Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
45,5435
Dolar
Arrow
39,6202
İngiliz Sterlini
Arrow
53,4367
Altın
Arrow
4293,0000
BIST
Arrow
9.203

Ord.Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in hatıraları üzerine düşünceler

ALİ FUAT BAŞGİL  MİLLİ  MÜCADELE YILLARINDA  FRANSA’DA  İDİ 

Başgil Hoca’nın   biyografisinde  benim ilk  dikkatimi çeken  Milli  Mücadele devam  ederken  Fransa’da olmasıdır.  Hoca 1893  doğumludur. Birinci Dünya savaşında  ihtiyat zabiti olarak   silah altına alınmıştı. Henüz  liseyi bitirmemişti.  Mütareke ile  terhis edildi.  1920-1929  arasında Fransa’da öğrenim gördü. Lise, üniversite  ve doktora öğrenimini      bu yıllar arasında tamamlandı. (Grenoble ve Paris Hukuk)  Ülkesine döndü. Kısa süre sonra  Doçent  olarak  atandı.

Hocanın   özellikle sağ   çevreler tarafından   yazılmış  biyografisi  etkileyicidir. Sadece hukuk   değil,  sosyoloji, antropoloji dahil olmak üzere bir çok    yan daldan sertifika  aldığı anlaşılıyor. Gerçi bunlar hep  diploma olarak  yazılmış;  ama olamaz. Yan dal belgesi olabilir.  

Fakat beni   en çok ilgilendiren  nokta şudur:  Birinci Dünya Savaşına  katılan   pek çok   ihtiyat zabiti,  Milli   Mücadelede tekrar silah altına alındı. Başgil’in  1920’den   sonra   Anadolu’ya geçmek  yerine neden  Fransa’ya  gidişi ilginç.  Bir de o kadar  yıl  hangi maddi kaynaklarla öğrenimine devam ettiğini   merak ediyorum  doğrusu.   

Öğrendiğim kadarıyla Başgil’in ailesi  Samsun Çarşamba’nın   önde gelen   ailelerinden  biri. Eşraftan ve ilmiyeli. Gene de ayrıntıları  öğrenmek isterdim. Dokuz yıl boyunca  Başgil’in  Fransa’da nasıl  yaşadığını merak ediyorum. Fakat hiçbir  kaynak  ve bilgiye rastlamadım.  

Fransa’nın   toplumsal-siyasal-ideolojik ciddi  dönüşümler geçirdiği  iki savaş  arası dönem bu. Solda bölünme var. Sol,  Komintern  ve İkinci Enternasyonala bağlı olanlar biçiminde    bölünüyor. Sosyalizm  komünizm   tartışması  var. Solda önemli isimler  Daladier, Herriot.  20 lerde  “Sol Kartel” kurulmuş.  Sağda da  Radikal Partiden Gaston Doumergue önemli bir siyasetçi. Bunların  yaşandığı   Fransa’da bir doktora öğrencisi var: Çarşambalı Ali Fuat Başgil. 

Başgil   doktora tezini Yeni Devletin   kurucusu  Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya ithaf etmiş.  1929’da Türkiye’ye   dönmüş.  Ankara ve İstanbul’da   yüksek öğretim kurumlarında görevler  almış.  Başgil Hocanın Kemalist üniversitenin kuruluşuna etkin bir  şekilde katıldığını  söyleyebiliriz. 

Başgil,  Türkiye’ye döndükten   kısa bir   süre sonra   Doçent olarak atandı. Profesör ve Ord. Prof. olması da uzun  sürmedi. Yurtdışında öğrenim görmüş, doktora yapmış olmak  ona  hızla yükselme   konusunda  büyük avantaj  sağlamış olmalıdır. 

BAŞGİL’İN KEMALİST ELİTTEN KOPUŞU:DİL VE DİN MESELELERİ 

Başgil’in 30’larda  yazdığı yazılar  devrim  ideolojisi   ile son derece uyumludur. O  yıllarda Başgil’in  tipik bir Kemalist elit olduğunu söylemek doğru olur. 

Başgil’in bu yapıdan  kopmasına neden olan   birkaç uğrak noktası vardır:    Milli Şef   dönemi  pratikleri  bunların  başında gelir.  Laiklik, üniversitelerde bilim   dilinin öz Türkçeye  çevrilmesi  gibi. Bu gündem onu yavaş yavaş Kemalist  elitten uzaklaştırır.   

Bir olayı detaylı anlatmakta  yarar var.  Başgil bunu uzun uzun  hatıralarına aldığına göre. Sanırım tarih 1942 olmalı. Öztürkçeçilik  olanca hızı ile  devam ediyor. Başgil Hoca , dilde devrime karşı, tekamülden yana.  Sözcük üretme çalışmalarına  karşı. Hatta istihza ile karşılıyor  çoğu zaman.  Velidedeoğlu ile   bir birinlerine  takılıyorlar. Velidedeoğlu ile hukuku İsviçre  yıllarından  kaynaklanıyor olabilir.  Başgil   İsviçreye sık sık gidip gelen bir hoca. Velidedeoğlu da doktora için  uzun süre İsviçrede bulunmuş. 

Başgil, zaman  zaman Üniversite rektörü, Milli Şef İnönü, Milli Eğitim Bakanı   Hasan Ali Yücel  ile karşı karşıya geliyor.  

İlk zıtlaşmalar üniversite dil komisyonlarında  gerçekleşiyor. Sanırım o  tarihlerden  itibaren   İsmet Paşa  muarızı. Bence  İnönü’yü küçümsüyor da.  Bu  tavrı   Birinci meclisteki   ikinci grupçuların   tavrına benzettim. “Sırmalılar”  diye  bir ifadeleri var. bununla  zabitan sınıfı   kastediliyor. Sırmalılar  İttihatçılar ve Kemalistler. Sivillik   ve demokratlık   sırmalılara karşı  olmaktan  geçiyor. Erzurum kongresi  günlerinden  beri. İnönü’yü  entelektüel bulmuyor. 

Başgil,   bazı   sözcüklerin   kullanılmasına karşı çıkıyor. Bazı itirazlarında  haklı  bulunuyor.  Ben de  aynı kanıdayım. Örneğin   TBMM  karşılığı  olarak  kabul  edilen Kamutay sözcüğüne itiraz ediyor. Her sözcük bir tarihi  bağlama oturur diyor. Kamutay  zorlama  bir sözcük ve Türkiye Büyük  Millet Meclisini  karşılamaz. Onun  büyüklüğünü, tarihini  zayıflatır düşüncesinde. Burada Başgil hoca  ile aynı düşünüyoruz. TBMM   Başgil’in direnişi sayesinde kurtuluyor.

 BAŞGİL KİMLERDEN  NEDEN HOŞLANMIYOR? 

Başgil, Atatürk devrimleri  ile ilgili çoğunlukla suskun.  Laiklik meselesinde hep İnönü’ye yükleniyor. Oysa ki laiklik   cumhuriyetin ve  Atatürk devrimlerinin en temel   ilkesi. 

Bütün   cumhuriyet elitinde var olan  bir düşünce onda da var.  “Dini mürtecilerin elinden  kurtarmak, aydın din adamı yetiştirmek” 

İnönü’nün   din adamı yetiştiren kurumları tamamen  ihmal ettiğini  söylüyor. Bu  doğru değil.  Milli  Şef  dönemi  Diyanet politikası Diyanet  teşkilatının   ihtiyacından daha fazla  din eğitimi  verecek okul açmamak.  Bence doğru politika. 

