Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
46,5322
Dolar
Arrow
39,7725
İngiliz Sterlini
Arrow
54,7777
Altın
Arrow
4255,0000
BIST
Arrow
9.404

Savaş insan öldürmektir: Önünde sonunda!

Öldürmek, insanlığın en ilkel davranış biçimlerinden biridir.

İnsan öldürür. Ancak bu öldürme ne tamamen doğasında vardır ne de yalnızca dış etkenlerle açıklanabilir.

İnsan, aynı zamanda öldürmemeyi seçebilen; vicdan ve duygudaşlık taşıyan, adalet isteyen bir varlıktır.

Savaş ise, bir çıkarı gerçekleştirmek amacıyla doğrudan, planlanarak ve topluca insan öldürmek anlamına gelir.

Bu, insanın ürettiği tüm somut ve soyut değerlerin topyekûn yıkıma uğramasıdır.

Haklı da olunsa, haksız da olunsa, savaşta sonuç değişmez: insanlar ölür.

Peki, insan neden öldürür?

***

(Vetnam-1967)

Bu soruya yalnızca tek bir açıdan yanıt verilemez.

Bunun biyolojik, psikolojik, sosyolojik, felsefi, teolojik ve tarihsel kökenleri vardır.

Öldürmek çoğu zaman koşulların, ideolojinin, korkunun, çıkarın ve sistemin sonucudur.

İnsan; kendini korumak, egemenlik kurmak, inancı veya ideolojisi uğruna, korktuğu, acı çektiği ya da öğrendiği için; hatta bazen hiçbir neden olmadan da öldürebilir.

Hayvanlar ise genellikle avlanmak, tehdit altında kendini savunmak, yaşam alanını ya da kaynağını korumak ve tür içi hiyerarşi kurmak gibi doğal ve içgüdüsel nedenlerle öldürür.

İnsanlar içinse öldürmek, hayvanlardaki gibi içgüdüsel olduğu kadar bilinçlidir de.

Bu bağlamda, her ne nedenle olursa olsun, “öldürmek” insan olmanın, bilinçli ve ahlaki bir varlık olarak yaşamanın dışına taşan bir kırılmadır.

Savaş, örgütlü, silahlı ve planlı biçimde karşılıklı toplu öldürme eylemidir.

***

(Buda)

“Savaş insan öldürmektir.” sözü yalnızca bir tanım değil; aynı zamanda vicdani bir değerlendirmedir.

Bu ifade, savaşın yalnızca devletler, sınırlar, ordularla ilgili değil; bireyin ahlakı, yaşam hakkı ve insanlık onurunun yok oluşu ile ilgili olduğunu anlatır.

Öldürmek ve savaş, insanlık tarihi boyunca düşünürlerin üzerinde durduğu temel sorunlardan biri olmuştur.

M.Ö. 1200-1000 yılları arasında İran’da ortaya çıktığı düşünülen Zerdüştlük, insanlık tarihindeki en eski düşünsel sistemlerden biri olarak kabul edilir.

Zerdüşt öğretisine göre, iyilik, adalet ve düzenin tanrısı Ahura Mazda ile; yalanın, kaosun ve şiddetin temsilcisi Ahriman arasında sürekli bir mücadele vardır.

“İnsan, bu mücadelede doğru olanın tarafında durmalı; adaletle yaşamalı ve kötülüğe karşı çıkmalıdır.”

Zerdüştlük, keyfi öldürmeye ve şiddete karşıdır; ama kötülüğü ortadan kaldırma mücadelesini kutsal sayar.

İ.Ö. 6. yüzyılda Eski Çin’de yaşamış büyük düşünür Konfüçyüs, en büyük erdemin başkalarına zarar vermemek ve karşılıksız iyilik yapmak olduğunu savunur.

Savaşı onaylamaz ama tamamen reddetmez. Devletin düzeni ve halkın güvenliği için savaş bazen kaçınılmaz olabilir.

Ancak bu sadece ahlaki üstünlükle, son çare olarak başvurulabilecek bir yoldur.

“Adaletsiz savaş hem halkı hem devleti yozlaştırır.”

Aynı çağda yaşamış olan Laozi'ye (Lao-Tzu) atfedilen Tao düşüncesinde ise öldürmek, evrensel doğa düzenine (Tao’ya) aykırıdır.

