ALİ FUAT BAŞGİL MİLLİ MÜCADELE YILLARINDA FRANSA’DA İDİ
Başgil Hoca’nın biyografisinde benim ilk dikkatimi çeken Milli Mücadele devam ederken Fransa’da olmasıdır. Hoca 1893 doğumludur. Birinci Dünya savaşında ihtiyat zabiti olarak silah altına alınmıştı. Henüz liseyi bitirmemişti. Mütareke ile terhis edildi. 1920-1929 arasında Fransa’da öğrenim gördü. Lise, üniversite ve doktora öğrenimini bu yıllar arasında tamamlandı. (Grenoble ve Paris Hukuk) Ülkesine döndü. Kısa süre sonra Doçent olarak atandı.
Hocanın özellikle sağ çevreler tarafından yazılmış biyografisi etkileyicidir. Sadece hukuk değil, sosyoloji, antropoloji dahil olmak üzere bir çok yan daldan sertifika aldığı anlaşılıyor. Gerçi bunlar hep diploma olarak yazılmış; ama olamaz. Yan dal belgesi olabilir.
Fakat beni en çok ilgilendiren nokta şudur: Birinci Dünya Savaşına katılan pek çok ihtiyat zabiti, Milli Mücadelede tekrar silah altına alındı. Başgil’in 1920’den sonra Anadolu’ya geçmek yerine neden Fransa’ya gidişi ilginç. Bir de o kadar yıl hangi maddi kaynaklarla öğrenimine devam ettiğini merak ediyorum doğrusu.
Öğrendiğim kadarıyla Başgil’in ailesi Samsun Çarşamba’nın önde gelen ailelerinden biri. Eşraftan ve ilmiyeli. Gene de ayrıntıları öğrenmek isterdim. Dokuz yıl boyunca Başgil’in Fransa’da nasıl yaşadığını merak ediyorum. Fakat hiçbir kaynak ve bilgiye rastlamadım.
Fransa’nın toplumsal-siyasal-ideolojik ciddi dönüşümler geçirdiği iki savaş arası dönem bu. Solda bölünme var. Sol, Komintern ve İkinci Enternasyonala bağlı olanlar biçiminde bölünüyor. Sosyalizm komünizm tartışması var. Solda önemli isimler Daladier, Herriot. 20 lerde “Sol Kartel” kurulmuş. Sağda da Radikal Partiden Gaston Doumergue önemli bir siyasetçi. Bunların yaşandığı Fransa’da bir doktora öğrencisi var: Çarşambalı Ali Fuat Başgil.
Başgil doktora tezini Yeni Devletin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya ithaf etmiş. 1929’da Türkiye’ye dönmüş. Ankara ve İstanbul’da yüksek öğretim kurumlarında görevler almış. Başgil Hocanın Kemalist üniversitenin kuruluşuna etkin bir şekilde katıldığını söyleyebiliriz.
Başgil, Türkiye’ye döndükten kısa bir süre sonra Doçent olarak atandı. Profesör ve Ord. Prof. olması da uzun sürmedi. Yurtdışında öğrenim görmüş, doktora yapmış olmak ona hızla yükselme konusunda büyük avantaj sağlamış olmalıdır.
BAŞGİL’İN KEMALİST ELİTTEN KOPUŞU:DİL VE DİN MESELELERİ
Başgil’in 30’larda yazdığı yazılar devrim ideolojisi ile son derece uyumludur. O yıllarda Başgil’in tipik bir Kemalist elit olduğunu söylemek doğru olur.
Başgil’in bu yapıdan kopmasına neden olan birkaç uğrak noktası vardır: Milli Şef dönemi pratikleri bunların başında gelir. Laiklik, üniversitelerde bilim dilinin öz Türkçeye çevrilmesi gibi. Bu gündem onu yavaş yavaş Kemalist elitten uzaklaştırır.
Bir olayı detaylı anlatmakta yarar var. Başgil bunu uzun uzun hatıralarına aldığına göre. Sanırım tarih 1942 olmalı. Öztürkçeçilik olanca hızı ile devam ediyor. Başgil Hoca , dilde devrime karşı, tekamülden yana. Sözcük üretme çalışmalarına karşı. Hatta istihza ile karşılıyor çoğu zaman. Velidedeoğlu ile bir birinlerine takılıyorlar. Velidedeoğlu ile hukuku İsviçre yıllarından kaynaklanıyor olabilir. Başgil İsviçreye sık sık gidip gelen bir hoca. Velidedeoğlu da doktora için uzun süre İsviçrede bulunmuş.
Başgil, zaman zaman Üniversite rektörü, Milli Şef İnönü, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ile karşı karşıya geliyor.
İlk zıtlaşmalar üniversite dil komisyonlarında gerçekleşiyor. Sanırım o tarihlerden itibaren İsmet Paşa muarızı. Bence İnönü’yü küçümsüyor da. Bu tavrı Birinci meclisteki ikinci grupçuların tavrına benzettim. “Sırmalılar” diye bir ifadeleri var. bununla zabitan sınıfı kastediliyor. Sırmalılar İttihatçılar ve Kemalistler. Sivillik ve demokratlık sırmalılara karşı olmaktan geçiyor. Erzurum kongresi günlerinden beri. İnönü’yü entelektüel bulmuyor.
Başgil, bazı sözcüklerin kullanılmasına karşı çıkıyor. Bazı itirazlarında haklı bulunuyor. Ben de aynı kanıdayım. Örneğin TBMM karşılığı olarak kabul edilen Kamutay sözcüğüne itiraz ediyor. Her sözcük bir tarihi bağlama oturur diyor. Kamutay zorlama bir sözcük ve Türkiye Büyük Millet Meclisini karşılamaz. Onun büyüklüğünü, tarihini zayıflatır düşüncesinde. Burada Başgil hoca ile aynı düşünüyoruz. TBMM Başgil’in direnişi sayesinde kurtuluyor.
BAŞGİL KİMLERDEN NEDEN HOŞLANMIYOR?
Başgil, Atatürk devrimleri ile ilgili çoğunlukla suskun. Laiklik meselesinde hep İnönü’ye yükleniyor. Oysa ki laiklik cumhuriyetin ve Atatürk devrimlerinin en temel ilkesi.
Bütün cumhuriyet elitinde var olan bir düşünce onda da var. “Dini mürtecilerin elinden kurtarmak, aydın din adamı yetiştirmek”
İnönü’nün din adamı yetiştiren kurumları tamamen ihmal ettiğini söylüyor. Bu doğru değil. Milli Şef dönemi Diyanet politikası Diyanet teşkilatının ihtiyacından daha fazla din eğitimi verecek okul açmamak. Bence doğru politika.