Başgil’in “din eğitimi özendirilmiyor”  ifadesi doğru. Laik devlet  de doğru olan tercih bu olmalı zaten.  Başgil  bundan şikayetçi. Ben değilim. İhtiyaca  göre ve sınırlı   sayıda personel alımı  yapılıyor. Ona göre de kurslar var.  Din derslerinin  seçmeli  ders olarak  devlet okullarında okutulması da yine   İnönü  devrinde gerçekleşmiş. 1946’ten  sonra. 

Açıkca   belli ki,  Başgil  İnönü’den hiç hoşlanmıyor. Fuat Köprülü  ve  Hamdullah Suphi  de  benzer nedenlerle  “Büyük Atatürk” ü pek sevmezlerdi. Ama belli  etmemeye  çalışırlardı. 

Başgil,  CHP içinde  örgütlenmiş, siyaset adamı, gazeteci, akademisyenler hakkında  genelde  olumsuz  düşünüyor. 

Bu hislerin kökeninde  1940’lardaki bazı  olaylar var. Gazeteciler Falih Rıfkı Atay, Ahmet Emin Yalman’dan da pek  olumlu söz etmiyor. 

Rektörler,   Cemil Bilsel, Tahir Taner, Sıddık Sami Onar’ı da  hem bilim adamı ve  idareci olarak  beğenmiyor.  Parti- devleti   karşısındaki tutumlarını alaycı bir dille eleştiriyor. 

HÜR FİKİRLERİ  YAYMA CEMİYETİ 

Başgil, yanına  Fevzi Paşa, Tevfik Rüştü Aras, Ahmet Emin Yalman, Zekeriye Sertel gibi İnönü  kırgınlarını alarak Hür Fikirleri  Yayma  Cemiyetini kuruyor. Aynı isimle bir de  dergi  çıkarmaya  başlıyor (1947) Grup  çok kısa süre sonra  dağılıyor.    CHP’li bazı  partizanlar Cemiyeti  Komünistlikle suçlayınca  önce Fevzi Paşa  ayrılacak Hür Fikirler  topluluğundan. O arada Fevzi Paşa’nın  cemiyetle  tek ortak noktası var.  İsmet Paşa’ya karşı  olmak. Fevzi Paşa’nın  liberal düşünce  ile pek   bir ilgisi yok. 

DEMOKRAT PARTİ  ÖNDERLERİ  İLE İLİŞKİLERİ 

Kuruluşundan itibaren   parti önderleri Başgil’i , DP’ye  almak  istiyorlar. Onu önemsiyorlar. Milletvekili  adaylığı  teklif  ediyorlar. 

Başgil’in isminin 50’lerde  DP ile anılması   son derece normal. Bütün  muhalifler  DP’den teklif alıyor. Bunlardan  bazıları   miletvekili   seçiliyorlar.   Örneğin  Ali Fuat Paşa, Halide Edip Adıvar  hatta  Nadi Nadi. Cumhuriyet Gazetesinin  İsmet Paşa ile  arası açılıyor İkinci Dünya Savaşı  yıllarında. Sıkıyönetim  bir çok kez gazeteyi kapatıyor uzun sürelerle. Nadir Nadi   iki dönem  DP listesinden  milletvekili   seçiliyor.  Partiye  girmeden   bağımsız milletvekili olarak.  Aynı durum Ali Fuat Paşa için de  geçerli. 

Demokratlar Mehmet Ali Aybar’a da teklif  götürülüyor. Aybar  “Zincirli Hürriyet” bildirisinin yazarı olarak  biliniyor. Ve devrinin  önemli bir entelektüeli.  Aynı zamanda Devletler Hukuku  doçenti. 

Başgil  Hoca, aktif politikaya  girmek istemiyor. DP’nin  iktidarda olduğu  üç dönemde  milletvekili adaylığı tekliflerini kabul etmiyor. DP’ye    her konuda destek vermekle birlikte. Yeni Sabah gibi gazetelerde   yazılar yazmaya  devam ediyor. 50’li yıllar boyunca. 

27 MAYIS’TAN SONRA  BAŞGİL’E SUÇLAMALAR 

Başgil  27 Mayıs’tan  sonra “düşüklerin akıl hocası”  olmakla  suçlandı. Hakkında epey   olumsuz yazılan yazıldı. Onun Çankaya sofrasında   sabık  iktidara “tenkil  tavsiye ettiği”  haberleri  elbette doğru değildi.  Tenkil sözü  Bayar’a aittir. Başgil Demokrat Partiyi  kurtaracak çözümler bulmaya çalıştı.  Ama artık  zaman kalmamıştı. 

Hakkındaki    yayınlar üzerine Cumhuriyet Gazetesine  bir  yazı gönderdi.  Hoca’nın  hatıralarında  bu konu  “Sabık  iktidar zamanına  ait    bir hatıra”   başlığı  altında ele alınmış.  Başgil’in  yazısını gönderdiği    gazete ilginç:  Cumhuriyet.

Başgil’in Falih Rıfkı Atay ve Ahmet Emin Yalman ile  arası zaten  iyi değil. Falih Rıfkı,  Komiteyi Başgil’e karşı kışkırtıyor. Gerici ve mürteci   kitlenin   elebaşısı olarak  ihbar  ediyor.  Kendisini uyaranlar da var. Mesela Tiritoğlu “bu sıralarda yazma ve konuşma”  diyor Hocaya.  

BAŞGİL  SIKIYÖNETİM  MAHKEMESİNDE NEYLE SUÇLANIYORDU?

Başgil,  tutuklandığında  TCK 159 ile   suçlanmıştı.   Sıkıyönetim  Askeri Mahkemesi tahliye kararı verdi. Dönemin  sıkıyönetim komutanı Cemal Tural “bu adam çıkacak ha!...diye  öfkelenince II Nolu mahkemede başka bir  dava açıldı.   

Başgil, Kurucu Meclisin  teşekkül  tarzı ile  ilgili yazdığı  yazı nedeniyle tutuklanmıştı. Tahliye  edilmesini engellemek için bu  kez “milli menfaatlere  aykırı  hareket etmekten”  dava açılmış tutukluğunun   devamı sağlanmıştı.  

 BALMUMCU  KIŞLASINDA  TUTUKLULUK GÜNLERİ 

Başgil Hoca’nın tutuklu yargılanacağı  kesinleşince Balmumcu Kışlası’na sevk  etmişler. Buraya götürüldükten sonra fiziki  olarak rahat ediyor. Çünkü Kışlaya bütün   siyasi   tutukluları  toplamışlar. 

Başlangıçta,  görüşme  yasağı uygulansa da sonrasında siyasi tutuklulara  uygulanan  rejim epey  gevşemiş. Bütün bunlar gerçekleşirken Kurucu Meclisin toplandığını  ve  anayasa  yapım sürecinin   başladığını hatırlayalım. Balmumcu’da siyasi tutuklular var ama bir taraftan da Ankara’da  Kurucu Meclis çalışmalarına  başlamış. Bu  süreç 1961 Temmuzuna kadar  devam edecek. Halkoylaması  yapılacak.  Balmumcu’da  koğuşlar arası görüşmelere, sohbet toplantılarına  serbesti getiriliyor. Radyoda hep birlikte   Yassıada Saati yayınlarını dinliyorlar. 

