin Danıştay saldırısına ortam hazırlayacak söylemi. Danıştay’ın başörtüsü kararı üzerine Erdoğan'ın şu yorumu önemli görülmüştür: “başörtüsü konusunda yorum hakkı yargının değil ulemanındır.” Bu sözler partinin şeriat düzeni kurma amacına karine olarak görülmüştür. Devleti dini hükümlere göre yeniden örgütlemek, ülkenin hukuk sistemini aşamalı olarak şeriata uygun hale getirmek. Egemen Bağış’ın başörtüsünün bütün kamu alanlarında, üniversiteler ve TBMM inde kullanılabilmesini savunması.
İddianameye göre AKP Milli Nizam Partisinden başlayarak, MSP, RP ve FP’nin devamı bir partidir. Temel hedefi de rejimi değiştirmektir.
ERDOĞAN, ÇELİK VE TOSUN’UN LAİKLİK KARŞITI GÖRÜŞLERİ
Davanın esas incelemesinde Erdoğan'ın Oxford'da 2004'te yaptığı bir konuşmaya yer verilmiş. Başbakanın o sıralarda çok revaçta olan “ılımlı İslam” sorusuna verdiği cevap şöyledir. “ılımlı İslam olmaz. Sadece İslam vardır. Kişi laik olamaz. Kişi hem laik Hem müslüman olamaz. Ters mıknatıslanma yapar” sözleri önemli kanıtlardan biri sayılmış.
Yine Erdoğan’ın Beyrut’tan dönerken Kur'an kurslarında yaş sınırına karşı olduğunu kendisinin 7 yaşında Kur'an kursuna gittiğini, bir çocuk Teksas Tommiks okuğunda bir şey olmuyor da kitabını öğrenmeye neden mani olmaya çalışıyorsunuz ifadeleri de delil sayılmıştır. Erdoğan, okullarda zorunlu din derslerinde Kur'an öğretilmediğini de söylemiş.
Erdoğan’ın şu sözlerinde ben sınıfsal bir antagonizma hissettim. Şöyle diyor başbakan: “ülkenin ileri gelenleri caminin semtine uğramazlar. Uğradığı zaman bazı değerleri kaybettiklerini düşünürler. Şimdi bunların mantığı şöyle sen başörtüsü ile tarlada çalış çapa yap ama sosyolog psikolog olma isterler. Bunu artık aşmamız lazım.” Kızlarının başörtüsü nedeniyle Türkiye'de okuyamadıklarını belirtmiş.
Erdoğan’ın şu sözleri de savcının delil olarak ileri sürdüğü konuşmalardan birinde yer almıştı. “ İnancından dolayı türban takanlara mahkemenin söz söylemeye hakkı yoktur. Son söz din ulemasınındır. Devlet dini inançları teminat altına alması gerekirken tam tersine kamusal alanda inançların yaşam hakkını kısıtlamaya çalışmakta ve buna laiklik denmektedir.”
Hüseyin Çelik de türban tartışmasında son sözün Diyanet İşleri Yüksek Kurulu içtihadı olmalı demişti.
Bu konuda iktidarın önemli bir hamlesi anayasa değişikliği olmuştu. Bu konuda destek MHP’den gelmişti. Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesine destek olduktan sonra (2007) AKP’ye ilk ciddi desteği “türbanın kamu kurumlarında serbestisi” ni sağlayacak anayasa değişikliği olmuştu.
AYM, anayasanın 10. ve 42. maddeleri değiştirilmesini cumhuriyetin temel ilkesi olan laikliğin arkasını dolanma girişimi olarak yorumladı. Kapatma davasında kullanılan delillerden biri de bu. Anayasa Mahkemesi bu değişikliği “yok hükmünde” saydı. Anayasa değişikliği: 9 Şubat 2008, AYM iptal tarihi: 5 Haziran 2008. Bu karar Türk Anayasacılık tarihinin önemli kararlarından biridir. Mahkeme ilerde bu değişiklik girişimini, “laiklik ilkesine aykırı somut eylem” olarak yorumladı.
MAHKEMENİN ESAS HAKKINDAKİ DEĞERLENDİRMELERİ
Mahkemenin esas değerlendirmesine gelince, şu ifadeler dikkat çekici bence: Türkiye'deki İslamcı partilerin Avrupa'daki Hristiyan Demokrat partilerle benzerliği yoktur. İslamcı partiler takiye yöntemine başvurmaktadırlar.