“Kim öldürürse evrenin düzenine karşı gelir ve asla başarılı olamaz. Silahlar uğursuz araçlardır, nefret edilmesi gerekir.”

“Zorbalıkla hükmeden ve güçle üstünlük kuran, sonunda yıkılır. Savaş, doğal denge bozulduğunda başvurulan bir çaresizliktir.”

Benzer şekilde, Hindistan’da aynı dönemde yaşamış Siddhartha Gautama (Buda), “Hiçbir canlıyı öldürmemek” ilkesini (Ahimsa) öğretisinin temeline koyar. Buda, “uyanmış olan” anlamına gelir.

"Canlıları öldürmekten sakınırım," der.

Buda savaşı yüceltmez; ama doğrudan silahsızlanma çağrısı da yapmaz. O, tam anlamıyla pasifisttir.

“Hiçbir canlıyı öldürmemek, bireysel kurtuluşun ve evrensel uyumun yoludur.”

“Öldürmek, ne kadar haklı bir gerekçeyle yapılırsa yapılsın, insanın ruhsal dengesini bozar.”

Buda’ya göre barış, yalnızca dış dünyada değil, bireyin iç dünyasında da sağlanmalıdır.

***

 (Sinoplu Diogenes)

Öldürme ve savaş, Batı felsefesinde tarih boyunca önemle tartışılan konular arasında yer almıştır.

Sokrates (İ.Ö. 469–399), çağdaş düşünceyi en çok etkileyen Antik Çağ düşünürlerinden biridir.

Kendisi de toplumsal düzene karşı çıktığı iddiasıyla ölüme mahkûm edilen, ama bunu kendi eliyle baldıran zehrini içerek gerçekleştiren Sokrates, adaleti ve bilgelik temelinde yaşamayı savunur: 

“İnsan ahlakı evrensel değerlere dayanmalıdır.  Bir eylemin doğru olup olmadığını, niyeti ve erdemle olan uyumu belirler.”

Kendisine haksızlık edenlere bile karşılık vermemeyi savunur: “Hiç kimseye kötülük etmemeliyiz,” der.

Bu anlayış, öldürmeyi ahlaki olarak reddeder. Ancak savaş konusunda doğrudan bir pasifist sayılmaz.

Sokrates’in öğrencisi Platon/Eflatun (İ.Ö. 427–347), "Devlet" adlı eserinde adaletin üstünlüğünü savunur, ancak devlet düzenini sağlamak adına savaş ve öldürmeyi meşru görebilir.

Platon da keyfî öldürmeyi reddeder. Kötülük yapanlar için ölüm cezasını, duruma bağlı olarak, onaylar.

İnsanı “politik bir hayvan” olarak tanımlayan Aristoteles (İ.Ö. 384–322), toplumun düzenini korumak için gerektiğinde öldürmenin uygulanabileceğini söyler.

“Öldürmek ne her zaman kötü ne de her zaman iyidir; bağlama bağlı olarak değerlendirilen bir eylemdir.”

Zenon, Epiktetos, Seneca, Marcus Aurelius gibi, “Stoa” (Sundurma) adı verilen düşünce sistemine bağlı filozoflar, tüm insanlığı bir bütün olarak görür.

“Evrene uygun yaşamak; doğaya ve akla uygun eylemde bulunmak anlamına gelir.”

“Öldürmek, doğaya ve akla aykırıysa kötüdür. Ancak devlet düzenini korumak amacıyla yapılan savaşlar ya da verilen cezalar kaçınılmaz olabilir.”

Hierapolis-Denizlili Stoacı filozof Epiktetos (İ.S. 55–135): “Kimseye zarar vermemek en doğru olandır.” der.

“Zenginler para kazanmayı, yoksullar da onu istemeyi bıraksın, dünya cennet olur.” sözünün sahibi Sinoplu Diogenes (İ.Ö. 412–323) gibi “kinik” (kynik) düşünürler, devlet, savaş, mülkiyet gibi kavramları reddederler.

Roma döneminde ise, ünlü hatip ve düşünür Cicero (İ.Ö. 106–43), haksız yere öldürmenin evrensel bir suç olduğunu belirtirken, vatanı savunmak için öldürmeyi erdemli bir davranış olarak görür. Ölüm cezasını onaylar: “Kamu yararı için öldürmek zorunlu olabilir.”