Koşullar biraz Malta Sürgünlerinin   Polverista Kışlası  günlerini  hatırlattı bana. Felsefe, edebiyat, tarih toplantıları  yapılmasına  izin veriliyor.  Görevli subaylar da  izliyorlar bu toplantıları. 

Tutukluluğun başlangıcındaki koşullar epey  düzeliyor. Sonrasında hocayı   kollayan bir  düzen kuruluyor.  Hocanın “Kartiyer” diye tanımladığı  sevilen-tanınmış  tutuklular  etrafında   örgütlenmiş büyükçe koğuşlar olmalı bunlar. Koğuşlar arası  geçişlerin serbest olduğu belli. 

Balmumcu’dan her gün Yassıada’ya  tanıklığa   veya ifadeye götürülenler var. Yassıada  Vapuru  her gün  Dolmabahçe Rıhtımından kalkıyor. Oradan   yargılama saatleri sonrasında geri dönüyor. Yargılamalar   Yassıada Saati  adı altında  radyoda  açık   olarak  yayınlanıyor. Bu yayınlar  bütün Türkiye’de dikkatle izleniyor. 

KURUCU MECLİS ÜYELİĞİNİ KABUL ETSEYDİ NE OLURDU? 

Kurucu  Meclis yasası çıktıktan sonra  CKMP’den Fuat Arna  Başgil Hocayı  aramış. Parti  kontenjanından  Temsilciler Meclisi üyeliği teklif  edilmiş. Fakat Hoca  Kurucu Meclisin korporatif  teşekkül   tarzına  karşı olduğu için  kabul etmemiş.  Hatta Kurucu Meclis  Yasası aleyhine yazılar  yazmış. Benim görüşüm bu iken  kabul edemem  demiş. Başgil   kabul etmeyince CKMP, Abdülhak Kemal Yörük’e   teklif etmiş.   Kemal Yörük Hoca kabul  etmiş. Kurucu Meclis’te Yörük’ün CKMP  kontenjanından  üye olmasının nedeni Başgil’in kabul etmemesi. Hoca  kabul etseydi belki de Anayasa  komisyonu üyesi olacaktı. 

 YASSIADA’DA ŞAHİTLİK: BAŞOL VE EGESEL’E DAİR 

Hatıralardan   Başgil Hoca’nın  birkaç kez  Yassıada’ya götürüldüğünü  anlıyorum.  Hatta  kendi davasından beraat  kararı verildikten  sonra da  tanık  olarak Yassıada’ya  davet edilmiş olduğu görülüyor. 

Hoca’yı   Balmumcu’dan  Beşiktaş İrtibat Bürosuna  getiriyorlar.  Oradan Vapurla Yassıada’ya götürüyorlar.   Yüksek Adalet Divanı Başsavcısı Ömer Altay Egesel   birkaç gün önce Üniversitede bir  toplantıya davet edilmiş. Orada “Başgil’i anasından  doğduğuna pişman edeceğim”   gibi sözler etmiş. 

Yargılama  kayıtlarını incelediğimde Divan Başkanı Başol’u  ve   Başsavcı  Egesel’i hukuk  adamı  olarak  hiç beğenmedim. Sanık ve tanıklara karşı tutumları  olağanüstü  kötü. 

Bu  tutum  gücü ele geçirdiğinde  kötü muamelede  sınır  tanımayan kasaba jandarma kumandanlarını  çağrıştırdı bana. 

Demokratların  iktidarları döneminde işledikleri pek çok suça rağmen yargılama heyetinin  bu ilkel tutumu nedeniyle haksızlığa  uğradılar intibaına neden olmuştur. Örtülü ödenekten   Necip Fazıl’a İsmet Paşa’yı kötülesin-aşağılasın diye yüzbinlerce  lira  veren Adnan Bey “bigünah”sayılabilmiştir.   

Yüksek Adalet Divanı  Başkanı Salim Başol da böyle biri. Her  ikisinin  tutumu da hukuk  adamlığı   kimliği ile bağdaşmıyor.   Galiba Başol’un sözü olmalı “sizi buraya tıkan irade   böyle istiyor” demiş  bir defasında. Dar görüşlü insanlar bunlar. Tarih  bilgileri  neredeyse hiç yok. Devrin   bir gün değişeceğine dair  hiçbir öngörüleri  olmamış. Demokrat Parti yönetiminin yargıya karşı   hoyrat muamelerinin intikamını almaya  çalışmışlar  çoğu zaman. 

Mesela Başsavcı Egesel,  Başgil’i  işaret ederek,   “şahidin yeri  şu  parmaklıkların  arkası olmalıydı  “ diyebiliyor. Tutuklu  sanıkların bulunduğu  bölümü göstererek.  Hakikaten esef edilecek bir durum.  Başgil Hocaya burada tamamen   katılıyorum. 

TAHLİYE TALEBİ REDDEDİLİNCE  KALP SIKINTILARI  BAŞLIYOR  

Başgil Hoca’nın Balmumcu’da iken Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde tahliye  talepleri  iki  defa  reddediliyor. Kalp  sıkıntıları başlıyor. Tutuklu  doktorlardan   biri Kinidin ve Koramin ile tedaviye başlıyor. Beklenen  tahliye gerçekleşmeyince   Hukuk Fakültesi Dekanı Naci  Şensoy hocayı ziyarete geliyor. Ceza Hukuku  kürsüsünden Sahir Erman’a vekalet vermenin doğru olacağı  kanaatine varıyorlar.  Başgil, içinde Sahir Hoca’nın da bulunduğu  bir  hukukçu ekip  tarafından  savunuluyor. 29 Mart 1961’de  tahliye ediliyor. İki  duruşma sonra  beraat  kararı çıkıyor. 

SİYASETE DAVET EDİLME 

Adalet Partisi   Samsun teşkilatından Ali Fuat Alişan Çarşambalı Başgil Hocayı  partiye davet  ediyor. Bu sırada partinin genel   başkanı Ragıp Gümüşpala.  AP’nin içinde  Başgil’i genel başkan yapmak isteyenler  var. Gümüşpala’nın başkanlığını geçici görüyorlar. Bir çeşit siyasi  paratoner Gümüşpala Paşa. AP’liler  onun Komiteye kırgınlığından yararlanarak   arkasında mevzileniyorlar. 

Başgil , 1950’de olduğu üzere  partisizliğini ileri sürüyor. “Başımızda  bulunun”  ricaları üzerine Senato  adaylığını  kabul ediyor. Bu suretle Başgil,  AP listesinden  aday gösteriliyor.

Seçimler sırasında yurtdışında bulunuyordu. Brüksel,  Lizbon ve Cenevre’de İdari İlimler Uluslar arası Enstitüsü toplantılarına katılıyordu. 

Seçimler 15 Ekimde  yapıldı. Sonuçlar belli oldu.   Seçilmiş  senatör Başgil, 21 Ekim 1961’de  Cenevre’den   Türkiye’ye gelmek üzere hareket ediyor. Bu tarih Harp Akademilerinde  Silahlı Kuvvetler Birliğinin TBMM’nin açılışına müdahale protokolü yaptığı gündür. 

İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı   AP İl Başkanını  dönüş   programı konusunda uyarmış. Hoca 22 Ekim günü 17.30 da Yeşilköy’e inmiş. Büyük  bir izdihamla karşılanmış. Eski  öğrencileri Ferruh Bozbeyli ve Tahsin Demiray karşılama   heyeti  içindeler. Bu iki isim  Adalet Partisinden   milletvekili  seçilmişlerdi.

23 Ekim’den itibaren Başgil,   Ankara  yolunda.  Her yerde partizanların tezahüratıyla   karşılanıyor. Cumhurbaşkanı  adaylığı  teşvik ediliyor. Hoca bundan   çok hoşnut oluyor. Öte yandan  Ankara’da başka gelişmeler var.  Çankaya’da  Komite,  ordu  yüksek komuta kademesi  ve siyasi parti  genel başkanları  TBMM’nin açılışı ve normalleşme ile ilgili  bir görüşme yapıyorlar. Toplantının ikili amacı  var. Harp Akademileri protokolünü  işlevsizleştirmek  ve Gürsel’i  cumhurbaşkanı  seçerek   İkinci Cumhuriyetin kurumlarını  çalıştırmaya  başlamak. 

BAŞGİL İYİCE CUMHURBAŞKANLIĞI  HAVASINA GİRİYOR 

Başgil’in etrafındaki ekip   bu gelişmeleri  hiç dikkate almıyor. Kendi  coşkulu gündemleri  ile  yola devam ediyorlar.  Şunu  hatırlatmak isterim mi 5 Eylül’de  Çankaya’da bir yuvarlak masa  toplantısı yapılmış, parti genel başkanları ile seçimlerin muhtemel  sonuçları  üzerine bir  protokol  daha yapılmıştı.  Başgil’in  etrafındaki   heyet   bu müzakereleri  görmezden gelerek  mecliste sonuç alabilecekleri  düşünüyor olmalılar. 

Amaçları Başgil’i aday göstermek  ve cumhurbaşkanı  seçtirerek 27 Mayıs İhtilalini   TBMM’nin  açılışı ile birlikte yenilgiye uğratmak.  

Bazı AP, YTP ve CKMP    milletvekilleri de kendisini  ziyaret ediyorlar.  Bu  coşkulu  hava karşısında Başgil’e  iyice bir güven geliyor. El yazısı ile TBMM  başkanlığına  hitaben bir  dilekçe yazıyor. Artık dayanamıyor ve adaylığını ilan ediyor.Kendisini  destekleyen  milletvekilleri de dilekçeye  isimlerini  ekleyip imza ediyorlar. Hoca   bu imzaların çok sayıda  olduğunu yazmış. Ama imzacıların   kaç kişi  belli değil. Bu sayıyı, Gürsel’in seçildiği oturumda  verilen  boş  oyların  sayısı ile karşılaştırmak bakımından  önemlidir.  Gerçekten  Başgil’in seçilebilme ihtimali  var mıydı?  Bu  sayılardan anlaşılabilir. 

 BAŞVEKALETTEN  GELEN GÖRÜŞME TALEBİ 

Türk sağında şöyle abartılı bir iddia vardır. Başgil Hoca’yı  başına  silah   dayayarak   tehdit ettiler. Adaylığını   engellediler. Eğer    engellenmese  Cumhurbaşkanı  seçilmesi çok güçlü bir ihtimaldi. 

İki  ifadede  yanlış.  Gerçek  şudur: 24 Ekim protokolü varken Başgil’in  protokolü  delerek aday olabilmesi mümkün değildi.  Adaylığı  elbette  anayasal  haktı. Ama  reel  politik  böyle  demiyordu. Bu seçim herhangi bir seçim değildi. İktidarı   sivillere devretme  seçimi idi. 

Başgil, 1966’da  Demirel’in gördüğü  realiteyi göremedi. Fazlasıyla kitabi davrandı.  Olağanüstü koşullara  göre   bir strateji izlemesi gerekirdi. 

Yüksek Adalet Divanı  kararlarının  tefhiminden   45 gün sonra rövanş  fırsatı verilmesi  mümkün değildi.  Bu eşyanın  tabiatına aykırı idi. 

Ayrıca orduda  Milli Birlik Komitesini aşan  gelişmeler vardı. İktidarın  komitenin elinden  tamamen kayıp  gitmesine  yol açacak  bir gelişmeden  en çok Adalet Partisi  zarar görürdü.   Bir gün önce Çankaya’da yapılan  protokol  ile   orta yol  bulunmuştu. 

Ordudaki müfrit  (öfkeli) kesimin harekete  geçmesini engelleyecek  tek şey, Gürsel-İnönü-Gümüşpala-Bölükbaşı ve Alican’ın birlikte davranmasıydı. Bunun  yolu da Gürsel’i  cumhurbaşkanı  yaparak  statükoyu  sivilleştirmek olabilirdi. 

Başgil,  adaylığını örgütleyen  müfrit grupla otelde  toplantı  halindeydi. Hoca  belki de  cumhurbaşkanlığı hayalleri kuruyordu. Bilemeyiz. 

Başvekaletten bir emir  subayı geldi.  Fahri Özdilek tarafından    davet edildiği  tebliğ edildi. Özdilek  fiilen  başbakanlık yapıyordu. Gürsel Paşa, Milli Birlik Komitesi  başkanı   ve  başbakandı.  Komitede Gürsel’den sonra en kıdemli general Özdilek idi. Orgeneral  rütbesindeydi. 

Davete icabet edildi. Hocaya,  Tevetoğlu, Alişan, Pehlivanoğlu  refakat ettiler. Başgil, başvekalette   Fahri Özdilek ve Sıtkı Ulay  tarafından karşılandı.  

Hocanın  yazdıklarından    meseleyi kavrayamadığı  anlaşılıyor. Hoca  uzun uzun  milli  mücadele  hatıralarından, yedek subaylığından  bahsetmiş. Esas Teşkilat dersleri vermiş  paşalara. Yazılanlardan  paşaların  hürmetle  dinlediklerini çıkarıyorum. 

Başgil Hoca,  arada  Milli Şef  dönemini eleştirmiş, Devlet  teorisi  dersleri vermeye  devam etmiş. Jandarma  dipçiğinden, halkın hükümete   soğuduğundan   bahsetmiş. Arada İsmet Paşa laf soktuğundan  eminim. 

Eğitim, idare  siyaset adamları  üzerine uzun uzun  konuşmuş, paşalara ders vermiş. Özdilek ve Ulay  paşalar  sabırla dinlemişler. 

Nihayet Ulay paşa: “ çok enteresan fikirler. Fakat asıl  konuşmak istediğimiz bir mevzu var.  Müsaade ederseniz. Onu  konuşalım”    diye sadede gelmiş.  

Görüldüğü gibi hiç de  başına silah  filan dayanmış  değil Başgil hocanın. 

Ulay  çok açık bir şekilde: “Gürsel Paşa’nın  karşısında başka bir adaylığa  müsaade edemeyiz”; orduda MBK  iradesini  aşabilecek   yeni bir cunta var. “hayatınızı   garanti  edemeyiz”  demiş. 