İslam'da din devlet ve toplum hayatının tamamını (kamu ve sivil) kapsama iddiasında bulunduğundan, İslamcı partilerin nihai hedefi dinci- teokratik düzendir.
Bu nedenle Avrupa’da faşist partilere getirilen yasağın Türkiye’de dinci partilere uygulanması gerekir.
AKP, kapatılan MSP, RP ve FP’nin devamı niteliğinde bir siyasi partidir. Devletin temel nizamını dini esaslara dayandırmak istemektedir. 22 Temmuz 2007 seçimleri sonrasında aldığı oylarla düzeni değiştirme cüreti artmıştır.
Küreselleşmenin yarattığı tek kutuplu dünyada artık Türkiye'deki laik Cumhuriyet önemsenmemektedir. Bu sayede karşı devrimciler laik Cumhuriyete karşı rövanş arayışını kuvvetlendirmişlerdir.
İktidarı laiklik karşıtı bir parti ele geçirdiğinden, Laik cumhuriyet tarihimizde hiç olmadığı kadar tehlike altına girmiştir. Karşı devrimci unsurlar bugün marjinal unsurlar değildir. İktidardadırlar.
Davalı partinin iktidar olmasının getirdiği güç ve olanaklar Devleti dini-teokratik bir yapıya dönüştürmesini mümkün kılmaktadır.
Devletin önemli kadrolarının tarikatçılık faaliyet ve kimliği ile bilinen kişilere teslim edildiği, iktidar partisinin 5,5 yıldan beri uyguladığı politikalarla Türkiye'nin laik ülke imajının erozyona uğrattığı ileri sürülmüştür.
Netice itibariyle Mahkeme üyeleri başsavcının iddianamede ortaya koyduğu iktidar partisinin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu iddiasına büyük bir ekseriyetle katılmışlardır.
Başkan Haşim Kılıç dışında bütün üyeler bu görüştedirler. AKP kararının içeriği 3/5 çoğunluğunun sağlanamaması belirlemiştir.
Yüksek mahkeme kararıyla rejim karşıtı olduğu tescil edilen bir Parti genel oyun sağladığı rahatlıkla yoluna devam etmiştir. Kararda öngörülen müeyyide -bana göre-hiçbir şey ifade etmemiştir.
MAHKEMENİN ÜYE YAPISI VE OYLAMAYA DAİR
Bir başka önemli konu Anayasa Mahkemesinin üye profillleridir. 1982 Anayasası, 1961 Anayasasından farklı olarak AYM yargıçlarının seçilip atanmasında cumhurbaşkanına daha fazla yetki vermiştir.
Bütün üyeler olmasa da önemli bir kısmı cumhurbaşkanının seçimi ya da onayı ile mahkeme üyeliğine getirilmektedir.
AKP kapatma davası açıldığında AYM’nin üye sayısı 11 idi.
Kenan Evren, Turgut Özal, Demirel ve Sezer tarafından atanmış üyeler vardı. Davanın reddi yönünde oy veren Başkan Haşim Kılıç Özal tarafından atanmıştı. Özal tarafından atanan Sacit Adalı farklı gerekçeyle aksi yönde oy kullandı.
AKP'nin laiklik karşıtı eylemlerinin odağı olduğunu kabul etmekle birlikte kapatma yerine hazine yardımından 1/2 oranında mahrumiyet cezası verilmesi yönünde oy kullanan üyeler şunlardı: Ahmet Akyalçın, Serruh Kaleli, Serdar Özgüldür ve Sacit Adalı. Ahmet Akyalçın 16/4 /2000 tarihinde Anayasa Mahkemesi üyeliğine Ahmet Necdet Sezer tarafından atanmış. O da Afyonlu. Serruh Kaleli ve Osman Paksüt ile birlikte Sezer tarafından atanmışlar. Kaleli, avukatlar kontenjanından, Paksüt yüksek bürokratlar kontenjanından seçilip atanmışlar. (2005) Paksüt o tarihte büyükelçi imiş.
Kaleli, 2019'da emekli olmuş; Bu üyenin AKP’nin kapatılması yönünde oy vermesi bekleniyormuş. Şu nedenle FP davasında kapatılma yönünde oy verdiği için.
Son üye Serdar Özgüldür, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi kontenjanından AYM üyeliğine getirilmiş. Bu yazıyı yazarken Kemal Gözler Hocayla mahkemelik olduğunu öğrendim.