Başgil’in “din eğitimi özendirilmiyor” ifadesi doğru. Laik devlet de doğru olan tercih bu olmalı zaten. Başgil bundan şikayetçi. Ben değilim. İhtiyaca göre ve sınırlı sayıda personel alımı yapılıyor. Ona göre de kurslar var. Din derslerinin seçmeli ders olarak devlet okullarında okutulması da yine İnönü devrinde gerçekleşmiş. 1946’ten sonra.
Açıkca belli ki, Başgil İnönü’den hiç hoşlanmıyor. Fuat Köprülü ve Hamdullah Suphi de benzer nedenlerle “Büyük Atatürk” ü pek sevmezlerdi. Ama belli etmemeye çalışırlardı.
Başgil, CHP içinde örgütlenmiş, siyaset adamı, gazeteci, akademisyenler hakkında genelde olumsuz düşünüyor.
Bu hislerin kökeninde 1940’lardaki bazı olaylar var. Gazeteciler Falih Rıfkı Atay, Ahmet Emin Yalman’dan da pek olumlu söz etmiyor.
Rektörler, Cemil Bilsel, Tahir Taner, Sıddık Sami Onar’ı da hem bilim adamı ve idareci olarak beğenmiyor. Parti- devleti karşısındaki tutumlarını alaycı bir dille eleştiriyor.
HÜR FİKİRLERİ YAYMA CEMİYETİ
Başgil, yanına Fevzi Paşa, Tevfik Rüştü Aras, Ahmet Emin Yalman, Zekeriye Sertel gibi İnönü kırgınlarını alarak Hür Fikirleri Yayma Cemiyetini kuruyor. Aynı isimle bir de dergi çıkarmaya başlıyor (1947) Grup çok kısa süre sonra dağılıyor. CHP’li bazı partizanlar Cemiyeti Komünistlikle suçlayınca önce Fevzi Paşa ayrılacak Hür Fikirler topluluğundan. O arada Fevzi Paşa’nın cemiyetle tek ortak noktası var. İsmet Paşa’ya karşı olmak. Fevzi Paşa’nın liberal düşünce ile pek bir ilgisi yok.
DEMOKRAT PARTİ ÖNDERLERİ İLE İLİŞKİLERİ
Kuruluşundan itibaren parti önderleri Başgil’i , DP’ye almak istiyorlar. Onu önemsiyorlar. Milletvekili adaylığı teklif ediyorlar.
Başgil’in isminin 50’lerde DP ile anılması son derece normal. Bütün muhalifler DP’den teklif alıyor. Bunlardan bazıları miletvekili seçiliyorlar. Örneğin Ali Fuat Paşa, Halide Edip Adıvar hatta Nadi Nadi. Cumhuriyet Gazetesinin İsmet Paşa ile arası açılıyor İkinci Dünya Savaşı yıllarında. Sıkıyönetim bir çok kez gazeteyi kapatıyor uzun sürelerle. Nadir Nadi iki dönem DP listesinden milletvekili seçiliyor. Partiye girmeden bağımsız milletvekili olarak. Aynı durum Ali Fuat Paşa için de geçerli.
Demokratlar Mehmet Ali Aybar’a da teklif götürülüyor. Aybar “Zincirli Hürriyet” bildirisinin yazarı olarak biliniyor. Ve devrinin önemli bir entelektüeli. Aynı zamanda Devletler Hukuku doçenti.
Başgil Hoca, aktif politikaya girmek istemiyor. DP’nin iktidarda olduğu üç dönemde milletvekili adaylığı tekliflerini kabul etmiyor. DP’ye her konuda destek vermekle birlikte. Yeni Sabah gibi gazetelerde yazılar yazmaya devam ediyor. 50’li yıllar boyunca.
27 MAYIS’TAN SONRA BAŞGİL’E SUÇLAMALAR
Başgil 27 Mayıs’tan sonra “düşüklerin akıl hocası” olmakla suçlandı. Hakkında epey olumsuz yazılan yazıldı. Onun Çankaya sofrasında sabık iktidara “tenkil tavsiye ettiği” haberleri elbette doğru değildi. Tenkil sözü Bayar’a aittir. Başgil Demokrat Partiyi kurtaracak çözümler bulmaya çalıştı. Ama artık zaman kalmamıştı.
Hakkındaki yayınlar üzerine Cumhuriyet Gazetesine bir yazı gönderdi. Hoca’nın hatıralarında bu konu “Sabık iktidar zamanına ait bir hatıra” başlığı altında ele alınmış. Başgil’in yazısını gönderdiği gazete ilginç: Cumhuriyet.
Başgil’in Falih Rıfkı Atay ve Ahmet Emin Yalman ile arası zaten iyi değil. Falih Rıfkı, Komiteyi Başgil’e karşı kışkırtıyor. Gerici ve mürteci kitlenin elebaşısı olarak ihbar ediyor. Kendisini uyaranlar da var. Mesela Tiritoğlu “bu sıralarda yazma ve konuşma” diyor Hocaya.
BAŞGİL SIKIYÖNETİM MAHKEMESİNDE NEYLE SUÇLANIYORDU?
Başgil, tutuklandığında TCK 159 ile suçlanmıştı. Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi tahliye kararı verdi. Dönemin sıkıyönetim komutanı Cemal Tural “bu adam çıkacak ha!...diye öfkelenince II Nolu mahkemede başka bir dava açıldı.
Başgil, Kurucu Meclisin teşekkül tarzı ile ilgili yazdığı yazı nedeniyle tutuklanmıştı. Tahliye edilmesini engellemek için bu kez “milli menfaatlere aykırı hareket etmekten” dava açılmış tutukluğunun devamı sağlanmıştı.
BALMUMCU KIŞLASINDA TUTUKLULUK GÜNLERİ
Başgil Hoca’nın tutuklu yargılanacağı kesinleşince Balmumcu Kışlası’na sevk etmişler. Buraya götürüldükten sonra fiziki olarak rahat ediyor. Çünkü Kışlaya bütün siyasi tutukluları toplamışlar.
Başlangıçta, görüşme yasağı uygulansa da sonrasında siyasi tutuklulara uygulanan rejim epey gevşemiş. Bütün bunlar gerçekleşirken Kurucu Meclisin toplandığını ve anayasa yapım sürecinin başladığını hatırlayalım. Balmumcu’da siyasi tutuklular var ama bir taraftan da Ankara’da Kurucu Meclis çalışmalarına başlamış. Bu süreç 1961 Temmuzuna kadar devam edecek. Halkoylaması yapılacak. Balmumcu’da koğuşlar arası görüşmelere, sohbet toplantılarına serbesti getiriliyor. Radyoda hep birlikte Yassıada Saati yayınlarını dinliyorlar.
Koşullar biraz Malta Sürgünlerinin Polverista Kışlası günlerini hatırlattı bana. Felsefe, edebiyat, tarih toplantıları yapılmasına izin veriliyor. Görevli subaylar da izliyorlar bu toplantıları.