***

(Hz.Musa ve On Emir-Rambrandt resmi)

Semavi dinlerden Museviliğin “On Emir”inden altıncısı “Öldürmeyeceksin.” der.

Ancak burada kullanılan İbranice kelime “ratzach”, özellikle kasten ve haksız yere adam öldürme (cinayet) anlamına gelir.

Bu buyruk, öldürmenin her türünü değil, "yasa dışı insan öldürmeyi" yasaklar. Diğer bir deyişle, cinayet haramdır.

Ama meşru müdafaa, devlet savaşı, yargı kararıyla infaz gibi durumlar istisna kabul edilir.

Bunlarla beraber, Museviliğin hukuki ve ahlaki kurallarını belirleyen “Talmud”, barışı üstün bir değer sayar. Her savaşın ahlaki sınırlar içinde kalması gerektiğini vurgular.

“Barış yollarını ara ve peşinden git.” (Mezmurlar 34:15)

“Barış, savaştan önce gelir.” “İnsan öldürmek, dünyayı yok etmek gibidir.” (Mişna, Sanhedrin 4:5)

Ancak, barışa karşıt buyruklar da vardır: O zamanlar İsrailoğullarının komşuları ve düşmanları olan Kenanlılar ve Amoriler için bildirilen davranış çok açıktır: Savaşta, “Hiçbirini sağ bırakma.” (Tesniye 20:16–17)

“Tevrat”, barıştan yanadır ama savaştan da vazgeçmez.

***

 (Hz.İsa- Temsili Resim)

Tanrı’nın Hz. Musa’ya bildirdiği “On Emir”den biri olan “Öldürmeyeceksin” buyruğu, Hristiyanlığın Kutsal Kitabı “İncil”de de yinelenir. (Çıkış 20:13 – Matta 19:18)

Ancak Musevilikte bu emir kasti cinayet anlamındayken, Hristiyanlıkta genellikle daha geniş yorumlanır ve her türlü insan öldürme ahlaken günah sayılır.

Hz. İsa, “Size kötülük edenlere karşı koymayın... Sağ yanağınıza vurana öbür yanağınızı da çevirin” der. (Matta 5:39)

“Kılıç çekenlerin hepsi kılıçla ölecek.” (Matta 26:52)

İlk Hristiyan toplulukları da şiddetten kaçınmış, Hz. İsa’nın öğretilerine ve “şiddet kullanmama” buyruğuna sadık kalmış, ülkelerini işgal eden Roma ordusunda askerlik yapmayı reddetmişlerdir.

İ.S. 4. yüzyılda, Doğu Roma İmparatorluğu’nda (Bizans) Hristiyanlık devlet dini olunca, savaş kavramı dini bir kılıfa uydurulmuştur.

Sınıflı toplumlarla beraber ortaya çıkan bir kurum olarak “devlet”, hâlâ meşru “şiddet” kullanma tekeline sahip toplumsal bir yapıdır.

Zamanla St. Augustinus ve St. Thomas Aquinas gibi Hristiyan bilginleri tarafından Hristiyan teolojisine “adil savaş” kuramı eklenmiş, bazı koşullar altında savaşın meşru olabileceği kabul edilmiştir.

St. Augustinus’un (İ.S. 354–430) deyişiyle: “Barış için savaş yapılabilir; ama barışa götürmeyen bir savaş Tanrı’ya aykırıdır.”

Katolik Kilisesi’nin bugün de resmi tutumu olan bu kurama göre savaş; meşru bir hükümet ya da kral tarafından ilan edilmeli; zulmü durdurmak, kendini savunmak, intikam değil barış sağlamak amacı gütmeli; kullanılacak güç, elde edilecek yararla orantılı olmalı ve ancak barışçıl çabalar sonuç vermediğinde savaşa başvurulmalıdır.

Hristiyanların diğer kollarından Protestan mezhebinin bazı kiliseleri savaşa karşıyken, bazıları devlet savunmasını meşru görür.

Ortodoks mezhebine göre barış idealdir; ancak savunma amaçlı savaşlar hoş görülür.

Sayıları fazla olmayan Pasifist Hristiyanlar ise her türlü savaşa ve öldürmeye karşıdır.