Özgüldür ile ilgili epey spekülasyon mevcut internet ortamında gördüğüm kadarıyla. Bir de AKP'yi kapanmaktan kurtaran şantajdan bahsediliyor. Özgüldür’ün kardeşi Harp Okulu imamı imiş. İmam Fethullahçılık terminolojisinde kullanılan bir ifade. Bir kurumun en yüksek sorumlusu anlamına geliyor. Kimin imam olduğu son derece gizli tutuluyor. Bir astsubay başçavuş gizli imam olabiliyor. Hoca Efendi’den sonra en büyük otorite o. Bu nedenle Fethullahçı bir generale talimat verebiliyor. Örgüt böyle çalışıyor. Böyle iddialar var.
Özgüldür’ün askeri yargı kontenjanından AYM üyeliğe getirildiğini hatırlayalım. Böyle kuşku yaratıcı karinelerin olduğu bir ortamda Kaleli ve Özgüldür’ün oyları önem kazanıyor. Genel olarak, üyelere her iki yönde yoğun iç ve dış baskılar olduğunu tahmin etmek hiç zor değil.
KAPATMA YÖNÜNDE OY VEREN ÜYELER KİMLERDİ?
Osman Ali Feyyaz Paksüt, Fulya Kantarcıoğlu, Mehmet Erten, Şevket Apalak, Necmi Özler, Zehra Ayla Perktaş kapatma yönünde oy veriyorlar. Ortak karşı oy gerekçesi yazıyorlar. Bu üyelerin gerekçeleri iddianameyle büyük ölçüde örtüşüyor.
ALTI ÜYEYEYE GÖRE AKP’Yİ NEDEN KAPATMAK GEREKİRDİ?
Davalı partinin eylemleri ile, öngördüğü toplum modelini inşa etmeye çalıştığı, iktidarları süresince her geçen gün riskin arttığı kanaatine varılmıştır.
Partinin TBMM’de çoğunluğa sahip olduğu göz önüne alındığında karşı devrim tehlikesinin var olduğu, rejime yönelik açık ve yakın tehlikenin bulunduğu tespit edilmiştir.
Bu koşullar altında, kapatma kararının orantısız ve radikal bir yaptırım olmayıp uygun, gerekli ve yerinde olduğu sonucuna varılmıştır.
KAPATMA KARARI VERİLMESİ GEREKİR DİYEN ÜYELERİN KARŞI OY YAZISI
Karşı oy yazısında dikkatimi çeken nokta şu: Mahkeme üye ekseriyeti açısından partinin 2007’de aldığı %47 oy laiklik ilkesi karşısında partiye meşruiyet kazandırmıyor .
AKP laiklik karşıtı fiillerin yaygın olarak işlendiği bir parti. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde sağladığı çoğunluk rejim ve demokratik siyasi hayat açısından büyük bir tehlikeye işaret ediyor.
Mahkeme kararlarıyla, anlam ve içerik kazanan laiklik yerine farklı bir laiklik tanımlayarak anayasa ilkesini geçersiz kılmaya yönelik yoğun çaba gösteren bir iktidar söz konusu mahkeme üyelerinin çoğunluğuna göre.
İktidarın MHP ile birlikte yaptığı anayasa değişikliği laikliğin arkasına dolanma olarak değerlendiriliyor. Anayasa değişikliğini cumhuriyetin temel niteliklerini ortadan kaldırmaya varabilecek somut bir adım olarak niteliyor. Mahkemenin yokluk kararı vermesinin nedeni bu.
TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın 23 Nisan 2006 tarihli konuşmasında katı laiklik uygulamasının insanların sosyal hayatını cezaevine çevirdiği ifadesi laiklik karşıtı eylemlerden sayılıyor.
Kapatma yanlısı üyeler, Laiklik karşıtı eylemlerin parti başkanı, parti yöneticileri, partili milletvekilleri, belediye başkanları ve siyasi yaşamda etkili üyeler tarafından ısrarla devam ettirildiği bu nedenle tehlikenin hazine yardımı mahrumiyetiyle önlenemeyeceği görüşündeler.