Başgil’in bu açıklamadan şaşkınlığa uğraması   çok şaşırtıcı. Karşısında  ihtilal hükümeti  var. Başgil  çok  adaylılığa   paşaları ikna etmek için  epey uğraşmış. Adil ve serbest  bir şeçim yaptınız.  Bunu tamamlamanız lazım   demiş. 

Hatt  onları ikna  etmek için   “Gürsel’in  seçileceğinden eminim. Serbest  seçimle bu mevkiiyi kazansın”  ifadelerini  kullanmış. O günkü koşullarda, Başgil’in böyle bir  seçimin  olabileceğini  düşünmesi bana hakikaten  tuhaf geldi. 

Yani Başgil kazanacak. Devlet onun  karşısında hizaya  girecek. Böyle bir şey  olabilir mi? Siyaset tarihi bunun  imkansız olduğunu bize gösteriyor. 

Gürsel’in seçimini  vesayetin devamı  olarak yorumlayanlar  vardır.  Ben öyle düşünmüyorum. Bu yeni  rejimin  kuruluşu.  İkinci  Cumhuriyet  böyle kuruldu. Yeni bir müdahaleye yol açmadan geçiş ancak böyle sağlanabilirdi. 

Başgil’in  Samsun Senatörü  seçildiği Adalet  Partisi, özellikle taşra teşkilatı, anayasanın  reddi için çalışmıştı. 

“hayırda hayır vardır. Gözlerime bak  anlarsın”  propagandası yapmıştı. Bu doğrudan anayasayı  reddettirmek içindi.  Mesele   anayasa da değildi. 27 Mayıs yönetimini  meşruiyet  krizine sokmaktı. 

Hocanın beklentisi, Adalet  Partisi   içinde   Çankaya protokolünü delmek isteyen   müfritler  ve  diğer  partilerden gelecek destekle  Cumhurbaşkanı  seçilebilmekti. Oysa ki bu TBMM’nin  açıldığı gün  27 Mayıs ihtilalini   yenilgiye uğratmak anlamına  gelirdi. 

Böyle bir geçiş  döneminde ne MBK  ne de SKB  içindeki kadrolar  iktidarı  bu  koşullarla devretmezlerdi.   27 Mayıs karşıtı  cephe  başarılı olsaydı.  Milli Birlik Komitesini  devre dışı bırakan başka bir  darbe olurdu. Ortalık karışabilir. TBMM  açılamaz. APlilerin başına  epey  kötü şeyler gelebilirdi.  1962 ve 1963 Talat Aydemir başkaldırılarını  hatırlayınız. 

Hoca olamayacak bir seçeneği fazlasıyla  zorlamış. Konuşmaların sonunda epey   tedirgin olmuş. Yazdıklarından öyle anlaşılıyor. 


BAŞGİL  CUMHURBAŞKANI  SEÇİLEBİLİR MİYDİ? 

Başgil, 26 Ekim 1961  günü cumhurbaşkanı seçilemezdi. CHP ve diğer  partilerin  yeni seçilmiş milletvekili ve senatörleri  Çankaya  Protokolüne bağlı kalırlardı. Başgil’i  öne  süren  hizbin gücü   bence verilen “boş oylarla” sınırlı idi. Yapılan  oylamanın sonucuna bakmak  gerekir. Cemal Gürsel’e verilen oy :434, boş oy  sayısı:  156. Bu arada İnönü’ye,  Ürgüplü’ye,  Başgil’e  ve Bayar’a verilmiş oylar vardı.  

Şimdi denilebilir ki  “serbest seçim yapılmadı” Bu kısmen  doğrudur. Ortada  bir pazarlık vardı ve  taraflar taahhütlerine uydular.  Yeni rejimler  böyle kurulur tarihte. Fransa’da V. Cumhuriyetin  kuruluşu, General Charles de Gaulle’ün cumhurbaşkanı  seçilmesi, Türkiye’de Cumhuriyet devriminin  gerçekleşme  koşullarını  düşünelim. Rejimlerde  eşik atlama  böyle olur. 

Başgil Hoca   müfritlerle  istişare etmek yerine, partinin  genel başkanı Gümüşpala ile görüşmesi  daha doğru olurdu. 

Başgil, Fahri Özdilek için  “halk efkarından   ve memleket  realitesinden habersiz” olduğunu yazmış. Ama kendisi de  “siyaset realitesinden”   pek haberdar  görünmüyor. Siyasetin  dinamikleri  çoğu zaman Anayasa  hukuku  kitaplarında  öngörüldüğü gibi olmaz. 

Bir de “demokratik cephenin kazanması”  diye bir ifade kullanıyor  hatıralarında. CHP dışındaki   bütün partiler  demokratik  cepheyi  oluştururken, seçimlerden   birinci  çıkan ve  milyonlarca  yurttaşın oyunu alan Cumhuriyet Halk Partisi’ni   “demokratik” bulmuyor. İsmet Paşa ve CHP  husumeti  Başgil  hocanın  muhakemesini epey bozmuş bence. 

Dahası,  CHP  dışındaki  partilerin kendi adaylığı etrafında  birleşeceğini  sanıyor. Bu  siyaseten  gerçekçi değil. 

CUMHURİYETÇİ KÖYLÜ MİLLET PARTİ PARTİSİ İLE İLİŞKİLER 

Demokrat Parti  kapatıldığı için Cumhuriyetçi  Köylü Millet Partisi meydana  gelen  siyasi boşluğu doldurabilirdi. Hatta bu yönde bir hareketlenme de oldu. Partinin    lideri malum: Osman  Bölükbaşı.  

Bölükbaşı, Demokrat Partinin kuruluşuna katılmış sonra  yolları ayırmıştı.  Başgil ile  “27 Mayıs sonrası siyasi dengeleri”  birkaç defa  görüştüğü anlaşılıyor. 

Başgil CKMP’ye büyük kredi açıyor. Bir süre sonra sandık  ortaya  geldiğinde  CHP yine seçilemeyecektir diyor.    CHP’yi “Moskova  modası   devletçilik”    ve laiklikle   suçluyor. 

Şöyle bir mantık  yürütüyor. DP’den  boşalan alanı ona yakın bir  parti doldurabilir. Bu da  CKMP’dir. Hatıralardan Bölükbaşı’nın  Hocayı    siyasi faaliyetlerin  serbest bırakılmasından sonra CKMP ye  davet ettiği  anlaşılıyor. 

BAŞGİL  CHP DIŞINDA  BİR  KOALİSYONA  ÖNCÜLÜK EDEBİLİR MİYDİ?

Başgil,  senatörlükten istifa  ederek İstanbul’a döndü.  Bir süre sonra İstanbul milletvekili Ferruh Bozbeyli ve Rize milletvekili Arif Hikmet Güner  tarafından ziyaret edildi. Tarih:  7 Kasım 1961. 

Ziyaretçiler Başgil  Hocadan CHP dışındaki  partilerin   birlikte hükümet kurmasına   öncülük etmesini istediler.  

Başgil, siyasilerle  görüşmek üzere  Ankara’ya  gitti. Ankara’da hava hiç de buna   müsait değildir.   Bu gelişmeler bazı  milletvekillerinin parti   genel başkanından   bağımsız  hareket  ettiğini  gösteriyor. Liderler (Bölükbaşı  ve Alican)  olaya  müspet  yaklaşmadılar.  