 ***

 (Hz.Ali-Temsili Resim)

İslam’da da haksız yere insan öldürmek en büyük suçlardan biridir.

Kur’an-ı Kerim’de “Allah, haksız yere cana kıymayın... Kim bunu kasıtla yaparsa, cezası ebedî cehennemdir” (Nisa Suresi, 93); sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur” (Maide Suresi, 32)”, buyrukları vardır.

İslam, temel olarak yaşam hakkını kutsal kabul eder. Ancak bazı olağanüstü durumlarda — meşru savunma ya da adaletin tesisi gibi — sınırlı ve denetimli müdahalelere izin verir.

“İslam’da barış esastır. Ancak saldırıya uğrama, haksız yere cana kıyılması gibi durumlarda, savunma hakkı tanınır. Bu da hukuk çerçevesinde ve insan onurunu gözeterek uygulanmalıdır.

Hz. Muhammed’e ya da Hz. Ali’ye atfedilen “Adaletsizlik karşısında susan, dilsiz şeytandır.” sözü, İslam düşüncesinin genel bir önermesidir.

Hz. Ali (600–661) şöyle der: “Zalimlere karşı direniş meşru ve gereklidir.”

“Savaş kötüdür, ancak adalet içinse susulmaz.” Ama savaşı asla yüceltmez.

İslam’da “barış ve sulh ilkedir”; savaş ise istisnai ve zorunlu bir durumdur.

Yani savaş, zulmü ortadan kaldırmak, savunma yapmak ya da engellenemez bir saldırıyı durdurmak için meşru görülebilir.

“Ne oluyor size ki, Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar...’ diyen mazlumlar uğruna savaşmıyorsunuz?” (Nisa 75)

Hazreti Muhammed, hadislerinde savaşla ilgili olarak; kadınların, çocukların, yaşlıların, din adamlarının — yani sivillerin — öldürülmemesini; ağaçların, ekinlerin, ibadethanelerin tahrip edilmemesini; esirlere işkence yapılmamasını ve genellikle fidye karşılığı serbest bırakılmalarını buyurmuştur.

Daha sonraki zamanlarda İslam bilginleri de “öldürme ve savaş” konusunda açık görüşler bildirmişlerdir.

Batı dünyasında Averroes olarak tanınan Endülüslü İbn Rüşd’e (1126–1198) göre, savaş adil bir neden olmadan yürütülürse zulümdür.

Şiddet ancak meşru müdafaa ve adaleti sağlama amacıyla haklı gösterilebilir.

“Zulüm hiçbir durumda meşru olamaz. Eğer savaş, adaleti tesis etmek için değilse, kötülük doğurur.”

Çağdaş tarihçiliğin, sosyolojinin ve iktisat biliminin öncülerinden kabul edilen Tunuslu İslam bilgini İbn Haldun (1332–1406), savaşın doğal bir toplumsal olgu olarak görür ancak sürekli bir yıkım kaynağı olduğunu saptar.

 (İbn Haldun-Temsili Resim)

“Karşıtlarını öldürmek, iktidarın sürdürülebilirliği için kullanılabilir ama meşruiyeti zayıflatabilir.”

“Adalet, güce karşı en büyük sınırdır. Devlet ancak adaletle uzun ömürlü olur.”

Moğol istilaları sırasında, “kendini Müslüman sanan ama şeriatla yönetmeyen yöneticilere karşı savaş caizdir” görüşünü yayan Harran-Şamlı İslam bilgini İbn Teymiyye (1263–1328), günümüzde ortalığa şiddet yayan ‘cihadi selefiliğin’ esin kaynağı olarak kabul edilir.

Yakın zamanda onun görüşlerini canlandıran Mısırlı Seyyid Kutub (1906–1966), modern toplumları ‘cahiliye toplumu’ ilan etmiş; izinden giden Abdullah Azzam (Afgan Cihadı), Usame bin Ladin (El Kaide), Ebubekir el-Bağdadi (İŞİD) gibi şiddet eylemcileri, uluslararası toplum tarafından “terörist” olarak ilan edilmiştir.

Aslında İslam’da savaş, ‘meşru müdafaa’dır; amacı barışı tesis etmektir. Keyfî, saldırgan, çıkarcı savaşlar ise haramdır.

Müslümanlar birbirlerini ‘selam’ sözcüğüyle karşılar. ‘Selam’, Arapça’da ‘barış, esenlik, huzur, selamet’ anlamına gelir.