HAŞİM KILIÇ VE SACİT ADALI’NIN KARŞI OY YAZILARI
AYM başkanı Haşim Kılıç bu davada ret oyu verdi. Karşı oy yazısında AKP'yi laiklik karşıtı eylemlerin odağı olarak görmediğini açıkladı. Karşı oy yazısına manidar bir şekilde Rosa Luxembourg’dan bir söz koymuş. “özgürlük yalnızca ve daima farklı düşünenlerindir” Bu, Rosa gibi farklı düşünüyorum demek. Yazıyı okuyanlara bir mesaj verilmek isteniyor bence: “sandığınız gibi “gerici değilim”
Haşim Kılıç simdilerde muhalefette. AKP’yi hukuk devleti konusunda uyarıyor. Hatta hatırlarsanız Millet İttifakının cumhurbaşkanı adayı olarak adı geçmişti. Türkiye epey değişti. Görüyorsunuz.
Kararda etkili olan beş anayasa yargıcından ikisi Turgut Özal tarafından atanmıştı: Kılıç ve Adalı.
Bu nedenle Kılıç ve Adalı’nın yazdığı karşı oy yazılarını incelemek yerinde olur. olur. Bu iki üye Refah Partisi ve Fazilet Partisi davalarında da uzun karşı oy gerekçeleri yazmışlardı. Okumanızı öneririm.
Kılıç düşüncelerini şöyle geliştiriyor: Türk siyasi hayatında kapatma davaları devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve laikliğe aykırı eylemlerin odağı olma gekeçelerine dayandırılmıştır. Bunun da siyasi partilerin özgürlük alanını daralttığından bahisle savcının iddialarına katılmıyor.
AKP'nin başkan, milletvekili ve diğer yöneticilerinin başörtüsü yasağıyla ilgili beyanlarını düşünce ve ifade hürriyetinin kullanılması olarak yorumluyor. İmam hatip okulları ve Kur'an kursları ile ilgili ileri sürülen görüşleri özgürlük açıklaması olarak görüyor.
Savcının delil olarak dosyaya koyduğu 400 belgenin çoğunun spekülatif gazete kupür bilgileri olduğunu düşünüyor.
Laikliğin somut uygulamalarına aykırı söylemlerin şiddet içermediği sürece ifade özgürlüğünün güvencesi altında olduğunu düşünüyor. İktidar partisinin şiddet içermeyen laiklik karşıtı söylemlerini ifade hürriyeti olarak yorumluyor.
Kılıç, iktidar partisinin laikliğin uygulama biçimine karşı olduğunu, ama demokratik düzeni reddeden bir amaç taşımadığını ileri sürüyor. O nedenle davanın reddi gerekir diyor.
Sacit Adalı'nın karşı oyu delillerin isnat edilen eylemlerle örtüşmediğine dayanıyor. İtirazı büyük ölçüde usule dair. Delilleri zayıf, dosyayı toplama buluyor. Partinin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu görüşüne katılmakla birlikte kapatma müeyyidesini ağır buluyor ve hazine yardımından mahrumiyet yönünde oy veriyor.
KANADOĞLU’NA GÖRE KAPATMA DAVASINDA AYM’NİN YAPTIĞI USUL HATASI
Sabih Kanadoğlu, kapatma davasında usul hatası yapıldığı görüşünde. Ona göre üç oylamanın peşpeşe yapılması gerekirdi. İlk oylamada hakkında kapatma davası açılan partinin “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olup olmadığının” belirlenmesi gerekirdi. Bunun cevabı ya evet ya hayırdır. 7 oy veya üzeri evet oyu verilmiş ise partinin “odak olduğu” kararı verilmiş olurdu. İkinci oylamada partinin eylemlerinin ağırlığının oylanması gerekirdi. Üçüncü tur oylamada hazine yardımının kısmen mi yoksa tamamen mi kesileceğinin oya konulması gerekirdi.
Başkanın benimsediği oylama usulü nedeniyle laiklik karşıtı eylemlerin odağı olan partiye en hafif ceza verilmiş oldu.
Kanadoğlu yargılama sırasında büyük bir usül hatası yapıldığını, Başkan Haşim Kılıç sözlü açıklama ile mahkeme kararını tefhim ederken kullandığı ifadelerin de yanlış olduğunu ileri sürüyor.
Kanadoğlu, Kılıç’ın ülkenin ekonomik ve siyasi durumu göz önüne alarak karar verildiğini ifade etmesi hukuken kabul edilemez buluyor.