Bölükbaşı başbakanlık  teklifini bile kabul etmedi.. “memleketin selameti” açısından kabul edemem  dedi.  

Bölükbaşının    tutumunu sadece “askerler kabul  etmezler”  olarak  yorumlamak doğru değildir.   Yeni Türkiye Partisi de Demokrat Partiden liberal argümanlarla ayrılanların kurduğu bir  parti idi.  Ekrem Alican Milli Birlik hükümetinde  bakanlık  kabul etmiş bir siyaset adamıdır. CKMP ise  50’lerde siyasetini hem CHP  hem de DP  karşıtlığı üzerine  inşa etmişti. 

Bu konuda   bir tespitte bulunmak isterim:    İsmet Paşa’nın   ikinci hükümetinin  istifasından  sonra   bile (1963)  CHP’nin karşısındaki   partiler  ortak hükümet  kurma konusunda tereddütlü idiler. İsmet İnönü üçüncü hükümetini    bağımsızlarla kurduğuna göre CHP karşıtı  cephenin    hükümeti kurma  koşulları  henüz ortada yoktu.  Bu koşullar Demirel’in AP ye genel başkan olmasından sonra  doğacaktır.

BAŞGİL’İN 1965 SONRASI  DURUMU 

Başgil Hoca  senatörlükten istifa ettikten  sonra  İsviçre’ye gitti. uzun süre orada yaşadı. Adalet Partisine yakın gazetelerde  yazılar yayınladı. Bu arada  “27 Mayıs İhtilalinin   Sebepleri Üzerine” başlıklı   Fransızca bir kitap  yazdı. Kitap eski savcı Mehmet Ali Sebük tarafından  Türkçeleştirildi.  Sebük, Nazım  Hikmet’in  özgürlüğüne  kavuşması için  büyük  mücadele  veren  bir hukuk adamıydı. 40’ların  sonunda  avukatlık yapmaya  başlamıştı. Ahmet Emin Yalman’ın  gazetesinde  uzun bir tefrika  yayınladı. Yazdıklarını “Nazım’ın Özgürlük Mücadelesi”  başlığı altında  yayınlamıştı.  Sebük, 50’den sonra  iki dönem  Demokrat Parti’den İzmir milletvekili seçilmişti. 

Başgil’in  AP’deki son konumuna gelince,  Adalet Partisi Genel  Başkanı  Ragıp Gümüşpala’nın İstanbul’da ani vefatından sonra 1964  Kasımında olağanüstü  kongre yapıldı. 

Bu kongrede Demirel ve Bilgiç’in dışında   iki aday  daha vardı.  Tekin Arıburun  ve  Ali Fuat Başgil.  Son iki aday   çok az oy alabildiler. Kongrede verilen 1679 oydan  1072’si Demirel’e verildi.   Bu sonuç,    1961 Ekiminde, partiye önderlik etmesi   beklenen Başgil’in bu noktanın  çok uzağına  düştüğünü   gösterir.

Başgil Hoca   öğrencisi Ferruh Bozbeyli ile birlikte 1965’te  İstanbul  milletvekili seçildi. 

Bu seçimde meclise İstanbul’dan giren başka ilginç simalar  var: Çetin Altan, Sadun Aren ve Mehmet Ali Aybar gibi isimler  TİP   milletvekili oldular.  Orhan Birgit,  Orhan Eyüboğlu ve  Coşkun Kırca ise  CHP’den  milletvekili   seçildiler.  

BAŞGİL  HOCANIN  PASİF LAİKLİK  ANLAYIŞI 

Laiklik konusunda   iki kavram var:  Pasif laiklik ve dışlayıcı   laiklik. Hoca pasif laiklikten yana. Ama  bir taraftan  devlete  “aydın din adamı yetiştirme” ödevi yüklüyor.  

Başgil Hoca bu nedenle  devlet din ilişkilerinde çelişkili  görüşlere sahip. İnönü’yü din eğitimini zamanla yok olmaya terk  etmekle  suçluyor. Başgil, laik devleti  daha fazla  din eğitimi  vermesi ve diyanet  personeli yetiştirmesi  için  göreve  çağırırken , öte yandan  devletin  din alanına  müdahalesizliği olan pasif  laiklik anlayışını  savunduğunu  düşünüyor. 

Pasif laiklik dini  kurumlara ve örgütlenmelere uzak duran  devlet. Müdahalede etmiyor, kaynak da  sağlamıyor. Örneğin ABD’de her kilise   kendi kaynağını kendi yaratır. İngiltere’de  taç   tarihi nedenlerle Anglikan kilisesinin başıdır. İngiliz kilisesinin başı   resmen kraldır. Anglikan kilisesi İngiliz   monarşisi ile özdeşleşmiştir. Bu nedenle İngilterede  laiklik   fiilen vardır.  Resmen değil. 

Fransa’da ise 1905’te  kilise   devlet  alanı  dışına çıkarılmıştır.  Kilise  “devletin dışındadır” ama devlet tarafından  denetlenir. Din kendi haline bırakılmaz.   Devlet tarafından  gözetim altında  tutulur.

Bu yıllarda Cumhuriyet Gazetesi  Demokrat Parti çizgisine daha yakın. Nadi Nadi DP listesinden   milletvekili seçilmiş.  Başgil Hoca’nın  makaleleri   Cumhuriyet’te  yayınlanıyor. 

Devletin dini kurumlara  müdahale etmemesi gerektiğini  savunuyor. Başgil pasif  laikliği savunuyorum  derken  gericiliğin tam ortasına  düşecek zaman içinde. Başgil hocanın  en hatalı görüşlerinden biri pasif laikliğin  Türkiye’de uygulanabileceğini  sanmak.   

 BAŞGİL VE NURCULUK 

Ali Fuat  Başgil  Nur Cemaati’ni  sivil  toplum örgütü  sanıyor. Şerif Mardin de  benzer  şeyler söyleyecek ilerde. ABD’de doktora yapıp  Ankara Siyasal’da  öğretim üyesi olduktan  sonra.   Bizler de  okuduk yazdıklarını  80’lerde.   Saidi Nursi  Meşrutiyetten  beri   bilinen bir isim. Birinci Meclise de gelmiş  hüsnü muamele  görmüş.  Nur risaleleri   istinsah ediliyor  Nur  talebeleri  tarafından yayılıyor. Nur talebeleri Saidi Nursi’nin   havarileri. Demokrat  Parti Nurculuktan  yararlanmak istiyor. Özellikle  Menderes.  Celal Bayar görmezden   geliyor. Menderes Saidi Nursi’ye   otomobil  tahsis etmiş ve parti propagandası yaptırıyor. Tarikatların  tamamı Menderes’i destekliyor. Bunların en güçlüsü  Nurculuk.

Küçük bir hatırlatma:  Fetullah  Gülen de Nur hareketi içinden  çıkmış   bir isimdir.  

Nurcular    DP’nin CHP  karşıtı politikalarında en etkili silahlarından biri olmuş. CHP’nin din  karşıtı bir parti olduğunu  kanıtlamak için  epey  örgütlü propaganda yapılıyor. Sanki Menderes  çok dindarmiş gibi. 