Tutukluluğun başlangıcındaki koşullar epey düzeliyor. Sonrasında hocayı kollayan bir düzen kuruluyor. Hocanın “Kartiyer” diye tanımladığı sevilen-tanınmış tutuklular etrafında örgütlenmiş büyükçe koğuşlar olmalı bunlar. Koğuşlar arası geçişlerin serbest olduğu belli.
Balmumcu’dan her gün Yassıada’ya tanıklığa veya ifadeye götürülenler var. Yassıada Vapuru her gün Dolmabahçe Rıhtımından kalkıyor. Oradan yargılama saatleri sonrasında geri dönüyor. Yargılamalar Yassıada Saati adı altında radyoda açık olarak yayınlanıyor. Bu yayınlar bütün Türkiye’de dikkatle izleniyor.
KURUCU MECLİS ÜYELİĞİNİ KABUL ETSEYDİ NE OLURDU?
Kurucu Meclis yasası çıktıktan sonra CKMP’den Fuat Arna Başgil Hocayı aramış. Parti kontenjanından Temsilciler Meclisi üyeliği teklif edilmiş. Fakat Hoca Kurucu Meclisin korporatif teşekkül tarzına karşı olduğu için kabul etmemiş. Hatta Kurucu Meclis Yasası aleyhine yazılar yazmış. Benim görüşüm bu iken kabul edemem demiş. Başgil kabul etmeyince CKMP, Abdülhak Kemal Yörük’e teklif etmiş. Kemal Yörük Hoca kabul etmiş. Kurucu Meclis’te Yörük’ün CKMP kontenjanından üye olmasının nedeni Başgil’in kabul etmemesi. Hoca kabul etseydi belki de Anayasa komisyonu üyesi olacaktı.
YASSIADA’DA ŞAHİTLİK: BAŞOL VE EGESEL’E DAİR
Hatıralardan Başgil Hoca’nın birkaç kez Yassıada’ya götürüldüğünü anlıyorum. Hatta kendi davasından beraat kararı verildikten sonra da tanık olarak Yassıada’ya davet edilmiş olduğu görülüyor.
Hoca’yı Balmumcu’dan Beşiktaş İrtibat Bürosuna getiriyorlar. Oradan Vapurla Yassıada’ya götürüyorlar. Yüksek Adalet Divanı Başsavcısı Ömer Altay Egesel birkaç gün önce Üniversitede bir toplantıya davet edilmiş. Orada “Başgil’i anasından doğduğuna pişman edeceğim” gibi sözler etmiş.
Yargılama kayıtlarını incelediğimde Divan Başkanı Başol’u ve Başsavcı Egesel’i hukuk adamı olarak hiç beğenmedim. Sanık ve tanıklara karşı tutumları olağanüstü kötü.
Bu tutum gücü ele geçirdiğinde kötü muamelede sınır tanımayan kasaba jandarma kumandanlarını çağrıştırdı bana.
Demokratların iktidarları döneminde işledikleri pek çok suça rağmen yargılama heyetinin bu ilkel tutumu nedeniyle haksızlığa uğradılar intibaına neden olmuştur. Örtülü ödenekten Necip Fazıl’a İsmet Paşa’yı kötülesin-aşağılasın diye yüzbinlerce lira veren Adnan Bey “bigünah”sayılabilmiştir.
Yüksek Adalet Divanı Başkanı Salim Başol da böyle biri. Her ikisinin tutumu da hukuk adamlığı kimliği ile bağdaşmıyor. Galiba Başol’un sözü olmalı “sizi buraya tıkan irade böyle istiyor” demiş bir defasında. Dar görüşlü insanlar bunlar. Tarih bilgileri neredeyse hiç yok. Devrin bir gün değişeceğine dair hiçbir öngörüleri olmamış. Demokrat Parti yönetiminin yargıya karşı hoyrat muamelerinin intikamını almaya çalışmışlar çoğu zaman.
Mesela Başsavcı Egesel, Başgil’i işaret ederek, “şahidin yeri şu parmaklıkların arkası olmalıydı “ diyebiliyor. Tutuklu sanıkların bulunduğu bölümü göstererek. Hakikaten esef edilecek bir durum. Başgil Hocaya burada tamamen katılıyorum.
TAHLİYE TALEBİ REDDEDİLİNCE KALP SIKINTILARI BAŞLIYOR
Başgil Hoca’nın Balmumcu’da iken Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde tahliye talepleri iki defa reddediliyor. Kalp sıkıntıları başlıyor. Tutuklu doktorlardan biri Kinidin ve Koramin ile tedaviye başlıyor. Beklenen tahliye gerçekleşmeyince Hukuk Fakültesi Dekanı Naci Şensoy hocayı ziyarete geliyor. Ceza Hukuku kürsüsünden Sahir Erman’a vekalet vermenin doğru olacağı kanaatine varıyorlar. Başgil, içinde Sahir Hoca’nın da bulunduğu bir hukukçu ekip tarafından savunuluyor. 29 Mart 1961’de tahliye ediliyor. İki duruşma sonra beraat kararı çıkıyor.
SİYASETE DAVET EDİLME
Adalet Partisi Samsun teşkilatından Ali Fuat Alişan Çarşambalı Başgil Hocayı partiye davet ediyor. Bu sırada partinin genel başkanı Ragıp Gümüşpala. AP’nin içinde Başgil’i genel başkan yapmak isteyenler var. Gümüşpala’nın başkanlığını geçici görüyorlar. Bir çeşit siyasi paratoner Gümüşpala Paşa. AP’liler onun Komiteye kırgınlığından yararlanarak arkasında mevzileniyorlar.
Başgil , 1950’de olduğu üzere partisizliğini ileri sürüyor. “Başımızda bulunun” ricaları üzerine Senato adaylığını kabul ediyor. Bu suretle Başgil, AP listesinden aday gösteriliyor.
Seçimler sırasında yurtdışında bulunuyordu. Brüksel, Lizbon ve Cenevre’de İdari İlimler Uluslar arası Enstitüsü toplantılarına katılıyordu.
Seçimler 15 Ekimde yapıldı. Sonuçlar belli oldu. Seçilmiş senatör Başgil, 21 Ekim 1961’de Cenevre’den Türkiye’ye gelmek üzere hareket ediyor. Bu tarih Harp Akademilerinde Silahlı Kuvvetler Birliğinin TBMM’nin açılışına müdahale protokolü yaptığı gündür.
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı AP İl Başkanını dönüş programı konusunda uyarmış. Hoca 22 Ekim günü 17.30 da Yeşilköy’e inmiş. Büyük bir izdihamla karşılanmış. Eski öğrencileri Ferruh Bozbeyli ve Tahsin Demiray karşılama heyeti içindeler. Bu iki isim Adalet Partisinden milletvekili seçilmişlerdi.