Bir partinin hem laiklik karşıtı eylemlerinin odağı olduğunu bire karşı on oyla kabul edeceksiniz. Hem de en az cezayı vereceksiniz. Böyle bir şey olamaz diyor Kanadoğlu. Ben de aynı görüşteyim.
KARARDAN SONRA NELER OLDU?
AKP kapatma davasından yara almadan kurtuldu. Hatta “kapatılamama” durumunu inisiyatif üstünlüğüne çevirdi. Arkasından Ergenekon ve Balyoz davaları başladı. Kemalist yargı iktidar partisi karşısında başarınız olunca, bu kez yargının içinde mevzilenmiş Fethullahçı kadrolar ABD’den aldıkları onay ile Kemalizmin bütün bakiye kadro ve kurumlarına karşı taaruzza geçtiler.
Önce bir kaç küçük çaplı teşebbüste bulunuldu. Bunların içinde en meşhuru Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin tutuklanmasıdır: 18 Eylül 2008.
Arkasından Ergenekon ve Balyoz davaları geldi. Nihat Taşkın, Zekeriya Öz, Mehmet Ali Pekgüzel, Aykut Cengiz Engin gibi örgütle iltisaklı savcılar peşpeşe davalar açtılar. Amaç orduyu çökertmekti. Bu davalarda ağır cezalar verildi. Yargıçların da Fethullahçı oldukları ilerde anlaşıldı.
Bu davalarda verilen mahkumiyet kararlarının pek çoğu 15 Temmuzdan sonra bozuldu. En son okuduğum bir yazıda 11 Eylül 2019 itibariyle beraat edenlerin sayısı 235.
2010’da yargı reformu adıyla gündeme getirilen Anayasa değişikliği Kemalist yargıyı tasfiye operasyonunun son çizgisi olacaktı.
KAPATMA DAVASININ SINIF TEMELİ
Anayasa Mahkemesi kararını bir başka yönüyle de irdelemek gerekir. O da- bence-sınıfsal hegemonya yönüdür.
Cumhuriyetin kuruluşundan beri küçük burjuva sınıfının yöneten sınıf olması hiçbir sınıfın hegemonyayı ele alacak güçte olmamasından kaynaklanıyordu. Bu sınıf ekonomik süreçlerin büyük ölçüde dışındaydı.
1950’den sonra küçük burjuva sınıfı ile burjuvazi arasında gerilim 12 Eylüle kadar devam etti. 12 Eylül Türkiye’de burjuva hegemonyasının tamamlanmasına tekabül eder. Akabinde Özal’ın cumhurbaşkanlığının sınıfsal anlamı budur.
1994 seçimlerinden itibaren eski rejimin muhafızları (Kemalist ordu, yargı, kamu yönetimi, üniversite) ile yükselişte olan İslamcılık arasında gerilim ortaya çıktı.
İki İslamcı partinin kapatılmasından sonra, Milli Görüş gömleğini çıkarmayı ve rejimin kırmızı çizgilerini aşmamayı taaahüt eden Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidarı almasına ses çıkarılmadı.
Bu sonuç, ABD (beynelmilel finans kapital) ve ülkenin kompador burjuvazisi ile Anadolu’dan yükselen yeşil sermayenin örtülü konsensüsü demekti.
Devletin eski sahipleri açısından AKP’nin, ekonomi politiği sorun yaratmıyordu. Fakat iktidar partisinin, kurduğu kadro ve eylemleriyle din temelli devlet kurma düşüncesinden vazgeçmediği açıkça belli oldu. Gerçi AKP kurmayları politikalarını uzun süre muhafazar demokratlık olarak pazarladılar. Kısmen başarılı da oldular.
AKP hakkında kapatma davası partinin oldukça güçlü olduğu bir siyasi konjonktürde açılmıştı. AKP seçim kazanmış bir partiydi: %47. İkinci sıradaki CHP %21’de kalmıştı. En yakın rakibinin iki katından fazla oy almıştı.
Parti 2007 cumhurbaşkanlığı seçimi krizini çok iyi yönetmişti. Cumhurbaşkanlığı seçim usulünü genel oya bağlayan anayasa değişikliğini gerçekleştirmişti.
Değişiklik referandum şartıyla meclisten geçmişti. AKP, cumhurbaşkanı seçilememesini erken genel seçim için siyasi fırsata dönüştürdü. Seçimlerde beklentilerin çok üstünde bir başarı elde etmeyi başardı.