Başgil ile  yazışan  bir çok  Nurcu var. Ona mektuplar gönderiliyorlar. Sorular  soruyorlar. Hoca hala  sivil toplum, pasif laiklik  havalarında. Milli  Birlik Komitesi  hükümeti  tarafından en  sonunda tutuklanan  Başgil, sadece yazdığı yazılarda  öne sürdüğü  görüşler değil  Nurcularla  olan ilişkileri nedeniyle  de suçlanıyor askeri mahkemede.  

Sorgu hakiminin  “ Nurculuk suçtur. Bilmiyor musunuz?”  Dediğini  hatırlatmak isterim. 

Bütün  bu ilişkilere  rağmen   Başgil bana göre dindar biri  değil. Nurcu hiç değil. Çarşambalı  mütedeyyin bir aileden geliyor olmakla birlikte.  Din ile ilişkisi  diğer DP’li seçkinlerle aynı. Dini vecibelerini  yerine getiren biri olduğunu  sanmıyorum.   “imanım  kuvvetli… Allah  affetsin”   fırkasına mensup.  Bayar ve Menderes gibi  yani. 

Nurcular ondan yararlanmışlar. Onun   serbesti yanlısı görüşleri üzerinden  kendileri için bir  mecra açmak istemişler. 

Bu nedenle,  Başgil,  Kemalist  kesimlerde  mürtecilere, yobazlara,  yolu açan kişi  olarak görülür. 

Ben Başgil  düşüncesinde bilinçli bir irticayı teşvik  görmüyorum. Hoca düşünce ve inanç  hürriyetini savunduğunu  düşünüyordu. Ama sonuç bu olmuştur. 

Bir de şu gözlemimi   paylaşmak  isterim:  İstanbul Hukuk  Fakültesinde  iki Esas Teşkilat  Hukuku kürsüsü vardır. Başgil’in   başında olduğu    kürsüde akademik kariyere alınanların  hepsi tutucu   isimlerdir.  Servet Armağan, Selçuk Özçelik,  Burhan Kuzu gibi.  Öbür kürsüde  kimler olduğunu  ve neyi  temsil ettiklerini   tahmin edebilirsiniz. 

BAŞGİL'İN  LAİKLİK KONUSUNDAKİ YANLIŞI 

Başgil,   dini   devletin  müdahale etmediği     sivil  toplum  alanı olarak görüyordu.  Ama öte yandan , bununla çelişen  görüşleri vardı.  Devletten   “aydın  din adamı   yetiştirmesini  bekliyordu. İsmet Paşa’yı     ilmiyeyi  zaman için   gerilemeye mahkum etmekle   suçluyordu. Bu çelişkili  bir tutumdu. 

Bugünden geriye baktığımızda  Başgil’in    “din adamı yetiştirme” ve dini sivil toıplum  alanında  örgütlenme hürriyeti   olarak anlaması  tamamen karşı devrimci   sonuçlar vermiştir. 

Sivil toplum alanında   dinin denetimsiz  örgütlenmesi ülkemizi endişe  verici  bir tarikat  sarmalına  sürüklemiştir. 

Dinin devletçe  öğretilmesi,  kadrolarının  oluşturulması, din kadrolarının  devlet alanını  tamamen ele  geçirmesi  sonucunu  vermiştir.  Hocanın  görüşleri  yanlıştı. Zaman  bunu  göstermiştir. 

Başgil Hocanın   Batı’da  devlet dine müdahale etmez  tespiti de doğru değildir. Gerektiğinde eder. Uzun süre yaşadığı, eğitim gördüğü Fransa  bunun  bir örneğidir. Onun  öğrenim  gördüğü 20’ler Fransasnda,    cumhuriyet siyasal  olarak  bölünmüştü. Dinsel alanın  sınırlandırılması   radikal cumhuriyetçiler, radikal  sol, sosyalist  ve komünist   partilerin çok önemsediği bir  konuydu. Tutucu partiler dışında  hiçbir kesim   dinsel alanda  serbestiyi  savunmuyordu.  Serbesti kilise pratikleri  ile sınırlı idi. 

Unutulmamalıdır ki, Fransız devrimi  hem  aristokrasiye  hem de  ruhbana karşı  yapılmış bir devrimdi.  Aydınlanma-aynı zamanda- seküler   bir dünya  yaratmak anlamına  geliyordu.  

 Fransa,  “dini devlet  içinde   denetim  altında tuttuğu”  yüz yıllık  bir   tecrübeden sonra 1905  yasası ile  tamamen  devlet alanının dışına  çıkardı. 

Fransa’da    din  devlet alanının dışındadır. Ama  devlet tarafından  denetlenen bir kurumdur. Fransa’da pasif  laiklik değil    dışlayıcı laiklik vardır. 

Başgil Hoca’nın   Türkiye için   pasif   laikliği   liberal demokrasinin  bir gereği olarak  önermesi  gerçekçi değildi.  Başgil düşüncesi cumhuriyetin temeli olan  laikliği riske attı.   50’den sonra  uygulanan din politikaları   devletin   dinselleşmesi ile sonuçlandı. 

Son  30 yıldır   Türkiye Başgil’in anlayışını  benimseyen bir ekip tarafından  yönetiliyor.  Uygulama tam tersi sonuçlar vermiştir. Din kamu hayatının  temel belirleyicisi olmuştur.  Bana göre  laiklik  fiilen yoktur. 

Sonuç itibariyle, Başgil,  dinin  (kurum ve kadrolarıyla)  nasıl bir   hegemonya  gücü  olduğunu görememiştir. 

BAŞGİL  HOCA’NIN  KATILMADIĞIM BİR BAŞKA  DÜŞÜNCESİ 

Hocanın   katılmadığım bir başka görüşü de  nispi temsile  karşı oluşudur.  Bana göre  parlamento tam  nispi temsille   seçilmelidir.  Genel  oyun  bütün  renkleri  parlamentoya  tam olarak  yansımalıdır. Benim demokratik  meşruiyet açısından en önemli gördüğüm nokta  temsilde  adalettir. 

Sağ partiler   üç çeyrek  asırdan  beri  yönetme   meşruiyetini  “milli  irade” ile açıklarlar. Ancak   milli irade bir soyutlama  değildir. Meclise yansıyan  milletin  iradesidir. Fakat  ne ilginçtir ki Demokrat Partiden başlarak, Adalet Partisi,  Anavatan Partisi ve nihayet Adalet  ve Kalkınma Partisi  iktidarları   çıkardıkları  bütün seçim kanunlarında  gerçek temsili  engellemeye  çalışmışlardır. 2002’den bu yana   bunun en   uç örneklerini gördük.

Başgil,   seçimlerin tek başına  iktidar  çıkarmasını  zorlaştıran  nispi temsile karşıydı. Çoğunlukçuydu. Bu tutum  kanımca,   millet iradesinin TBMM inde tecellisi açısından ağır kusurlu (illetli)   bir durum yaratır. Başgil de  temsilde adaleti önemsememiş,  parlamento ve hükümette  çoğunlukçuluğu benimsemiştir. Bu da Türk  sağının bütün renkleri ile uyumlu  bir düşünce  tarzını ifade eder. 