23 Ekim’den itibaren Başgil, Ankara yolunda. Her yerde partizanların tezahüratıyla karşılanıyor. Cumhurbaşkanı adaylığı teşvik ediliyor. Hoca bundan çok hoşnut oluyor. Öte yandan Ankara’da başka gelişmeler var. Çankaya’da Komite, ordu yüksek komuta kademesi ve siyasi parti genel başkanları TBMM’nin açılışı ve normalleşme ile ilgili bir görüşme yapıyorlar. Toplantının ikili amacı var. Harp Akademileri protokolünü işlevsizleştirmek ve Gürsel’i cumhurbaşkanı seçerek İkinci Cumhuriyetin kurumlarını çalıştırmaya başlamak.
BAŞGİL İYİCE CUMHURBAŞKANLIĞI HAVASINA GİRİYOR
Başgil’in etrafındaki ekip bu gelişmeleri hiç dikkate almıyor. Kendi coşkulu gündemleri ile yola devam ediyorlar. Şunu hatırlatmak isterim mi 5 Eylül’de Çankaya’da bir yuvarlak masa toplantısı yapılmış, parti genel başkanları ile seçimlerin muhtemel sonuçları üzerine bir protokol daha yapılmıştı. Başgil’in etrafındaki heyet bu müzakereleri görmezden gelerek mecliste sonuç alabilecekleri düşünüyor olmalılar.
Amaçları Başgil’i aday göstermek ve cumhurbaşkanı seçtirerek 27 Mayıs İhtilalini TBMM’nin açılışı ile birlikte yenilgiye uğratmak.
Bazı AP, YTP ve CKMP milletvekilleri de kendisini ziyaret ediyorlar. Bu coşkulu hava karşısında Başgil’e iyice bir güven geliyor. El yazısı ile TBMM başkanlığına hitaben bir dilekçe yazıyor. Artık dayanamıyor ve adaylığını ilan ediyor.Kendisini destekleyen milletvekilleri de dilekçeye isimlerini ekleyip imza ediyorlar. Hoca bu imzaların çok sayıda olduğunu yazmış. Ama imzacıların kaç kişi belli değil. Bu sayıyı, Gürsel’in seçildiği oturumda verilen boş oyların sayısı ile karşılaştırmak bakımından önemlidir. Gerçekten Başgil’in seçilebilme ihtimali var mıydı? Bu sayılardan anlaşılabilir.
BAŞVEKALETTEN GELEN GÖRÜŞME TALEBİ
Türk sağında şöyle abartılı bir iddia vardır. Başgil Hoca’yı başına silah dayayarak tehdit ettiler. Adaylığını engellediler. Eğer engellenmese Cumhurbaşkanı seçilmesi çok güçlü bir ihtimaldi.
İki ifadede yanlış. Gerçek şudur: 24 Ekim protokolü varken Başgil’in protokolü delerek aday olabilmesi mümkün değildi. Adaylığı elbette anayasal haktı. Ama reel politik böyle demiyordu. Bu seçim herhangi bir seçim değildi. İktidarı sivillere devretme seçimi idi.
Başgil, 1966’da Demirel’in gördüğü realiteyi göremedi. Fazlasıyla kitabi davrandı. Olağanüstü koşullara göre bir strateji izlemesi gerekirdi.
Yüksek Adalet Divanı kararlarının tefhiminden 45 gün sonra rövanş fırsatı verilmesi mümkün değildi. Bu eşyanın tabiatına aykırı idi.
Ayrıca orduda Milli Birlik Komitesini aşan gelişmeler vardı. İktidarın komitenin elinden tamamen kayıp gitmesine yol açacak bir gelişmeden en çok Adalet Partisi zarar görürdü. Bir gün önce Çankaya’da yapılan protokol ile orta yol bulunmuştu.
Ordudaki müfrit (öfkeli) kesimin harekete geçmesini engelleyecek tek şey, Gürsel-İnönü-Gümüşpala-Bölükbaşı ve Alican’ın birlikte davranmasıydı. Bunun yolu da Gürsel’i cumhurbaşkanı yaparak statükoyu sivilleştirmek olabilirdi.
Başgil, adaylığını örgütleyen müfrit grupla otelde toplantı halindeydi. Hoca belki de cumhurbaşkanlığı hayalleri kuruyordu. Bilemeyiz.
Başvekaletten bir emir subayı geldi. Fahri Özdilek tarafından davet edildiği tebliğ edildi. Özdilek fiilen başbakanlık yapıyordu. Gürsel Paşa, Milli Birlik Komitesi başkanı ve başbakandı. Komitede Gürsel’den sonra en kıdemli general Özdilek idi. Orgeneral rütbesindeydi.
Davete icabet edildi. Hocaya, Tevetoğlu, Alişan, Pehlivanoğlu refakat ettiler. Başgil, başvekalette Fahri Özdilek ve Sıtkı Ulay tarafından karşılandı.
Hocanın yazdıklarından meseleyi kavrayamadığı anlaşılıyor. Hoca uzun uzun milli mücadele hatıralarından, yedek subaylığından bahsetmiş. Esas Teşkilat dersleri vermiş paşalara. Yazılanlardan paşaların hürmetle dinlediklerini çıkarıyorum.
Başgil Hoca, arada Milli Şef dönemini eleştirmiş, Devlet teorisi dersleri vermeye devam etmiş. Jandarma dipçiğinden, halkın hükümete soğuduğundan bahsetmiş. Arada İsmet Paşa laf soktuğundan eminim.
Eğitim, idare siyaset adamları üzerine uzun uzun konuşmuş, paşalara ders vermiş. Özdilek ve Ulay paşalar sabırla dinlemişler.
Nihayet Ulay paşa: “ çok enteresan fikirler. Fakat asıl konuşmak istediğimiz bir mevzu var. Müsaade ederseniz. Onu konuşalım” diye sadede gelmiş.
Görüldüğü gibi hiç de başına silah filan dayanmış değil Başgil hocanın.
Ulay çok açık bir şekilde: “Gürsel Paşa’nın karşısında başka bir adaylığa müsaade edemeyiz”; orduda MBK iradesini aşabilecek yeni bir cunta var. “hayatınızı garanti edemeyiz” demiş.
Başgil’in bu açıklamadan şaşkınlığa uğraması çok şaşırtıcı. Karşısında ihtilal hükümeti var. Başgil çok adaylılığa paşaları ikna etmek için epey uğraşmış. Adil ve serbest bir şeçim yaptınız. Bunu tamamlamanız lazım demiş.