2007 itibariyle Türkiye’yi şöyle yorumlayabiliriz: İktidarın AKP'ye verilmesinden sonra devletin geleneksel elitleriyle(askeri, mülki, yargı eliti, ve üniversite) periferiden gelerek merkeze yerleşmeye çalışan elitler arasında örtülü iç savaş daha da şiddetlendi. Bu sadece ideolojik, politik değil, sınıfsal bir süreçti de.
AKP kendisi karşısında mevzilenmiş eski elitleri Kemalistler olarak değerlendiriyordu. Bu ifade aslında laik Cumhuriyetçiler demekti. Ben de bu yazımda bu anlamda kullandım.
Bu sınıf devletin laik cumhuriyet niteliğini irticaya karşı tavizsiz bir şekilde savunma tutumunu kararlılıkla sürdürüyordu.
Bana kalırsa bu sınıf (eski elit) 1950'de iktidardan düşmüştü. Ama varlığını iktisadi iktidar dışı alanda koruyordu.
Bu sınıfın elinde sadece devletin laik karakteri ile özdeşleşmiş ideolojik hegemonya kalmıştı. Bunun dışındaki alanlar burjuvazinin eline çoktan geçmişti.
12 Eylül rejiminde görüldüğü üzere gerçek hegemonya sermaye sınıfını bileşenlerinin elindeydi zaten. Atatürkçülük ifadesiyle vurgulanan sadece Devletin ideolojik aygıtı idi.
Bu nedenle, Turgut Özal askeri rejminin ekonomi politik anlamda başbakanı oldu. (Ulusu Hükümeti) Sonra ANAP başkanı ve başbakan. Sonra da Çankaya’ya çıktı.
Bu süreci sadece Özal’ın kişisel ihtirası olarak yorumlamak doğru değildir. Sürecin sınıf temeli vardı.
Özal ve “demokrasi adına iktidara getirdiği elit” Türkiye'nin geleneksel elit/ iktidar yapısı zemininde önemli bir kayma olduğuna işaret eder.
İslamcılık iktidar alanına Turgut Özal devrinde “hülul” etti. Bundan sonraki yirmi yılda İslamcılar iktidarın diğer katmanlarıyla iç çelişkiler yaşamalarına rağmen ittifakın içinde yer almayı sürdürdüler. Daima bir adım geride durmayı bilerek.
Soğuk savaşın sona ermesi/reel sosyalizmin çöküşü ABD'nin 1950’den beri desteklediği merkez sağ partilerin çözülüşü ile eş zamanlı oldu. ABD’nin artık buna ihtiyacı kalmamıştı.
Elli yıl süreyle iktidarda kalan merkez sağın ideolojik üst yapı alanı ile ilgili bir sorunu yoktu. İktisadi hegemonya onlara yetiyordu.
2002’de ittifak bloku radikal bir değişikliğe uğradı. ABD’nin başka şeylere ihtiyacı vardı artık.
Türkiye burjuvazisinin AKP ile gerginlik yaşayacak ciddi bir meselesi yoktu. AKP’nin de global sermaye-uluslararası kapitalizm'le bir meselesi yoktu. Önemli olan bu noktaydı. Hegemonyanın iki cephesi kapitalizme tam entegrasyon konusunda tam bir uzlaşma halindeydi.
ABD (global sermaye) Kemal Derviş seçeneğiyle uygulatacağı her politikayı AKP’ye çok daha rahat uygulattı. Kemal Derviş aşırı seküler görünümlü bir aktördü. Beynelmilel sermaye çok akıllı bir manevra ile at değiştirdi. İktidar arzusuyla yanıp tutuşan “mütedeyyin bir ekip” 1.5 yıl içinde iktidara getirildi. AKP Kemal Derviş’in acı reçetesini yüksek dozlarda uyguladı ama tepki görmedi. Sebep doktorun kimliğiydi.
BİR OY FARK ASLINDA NEYİ AÇIKLAR?
AKP başlangıçta Kemalist eliti tedirgin etmeme/ etrafından dolanma politikasını denedi. Karşı devrim tavrı netleşince mesele çıktı.
Türban Savaşı bunun simgesel yönünü gösteriyordu. Mesele aslında devletin laik niteliğiydi. İslamcılar mülki idareyi zaten ilk elden fethetmişlerdi.12 Eylül bu anlamda milattır.