MİLLİ BİRLİK KOMİTESİNİN  ÇELİŞKİLİ  BAZI UYGULAMALARI 

Milli   Birlik Komitesi   yönetimi  pek çok  çelişkili uygulamaya imza attı. Örneğin, Başgil, Kurucu Meclisin  açıldığı  günlerde tutuklanmış, ihtilalci  çevrelerde Demokrat Partinin  adamı   olmakla  itham edilmişti. 

Hoca   tutuklandı.  Sonunda  beraat  etti. Bu arada Kurucu Meclis  çalışmalarını sürdürdü. Anayasa yapım süreci tamamlandı. 

Halk oylaması  öncesinde radyoda  anayasa üzerine tanıtıcı konuşmalar yapılmasına karar  verildi.   Durum  12 Eylülden farklıydı. Komite kendisini anayasa metni ile  özdeşleştirmedi.  

Cemal Gürsel  Kenan Evren gibi “devlet adına  anayasayı tanıtma” gezilerine çıkmadı. Anayasayı eleştirmek   mümkündü.  Referandum sonucu da  zaten bunu gösterir.   

İlginc  olan şu ki: İstanbul radyosu idaresi referandum öncesinde  konuşmacılar    listesine Ali Fuat Başgil Hocayı  da almış ve davet etmiş. Hoca radyoda konuşmamak için  Erdek’e  tatile gitmiş.    Yani İstanbul  radyosu iki  ay   süreyle tutuklu kalmış bir anayasa  hocasını radyoya davet etmişti. 

Benzer  bir durum Tarık Zafer Tunaya hocam ile ilgili olarak söz konusudur. Anayasa Hukuku profesörü  Tunaya  147’lik olmuştu.  Üniversiteden çıkarılmıştı. Bu operasyon Komite’den çıkarılacak olan  14’lere  mal edilmiştir. 

Sonuçta Tunaya birkaç ay sonra  Kurucu  Meclise İstanbul İl temsilcisi olarak  katıldı. Anayasa komisyonunda yer aldı. Hatta  1961 anayasasının  muhteşem edebi dibaçesini (önsözünü)  yazan  Tarık Zafer Tunaya Hocamdır. 

Bu gelişmelerden çıkarılacak sonuç şudur ki,  Milli Birlik Komitesi iktidarı elinde  tuttuğu dönemde epey savrulmalar göstermiş.  İhtilal  yönetiminin sertleştiği  ve   zamana  göre  politikalarını değiştirdiği dönemler  olmuş. 

 

BAŞGİL’E GÖRE İHTİLALİN SEBEBİ ONAR’IN  TUTUMUDUR 

28-29   Nisan olayları 27 Mayıs’a  giden yolu hızlandırmıştır. 27 Nisan’da  Tahkikat  Komisyonu  yasasının   çıkmasından sonra İstanbul  ve Ankara  Üniversitelerinde öğrenci  gösterileri olmuştu.  İktidar öğrencilere sert bir şekilde müdahale  etmişti. 

İstanbul Üniversitesinde gösterilerin artması üzerine İstanbul Valiliği üniversiteye atlı  polis ile müdahale etmişti.  Polis, üniversiteye  Rektörlük talebi  olmadan  girince, Sıddık Sami Onar Emniyet  amirleri ile “üniversitenin  idari  muhtariyeti” babında  tartışmaya   başlıyor.Onar, üniversite rektörünün  talebi olmadan  emniyet güçlerinin  kampüse giremeyeceğini  söylüyor. Arbede çıkıyor. Rektör yere düşüyor. Ya da düşürülüyor.  Emniyet Müdürlüğüne götürülüp   hafif bir tedaviden sonra  tekrar üniversiteye getiriliyor. 

Başgil, Onar’ın   sargılar içinde öğrencilerin  karşısına çıkmasını yanlış buluyor. Olayların  bundan sonra alevlendiğini Onar’ın bu   tutumu ile öğrencileri tahrik ettiğini  düşünüyor. 

Rektör  sıfatıyla ağırbaşlılığını  korumalıydı. “kan kusup, nar şerbeti içtim” denilecek  zamanlar vardır.  Büyüklük budur”diye yazıyor. Başgil,  Onar’ın arbedede hafif  yaralanmasını abartarak  olayları alevlendirdiğini düşünüyor. 

Başgil, Onar’ın   Rektör olarak tutumunu  beğenmediği gibi, akademik  açıdan da  küçümseyici  ifadeler  kullanmış hatıralarında. 


KUBALI’YA DAİR SÖZLER 

Başgil sadece Onar’ı değil, Kubalı’nın da hukukçuluğunu zayıf buluyor, tahfif ediyor bence. Özellikle Yassıada’ki şahitliği sırasındaki   hal ve  tavırlarıyla  alay ediyor.Adalet Divanı  “anayasayı ihlal  davasında” Kubalı’yı bütün gün dinlemiş. Divan Başkanı Kubalı’ya uzun uzun  konuşma imkanı  vermişken Başgil pek az  konuşabilmiş. Kubalı’nın mahkemedeki  tavrını “başı balalarda” diye tanımlıyor.  Buradan Kubalı’yı “ilmen  boş-kişi olarak  kibirli”  bulduğu sonucunu  çıkarıyorum. 

  

ALİ FUAT BAŞGİL HOCA’NIN DOĞRU YAPTIĞI BİR ŞEY 

Başgil DP iktidarı tarafından kurulan Tahkikak Komisyonunun   anayasaya  uygunluğu ile  ilgili olarak Çankaya’da     yemekli bir toplantıya davet edildi.  Cumhurbaşkanı Bayar, Başbakan Menderes  ve  ilgili   bakanların da hazır bulunduğu bir toplantı idi  bu.  

Bayar’ın  “şimdi tenkit değil tenkil   zamanıdır”   dediği  toplantıda, Menderes    tedirgindi.  Başgil’le  uzun uzun konuştu. Başgil komisyonun  kurulmasında anayasaya aykırı bir  taraf olmadığını   yetkileri açısından anayasaya aykırılıklar gördüğünü söyledi.

Hoca,  komisyonun  anayasaya aykırı olan bu  yetkileri kullanmamasını öğütledi. Bayar,  Başgil’in görüşlerine pek aldırmazken, Menderes Demokrat Parti  iktidarını kurtaracak önerileri dinlemiştir. 

Bunlardan  ikisi anlamdır: 

Başgil, Ali Fuat Cebesoy başkanlığında yeni bir hükümet  kurulmasını önermişti. Cebesoy ismi  CHP’nin  hayır  diyemeyeceği bir isimdi.  Siyasi tansiyonu  düşürürdü. 

Başgil bu öneriyi  Cebesoy ile   konuşmuş, olumlu yanıt almıştı. Öbür   öneri ise hükümete  CHP’den  bazı isimlerin  bakan olarak atanması idi. 

Başgil,  her iki öneriyi İnönü’ye götürmüş; kesin bir   cevap alamamıştı.  

CHP böyle  bir hükümete   bakan vermemiş olsa  bile Ali Fuat Cebesoy başkanlığında  kurulacak  bir hükümet olayları teskin edebilirdi. Cebesoy ile erken seçime gidilebilirdi. 

Bayar’ın tavizsiz,  Menderes’in tereddütlü tutumu, İsmet Paşa’nın  “siyasetçiliği” nedeniyle  bu seçenek  fazla etüt edilemedi.