Hatt onları ikna etmek için “Gürsel’in seçileceğinden eminim. Serbest seçimle bu mevkiiyi kazansın” ifadelerini kullanmış. O günkü koşullarda, Başgil’in böyle bir seçimin olabileceğini düşünmesi bana hakikaten tuhaf geldi.
Yani Başgil kazanacak. Devlet onun karşısında hizaya girecek. Böyle bir şey olabilir mi? Siyaset tarihi bunun imkansız olduğunu bize gösteriyor.
Gürsel’in seçimini vesayetin devamı olarak yorumlayanlar vardır. Ben öyle düşünmüyorum. Bu yeni rejimin kuruluşu. İkinci Cumhuriyet böyle kuruldu. Yeni bir müdahaleye yol açmadan geçiş ancak böyle sağlanabilirdi.
Başgil’in Samsun Senatörü seçildiği Adalet Partisi, özellikle taşra teşkilatı, anayasanın reddi için çalışmıştı.
“hayırda hayır vardır. Gözlerime bak anlarsın” propagandası yapmıştı. Bu doğrudan anayasayı reddettirmek içindi. Mesele anayasa da değildi. 27 Mayıs yönetimini meşruiyet krizine sokmaktı.
Hocanın beklentisi, Adalet Partisi içinde Çankaya protokolünü delmek isteyen müfritler ve diğer partilerden gelecek destekle Cumhurbaşkanı seçilebilmekti. Oysa ki bu TBMM’nin açıldığı gün 27 Mayıs ihtilalini yenilgiye uğratmak anlamına gelirdi.
Böyle bir geçiş döneminde ne MBK ne de SKB içindeki kadrolar iktidarı bu koşullarla devretmezlerdi. 27 Mayıs karşıtı cephe başarılı olsaydı. Milli Birlik Komitesini devre dışı bırakan başka bir darbe olurdu. Ortalık karışabilir. TBMM açılamaz. APlilerin başına epey kötü şeyler gelebilirdi. 1962 ve 1963 Talat Aydemir başkaldırılarını hatırlayınız.
Hoca olamayacak bir seçeneği fazlasıyla zorlamış. Konuşmaların sonunda epey tedirgin olmuş. Yazdıklarından öyle anlaşılıyor.
BAŞGİL CUMHURBAŞKANI SEÇİLEBİLİR MİYDİ?
Başgil, 26 Ekim 1961 günü cumhurbaşkanı seçilemezdi. CHP ve diğer partilerin yeni seçilmiş milletvekili ve senatörleri Çankaya Protokolüne bağlı kalırlardı. Başgil’i öne süren hizbin gücü bence verilen “boş oylarla” sınırlı idi. Yapılan oylamanın sonucuna bakmak gerekir. Cemal Gürsel’e verilen oy :434, boş oy sayısı: 156. Bu arada İnönü’ye, Ürgüplü’ye, Başgil’e ve Bayar’a verilmiş oylar vardı.
Şimdi denilebilir ki “serbest seçim yapılmadı” Bu kısmen doğrudur. Ortada bir pazarlık vardı ve taraflar taahhütlerine uydular. Yeni rejimler böyle kurulur tarihte. Fransa’da V. Cumhuriyetin kuruluşu, General Charles de Gaulle’ün cumhurbaşkanı seçilmesi, Türkiye’de Cumhuriyet devriminin gerçekleşme koşullarını düşünelim. Rejimlerde eşik atlama böyle olur.
Başgil Hoca müfritlerle istişare etmek yerine, partinin genel başkanı Gümüşpala ile görüşmesi daha doğru olurdu.
Başgil, Fahri Özdilek için “halk efkarından ve memleket realitesinden habersiz” olduğunu yazmış. Ama kendisi de “siyaset realitesinden” pek haberdar görünmüyor. Siyasetin dinamikleri çoğu zaman Anayasa hukuku kitaplarında öngörüldüğü gibi olmaz.
Bir de “demokratik cephenin kazanması” diye bir ifade kullanıyor hatıralarında. CHP dışındaki bütün partiler demokratik cepheyi oluştururken, seçimlerden birinci çıkan ve milyonlarca yurttaşın oyunu alan Cumhuriyet Halk Partisi’ni “demokratik” bulmuyor. İsmet Paşa ve CHP husumeti Başgil hocanın muhakemesini epey bozmuş bence.
Dahası, CHP dışındaki partilerin kendi adaylığı etrafında birleşeceğini sanıyor. Bu siyaseten gerçekçi değil.
CUMHURİYETÇİ KÖYLÜ MİLLET PARTİ PARTİSİ İLE İLİŞKİLER
Demokrat Parti kapatıldığı için Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi meydana gelen siyasi boşluğu doldurabilirdi. Hatta bu yönde bir hareketlenme de oldu. Partinin lideri malum: Osman Bölükbaşı.
Bölükbaşı, Demokrat Partinin kuruluşuna katılmış sonra yolları ayırmıştı. Başgil ile “27 Mayıs sonrası siyasi dengeleri” birkaç defa görüştüğü anlaşılıyor.
Başgil CKMP’ye büyük kredi açıyor. Bir süre sonra sandık ortaya geldiğinde CHP yine seçilemeyecektir diyor. CHP’yi “Moskova modası devletçilik” ve laiklikle suçluyor.
Şöyle bir mantık yürütüyor. DP’den boşalan alanı ona yakın bir parti doldurabilir. Bu da CKMP’dir. Hatıralardan Bölükbaşı’nın Hocayı siyasi faaliyetlerin serbest bırakılmasından sonra CKMP ye davet ettiği anlaşılıyor.
BAŞGİL CHP DIŞINDA BİR KOALİSYONA ÖNCÜLÜK EDEBİLİR MİYDİ?
Başgil, senatörlükten istifa ederek İstanbul’a döndü. Bir süre sonra İstanbul milletvekili Ferruh Bozbeyli ve Rize milletvekili Arif Hikmet Güner tarafından ziyaret edildi. Tarih: 7 Kasım 1961.
Ziyaretçiler Başgil Hocadan CHP dışındaki partilerin birlikte hükümet kurmasına öncülük etmesini istediler.
Başgil, siyasilerle görüşmek üzere Ankara’ya gitti. Ankara’da hava hiç de buna müsait değildir. Bu gelişmeler bazı milletvekillerinin parti genel başkanından bağımsız hareket ettiğini gösteriyor. Liderler (Bölükbaşı ve Alican) olaya müspet yaklaşmadılar.
Bölükbaşı başbakanlık teklifini bile kabul etmedi.. “memleketin selameti” açısından kabul edemem dedi.
Bölükbaşının tutumunu sadece “askerler kabul etmezler” olarak yorumlamak doğru değildir. Yeni Türkiye Partisi de Demokrat Partiden liberal argümanlarla ayrılanların kurduğu bir parti idi. Ekrem Alican Milli Birlik hükümetinde bakanlık kabul etmiş bir siyaset adamıdır. CKMP ise 50’lerde siyasetini hem CHP hem de DP karşıtlığı üzerine inşa etmişti.