Elde ordu, yargı ve üniversite kalmıştı. Ordunun ABD'nin yeni Orta Doğu planlarına direneceği (BOP) anlaşılınca “Pentagon-Hizmet hareketi ortak planıyla” saf dışı edildi.
Burada son viraj Çankaya’daki son Kemalistin görev süresinin bitmesidir. Sezer törensiz, soğuk ve resmi bir yüz ifadesiyle Abdullah Gül’e cumhurbaşkanlığı makamını teslim etti. 50'lerden beri kurucu ideolojiye karşı sürdürülen milli iradeyi temsil söylemi AKP tarafından devralındı. Artık daha güçlü bir şekilde. Milli irade her şeye muktedirdi. Hatta laikliği kaldırmaya bile.
İktidarın geçmiş dönemde biraz çekingen bir tavırla sürdürdüğü laiklik karşıtı tutum gittikçe güç kazandı.
Zamanın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın davayı açma kararı bütün bu değişim ve dönüşümler dikkate alınarak anlaşılabilir.
Bu davanın açılabilmiş olması Öncelikle neyi ifade eder?
Abdullah Gül 28 Ağustos 2007’de Cumhurbaşkanı oldu. MHP'nin desteğiyle. Artık Sezer döneminde yaşanan sorunların hiçbiri yaşanmayacaktı. Eğer AKP bir karşı devrim partisi olmasaydı böyle bir dava açılmazdı.
Bu sonuç, ordu ve rejim yargısı açısından karşı devrimin genel oydan yararlanarak iktidara gelmesi demekti. Kapatma davası buna karşı bir reflekstir. Bu davanın açılmasına Cumhuriyet Başsavcısının-tek başına- kendi ihtiyarıyla karar verdiğini tahmin etmem. İktidarın henüz nüfuz edemediği devletin geri kalan bileşenleri ile istişare etmiş olmalıdır.
Dava açılınca, ABD ve Avrupa'da büyük tepki ile karşılandı. Yargı darbesi olarak yorumlandı.
Tepkilerin merkezindeki tema seçimleri demokratik yollarla kazanmış bir partiye bunun yapılamayacağı idi.
Ancak yargılama sonucunda şu ortaya çıktı: iktidar partisi cumhuriyetin laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı idi. Bu tespit bir kapatma nedeni idi.
Avrupa ve ABD’de resmi ve gayri resmi kuruluşlar iddianamenin laiklikle ilgili boyutu ile ilgilenmediler. Oysa ki kendi toplumlarının temeli aydınlanma ve laikliğe dayanıyordu.
Dava, kapitalist globalleşme ile son derece uyumlu iktidara karşı kurucu ideolojinin (Kemalizm) meydan okuması olarak görülmüştü. Onları Türklerin laik cumhuriyeti değil, Türkiye’nin kapitalizme tam entegrasyonu ilgilendiriyordu. Devletin iki kurucu değerinden (bana göre cumhuriyetçilik ve laikliktir) birinin bir oy farkla kaybetmesinin nedeni budur.
AKP KAPATILSA NE OLURDU?
AKP kapatılsa ne olurdu? Kanımca, aynı Refah ve Fazilet Partisi kararlarından sonra olduğu gibi bir süreç yaşanırdı.
Siyasi yasak kapsamında olmayan İslamcı kadrolar ile yola devam edilirdi. Hükümeti kuracak yeni bir parti kurulurdu. Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olduğuna göre siyaset yasağı getirilemezdi. Erdoğan'ın işaret edeceği emanetçi bir siyasetçi partinin başına geçer; hükümeti kurardı.
Çok Okunanlar

Erdoğan'ı tek bir isim geride bırakıyor!

Altın Oran: 'Kürt’ün onuru Türk’ün gururu'!..

Şahane aşk şarkıları: Mustafa Kemal’e aşık kadınlar

Terör örgütü PKK elebaşı Öcalan'ın 28 sayfalık 'İmralı' notları

Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi 'kapatmama' kararı (2008)

Teröristbaşı Öcalan'dan açılım komisyonuna 'uyarı'

Uraloğlu'ndan sonra Şamil Tayyar da erken seçim için tarih verdi!

Sinem Topaloğlu'nun katilinin ilk ifadesi ortaya çıktı

Boşanma aşamasındaki eşini hayattan koparmıştı

Şamil Tayyar'dan gündeme oturacak iddia