Bu konuda bir tespitte bulunmak isterim: İsmet Paşa’nın ikinci hükümetinin istifasından sonra bile (1963) CHP’nin karşısındaki partiler ortak hükümet kurma konusunda tereddütlü idiler. İsmet İnönü üçüncü hükümetini bağımsızlarla kurduğuna göre CHP karşıtı cephenin hükümeti kurma koşulları henüz ortada yoktu. Bu koşullar Demirel’in AP ye genel başkan olmasından sonra doğacaktır.
BAŞGİL’İN 1965 SONRASI DURUMU
Başgil Hoca senatörlükten istifa ettikten sonra İsviçre’ye gitti. uzun süre orada yaşadı. Adalet Partisine yakın gazetelerde yazılar yayınladı. Bu arada “27 Mayıs İhtilalinin Sebepleri Üzerine” başlıklı Fransızca bir kitap yazdı. Kitap eski savcı Mehmet Ali Sebük tarafından Türkçeleştirildi. Sebük, Nazım Hikmet’in özgürlüğüne kavuşması için büyük mücadele veren bir hukuk adamıydı. 40’ların sonunda avukatlık yapmaya başlamıştı. Ahmet Emin Yalman’ın gazetesinde uzun bir tefrika yayınladı. Yazdıklarını “Nazım’ın Özgürlük Mücadelesi” başlığı altında yayınlamıştı. Sebük, 50’den sonra iki dönem Demokrat Parti’den İzmir milletvekili seçilmişti.
Başgil’in AP’deki son konumuna gelince, Adalet Partisi Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala’nın İstanbul’da ani vefatından sonra 1964 Kasımında olağanüstü kongre yapıldı.
Bu kongrede Demirel ve Bilgiç’in dışında iki aday daha vardı. Tekin Arıburun ve Ali Fuat Başgil. Son iki aday çok az oy alabildiler. Kongrede verilen 1679 oydan 1072’si Demirel’e verildi. Bu sonuç, 1961 Ekiminde, partiye önderlik etmesi beklenen Başgil’in bu noktanın çok uzağına düştüğünü gösterir.
Başgil Hoca öğrencisi Ferruh Bozbeyli ile birlikte 1965’te İstanbul milletvekili seçildi.
Bu seçimde meclise İstanbul’dan giren başka ilginç simalar var: Çetin Altan, Sadun Aren ve Mehmet Ali Aybar gibi isimler TİP milletvekili oldular. Orhan Birgit, Orhan Eyüboğlu ve Coşkun Kırca ise CHP’den milletvekili seçildiler.
BAŞGİL HOCANIN PASİF LAİKLİK ANLAYIŞI
Laiklik konusunda iki kavram var: Pasif laiklik ve dışlayıcı laiklik. Hoca pasif laiklikten yana. Ama bir taraftan devlete “aydın din adamı yetiştirme” ödevi yüklüyor.
Başgil Hoca bu nedenle devlet din ilişkilerinde çelişkili görüşlere sahip. İnönü’yü din eğitimini zamanla yok olmaya terk etmekle suçluyor. Başgil, laik devleti daha fazla din eğitimi vermesi ve diyanet personeli yetiştirmesi için göreve çağırırken , öte yandan devletin din alanına müdahalesizliği olan pasif laiklik anlayışını savunduğunu düşünüyor.
Pasif laiklik dini kurumlara ve örgütlenmelere uzak duran devlet. Müdahalede etmiyor, kaynak da sağlamıyor. Örneğin ABD’de her kilise kendi kaynağını kendi yaratır. İngiltere’de taç tarihi nedenlerle Anglikan kilisesinin başıdır. İngiliz kilisesinin başı resmen kraldır. Anglikan kilisesi İngiliz monarşisi ile özdeşleşmiştir. Bu nedenle İngilterede laiklik fiilen vardır. Resmen değil.
Fransa’da ise 1905’te kilise devlet alanı dışına çıkarılmıştır. Kilise “devletin dışındadır” ama devlet tarafından denetlenir. Din kendi haline bırakılmaz. Devlet tarafından gözetim altında tutulur.
Bu yıllarda Cumhuriyet Gazetesi Demokrat Parti çizgisine daha yakın. Nadi Nadi DP listesinden milletvekili seçilmiş. Başgil Hoca’nın makaleleri Cumhuriyet’te yayınlanıyor.
Devletin dini kurumlara müdahale etmemesi gerektiğini savunuyor. Başgil pasif laikliği savunuyorum derken gericiliğin tam ortasına düşecek zaman içinde. Başgil hocanın en hatalı görüşlerinden biri pasif laikliğin Türkiye’de uygulanabileceğini sanmak.
BAŞGİL VE NURCULUK
Ali Fuat Başgil Nur Cemaati’ni sivil toplum örgütü sanıyor. Şerif Mardin de benzer şeyler söyleyecek ilerde. ABD’de doktora yapıp Ankara Siyasal’da öğretim üyesi olduktan sonra. Bizler de okuduk yazdıklarını 80’lerde. Saidi Nursi Meşrutiyetten beri bilinen bir isim. Birinci Meclise de gelmiş hüsnü muamele görmüş. Nur risaleleri istinsah ediliyor Nur talebeleri tarafından yayılıyor. Nur talebeleri Saidi Nursi’nin havarileri. Demokrat Parti Nurculuktan yararlanmak istiyor. Özellikle Menderes. Celal Bayar görmezden geliyor. Menderes Saidi Nursi’ye otomobil tahsis etmiş ve parti propagandası yaptırıyor. Tarikatların tamamı Menderes’i destekliyor. Bunların en güçlüsü Nurculuk.
Küçük bir hatırlatma: Fetullah Gülen de Nur hareketi içinden çıkmış bir isimdir.
Nurcular DP’nin CHP karşıtı politikalarında en etkili silahlarından biri olmuş. CHP’nin din karşıtı bir parti olduğunu kanıtlamak için epey örgütlü propaganda yapılıyor. Sanki Menderes çok dindarmiş gibi.
Başgil ile yazışan bir çok Nurcu var. Ona mektuplar gönderiliyorlar. Sorular soruyorlar. Hoca hala sivil toplum, pasif laiklik havalarında. Milli Birlik Komitesi hükümeti tarafından en sonunda tutuklanan Başgil, sadece yazdığı yazılarda öne sürdüğü görüşler değil Nurcularla olan ilişkileri nedeniyle de suçlanıyor askeri mahkemede.
Sorgu hakiminin “ Nurculuk suçtur. Bilmiyor musunuz?” Dediğini hatırlatmak isterim.
Bütün bu ilişkilere rağmen Başgil bana göre dindar biri değil. Nurcu hiç değil. Çarşambalı mütedeyyin bir aileden geliyor olmakla birlikte. Din ile ilişkisi diğer DP’li seçkinlerle aynı. Dini vecibelerini yerine getiren biri olduğunu sanmıyorum. “imanım kuvvetli… Allah affetsin” fırkasına mensup. Bayar ve Menderes gibi yani.
Nurcular ondan yararlanmışlar. Onun serbesti yanlısı görüşleri üzerinden kendileri için bir mecra açmak istemişler.
Bu nedenle, Başgil, Kemalist kesimlerde mürtecilere, yobazlara, yolu açan kişi olarak görülür.
Ben Başgil düşüncesinde bilinçli bir irticayı teşvik görmüyorum. Hoca düşünce ve inanç hürriyetini savunduğunu düşünüyordu. Ama sonuç bu olmuştur.
Bir de şu gözlemimi paylaşmak isterim: İstanbul Hukuk Fakültesinde iki Esas Teşkilat Hukuku kürsüsü vardır. Başgil’in başında olduğu kürsüde akademik kariyere alınanların hepsi tutucu isimlerdir. Servet Armağan, Selçuk Özçelik, Burhan Kuzu gibi. Öbür kürsüde kimler olduğunu ve neyi temsil ettiklerini tahmin edebilirsiniz.
BAŞGİL'İN LAİKLİK KONUSUNDAKİ YANLIŞI
Başgil, dini devletin müdahale etmediği sivil toplum alanı olarak görüyordu. Ama öte yandan , bununla çelişen görüşleri vardı. Devletten “aydın din adamı yetiştirmesini bekliyordu. İsmet Paşa’yı ilmiyeyi zaman için gerilemeye mahkum etmekle suçluyordu. Bu çelişkili bir tutumdu.
Bugünden geriye baktığımızda Başgil’in “din adamı yetiştirme” ve dini sivil toıplum alanında örgütlenme hürriyeti olarak anlaması tamamen karşı devrimci sonuçlar vermiştir.
Sivil toplum alanında dinin denetimsiz örgütlenmesi ülkemizi endişe verici bir tarikat sarmalına sürüklemiştir.
Dinin devletçe öğretilmesi, kadrolarının oluşturulması, din kadrolarının devlet alanını tamamen ele geçirmesi sonucunu vermiştir. Hocanın görüşleri yanlıştı. Zaman bunu göstermiştir.
Başgil Hocanın Batı’da devlet dine müdahale etmez tespiti de doğru değildir. Gerektiğinde eder. Uzun süre yaşadığı, eğitim gördüğü Fransa bunun bir örneğidir. Onun öğrenim gördüğü 20’ler Fransasnda, cumhuriyet siyasal olarak bölünmüştü. Dinsel alanın sınırlandırılması radikal cumhuriyetçiler, radikal sol, sosyalist ve komünist partilerin çok önemsediği bir konuydu. Tutucu partiler dışında hiçbir kesim dinsel alanda serbestiyi savunmuyordu. Serbesti kilise pratikleri ile sınırlı idi.
Unutulmamalıdır ki, Fransız devrimi hem aristokrasiye hem de ruhbana karşı yapılmış bir devrimdi. Aydınlanma-aynı zamanda- seküler bir dünya yaratmak anlamına geliyordu.
Fransa, “dini devlet içinde denetim altında tuttuğu” yüz yıllık bir tecrübeden sonra 1905 yasası ile tamamen devlet alanının dışına çıkardı.
Fransa’da din devlet alanının dışındadır. Ama devlet tarafından denetlenen bir kurumdur. Fransa’da pasif laiklik değil dışlayıcı laiklik vardır.
Başgil Hoca’nın Türkiye için pasif laikliği liberal demokrasinin bir gereği olarak önermesi gerçekçi değildi. Başgil düşüncesi cumhuriyetin temeli olan laikliği riske attı. 50’den sonra uygulanan din politikaları devletin dinselleşmesi ile sonuçlandı.
Son 30 yıldır Türkiye Başgil’in anlayışını benimseyen bir ekip tarafından yönetiliyor. Uygulama tam tersi sonuçlar vermiştir. Din kamu hayatının temel belirleyicisi olmuştur. Bana göre laiklik fiilen yoktur.
Sonuç itibariyle, Başgil, dinin (kurum ve kadrolarıyla) nasıl bir hegemonya gücü olduğunu görememiştir.
BAŞGİL HOCA’NIN KATILMADIĞIM BİR BAŞKA DÜŞÜNCESİ
Hocanın katılmadığım bir başka görüşü de nispi temsile karşı oluşudur. Bana göre parlamento tam nispi temsille seçilmelidir. Genel oyun bütün renkleri parlamentoya tam olarak yansımalıdır. Benim demokratik meşruiyet açısından en önemli gördüğüm nokta temsilde adalettir.
Sağ partiler üç çeyrek asırdan beri yönetme meşruiyetini “milli irade” ile açıklarlar. Ancak milli irade bir soyutlama değildir. Meclise yansıyan milletin iradesidir. Fakat ne ilginçtir ki Demokrat Partiden başlarak, Adalet Partisi, Anavatan Partisi ve nihayet Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarları çıkardıkları bütün seçim kanunlarında gerçek temsili engellemeye çalışmışlardır. 2002’den bu yana bunun en uç örneklerini gördük.
Başgil, seçimlerin tek başına iktidar çıkarmasını zorlaştıran nispi temsile karşıydı. Çoğunlukçuydu. Bu tutum kanımca, millet iradesinin TBMM inde tecellisi açısından ağır kusurlu (illetli) bir durum yaratır. Başgil de temsilde adaleti önemsememiş, parlamento ve hükümette çoğunlukçuluğu benimsemiştir. Bu da Türk sağının bütün renkleri ile uyumlu bir düşünce tarzını ifade eder.
MİLLİ BİRLİK KOMİTESİNİN ÇELİŞKİLİ BAZI UYGULAMALARI
Milli Birlik Komitesi yönetimi pek çok çelişkili uygulamaya imza attı. Örneğin, Başgil, Kurucu Meclisin açıldığı günlerde tutuklanmış, ihtilalci çevrelerde Demokrat Partinin adamı olmakla itham edilmişti.
Hoca tutuklandı. Sonunda beraat etti. Bu arada Kurucu Meclis çalışmalarını sürdürdü. Anayasa yapım süreci tamamlandı.
Halk oylaması öncesinde radyoda anayasa üzerine tanıtıcı konuşmalar yapılmasına karar verildi. Durum 12 Eylülden farklıydı. Komite kendisini anayasa metni ile özdeşleştirmedi.
Cemal Gürsel Kenan Evren gibi “devlet adına anayasayı tanıtma” gezilerine çıkmadı. Anayasayı eleştirmek mümkündü. Referandum sonucu da zaten bunu gösterir.
İlginc olan şu ki: İstanbul radyosu idaresi referandum öncesinde konuşmacılar listesine Ali Fuat Başgil Hocayı da almış ve davet etmiş. Hoca radyoda konuşmamak için Erdek’e tatile gitmiş. Yani İstanbul radyosu iki ay süreyle tutuklu kalmış bir anayasa hocasını radyoya davet etmişti.
Benzer bir durum Tarık Zafer Tunaya hocam ile ilgili olarak söz konusudur. Anayasa Hukuku profesörü Tunaya 147’lik olmuştu. Üniversiteden çıkarılmıştı. Bu operasyon Komite’den çıkarılacak olan 14’lere mal edilmiştir.
Sonuçta Tunaya birkaç ay sonra Kurucu Meclise İstanbul İl temsilcisi olarak katıldı. Anayasa komisyonunda yer aldı. Hatta 1961 anayasasının muhteşem edebi dibaçesini (önsözünü) yazan Tarık Zafer Tunaya Hocamdır.
Bu gelişmelerden çıkarılacak sonuç şudur ki, Milli Birlik Komitesi iktidarı elinde tuttuğu dönemde epey savrulmalar göstermiş. İhtilal yönetiminin sertleştiği ve zamana göre politikalarını değiştirdiği dönemler olmuş.
BAŞGİL’E GÖRE İHTİLALİN SEBEBİ ONAR’IN TUTUMUDUR
28-29 Nisan olayları 27 Mayıs’a giden yolu hızlandırmıştır. 27 Nisan’da Tahkikat Komisyonu yasasının çıkmasından sonra İstanbul ve Ankara Üniversitelerinde öğrenci gösterileri olmuştu. İktidar öğrencilere sert bir şekilde müdahale etmişti.
İstanbul Üniversitesinde gösterilerin artması üzerine İstanbul Valiliği üniversiteye atlı polis ile müdahale etmişti. Polis, üniversiteye Rektörlük talebi olmadan girince, Sıddık Sami Onar Emniyet amirleri ile “üniversitenin idari muhtariyeti” babında tartışmaya başlıyor.Onar, üniversite rektörünün talebi olmadan emniyet güçlerinin kampüse giremeyeceğini söylüyor. Arbede çıkıyor. Rektör yere düşüyor. Ya da düşürülüyor. Emniyet Müdürlüğüne götürülüp hafif bir tedaviden sonra tekrar üniversiteye getiriliyor.
Başgil, Onar’ın sargılar içinde öğrencilerin karşısına çıkmasını yanlış buluyor. Olayların bundan sonra alevlendiğini Onar’ın bu tutumu ile öğrencileri tahrik ettiğini düşünüyor.
Rektör sıfatıyla ağırbaşlılığını korumalıydı. “kan kusup, nar şerbeti içtim” denilecek zamanlar vardır. Büyüklük budur”diye yazıyor. Başgil, Onar’ın arbedede hafif yaralanmasını abartarak olayları alevlendirdiğini düşünüyor.
Başgil, Onar’ın Rektör olarak tutumunu beğenmediği gibi, akademik açıdan da küçümseyici ifadeler kullanmış hatıralarında.
KUBALI’YA DAİR SÖZLER
Başgil sadece Onar’ı değil, Kubalı’nın da hukukçuluğunu zayıf buluyor, tahfif ediyor bence. Özellikle Yassıada’ki şahitliği sırasındaki hal ve tavırlarıyla alay ediyor.Adalet Divanı “anayasayı ihlal davasında” Kubalı’yı bütün gün dinlemiş. Divan Başkanı Kubalı’ya uzun uzun konuşma imkanı vermişken Başgil pek az konuşabilmiş. Kubalı’nın mahkemedeki tavrını “başı balalarda” diye tanımlıyor. Buradan Kubalı’yı “ilmen boş-kişi olarak kibirli” bulduğu sonucunu çıkarıyorum.
ALİ FUAT BAŞGİL HOCA’NIN DOĞRU YAPTIĞI BİR ŞEY
Başgil DP iktidarı tarafından kurulan Tahkikak Komisyonunun anayasaya uygunluğu ile ilgili olarak Çankaya’da yemekli bir toplantıya davet edildi. Cumhurbaşkanı Bayar, Başbakan Menderes ve ilgili bakanların da hazır bulunduğu bir toplantı idi bu.
Bayar’ın “şimdi tenkit değil tenkil zamanıdır” dediği toplantıda, Menderes tedirgindi. Başgil’le uzun uzun konuştu. Başgil komisyonun kurulmasında anayasaya aykırı bir taraf olmadığını yetkileri açısından anayasaya aykırılıklar gördüğünü söyledi.
Hoca, komisyonun anayasaya aykırı olan bu yetkileri kullanmamasını öğütledi. Bayar, Başgil’in görüşlerine pek aldırmazken, Menderes Demokrat Parti iktidarını kurtaracak önerileri dinlemiştir.
Bunlardan ikisi anlamdır:
Başgil, Ali Fuat Cebesoy başkanlığında yeni bir hükümet kurulmasını önermişti. Cebesoy ismi CHP’nin hayır diyemeyeceği bir isimdi. Siyasi tansiyonu düşürürdü.
Başgil bu öneriyi Cebesoy ile konuşmuş, olumlu yanıt almıştı. Öbür öneri ise hükümete CHP’den bazı isimlerin bakan olarak atanması idi.
Başgil, her iki öneriyi İnönü’ye götürmüş; kesin bir cevap alamamıştı.
CHP böyle bir hükümete bakan vermemiş olsa bile Ali Fuat Cebesoy başkanlığında kurulacak bir hükümet olayları teskin edebilirdi. Cebesoy ile erken seçime gidilebilirdi.
Bayar’ın tavizsiz, Menderes’in tereddütlü tutumu, İsmet Paşa’nın “siyasetçiliği” nedeniyle bu seçenek fazla etüt edilemedi.
Çok Okunanlar

14 Mayıs'a göre partilerin oy oranlarındaki değişim dikkat çekti!

Aynı hastalıkla savaşmıştı… İrem Derici'den Nihal Candan paylaşımı

Erken seçim için tarih verdi: Erdoğan o kararı bekliyor!

Teğmenlere 'Vebalı' muamelesi!..

Lüks yattaki o fotoğraf AKP'yi karıştırdı

İran, Hamaney sonrası senaryoya hazırlanıyor

Maden yasası için CHP’ye çağrı

Fatih Altaylı'nın emniyet sorgusundaki ifadesi ortaya çıktı

Leyla Alaton, 'AKP'ye katılıyor' iddialarını yanıtladı

Fenerbahçe Jonathan David bombasını patlatıyor!