***

 

 (Hugo Grotius)

Seküler Avrupa da farklı düşünsel yaklaşımlar çerçevesinde 'savaş' olgusunu derinlemesine tartışmıştır.

Bugünkü Birleşmiş Milletler Sözleşmesi, Cenevre Sözleşmeleri, hatta uluslararası savaş suçları mahkemeleri gibi yapıların teorik zemininde, Hollandalı Hugo Grotius/Huig de Groot’un (1583-1645) fikirleri öne çıkar.

İnsan aklının ve doğasının evrensel bir hukuk yarattığını; savaşın yalnızca haklı gerekçelerle meşru olabileceğini, sivillerin korunması gerektiğini; devletler arasında evrensel ahlaki kurallar bulunması gerektiğini savunur.

Bu yaklaşımına “Adil Savaş” teorisi deniyor.

Batı felsefesinin en etkili isimlerinden biri olan Alman filozof Immanuel Kant’a (1724–1804) göre savaş doğaldır ama ahlaken yanlıştır. 

“İnsan aklı ve ahlaki gelişim, barışı zorunlu hale getirir. Ancak kalıcı barış için devletler üstü hukuk gereklidir. Bu da hukuk devleti ve (Birleşmiş Milletler gibi) uluslararası bir federasyon yoluyla mümkündür.”

Düşünceleri, 1789 Fransız Devrimi’nin hazırlayıcılarından sayılan Jean-Jacques Rousseau’ya (1712–1778) göre insanın doğası barışçıldır. İnsanların temel kaygısı yalnızca günlük ihtiyaçlarını karşılamaktır.

“İnsanların toplum halinde yaşamaya başlaması şiddeti ve çatışmayı beraberinde getirmiştir. Bu nedenle aralarında bir ‘toplumsal sözleşme’ yapmaları gereği doğmuştur.”

Psikanaliz biliminin kurucusu Sigmund Freud’a (1856–1939) göre, insanda iki temel dürtü vardır: Sevgi, üreme gibi yaşam içgüdüsü (Eros) ve yıkım, saldırganlık, öldürme ve ölüm gibi ölüm içgüdüsü (Thanatos).

Freud’a göre insan, bu iki içgüdünün sürekli çatışması içindedir. Saldırganlık yalnızca dış dünyaya değil, aynı zamanda kendi benliğine de yönelir.

Freud, savaşları sadece politik ya da ekonomik nedenlerle değil, insanın içindeki yıkıcı dürtülerin kolektif bir patlaması olarak açıklar. İnsan bu saldırganlıkla baş edemezse, onu dış dünyaya yansıtır: Bu da savaş olur.

Çağımızı en çok etkileyen bilim insanlarından biri, teorik fizikçi, aynı zamanda bir barışsever olan Albert Einstein’ın (1879–1955), Sigmund Freud’a sorduğu “İnsanlığı savaş belasından nasıl kurtarabiliriz?” sorusu, onun bu konudaki görüşünü özetler:

“Savaş içgüdüsel bir eğilimdir. Tüm saldırganlık ortadan kaldırılamaz. Ancak eğitim, kültür, hukuk ve duygusal özdeşleşme (empati) yoluyla bu eğilim yönlendirilebilir.”

***

(Lev Tolstoy)

Savaşın elbette politikayla ilgisi vardır.

Büyük Rus yazar Lev Tolstoy (1828–1910), “Savaş cinayettir; tek fark, örgütlü ve kutsanmış olmasıdır,” der.

Ekler: “Savaş, devletlerin bireylere cinayet işleme izni vermesidir.”

Savaş kuramcısı Prusyalı/Alman General Carl von Clausewitz (1780–1831), “Savaş, politikanın başka araçlarla devamıdır” der.

Clausewitz'e göre, “Savaş, devletlerin politik hedeflerine ulaşmak için başvurduğu bir araçtır. Yani savaş, politika bitince değil, politik hedefin farklı yöntemlerle sürdürülmesidir. Görüşme ve anlaşmayla ulaşılamayan bir amaç; zor kullanarak, savaşla gerçekleştirilmek istenir.”

“Şiddetsizlik” ilkesini politik direnişe dönüştüren, Hindistan’ın bağımsızlığının öncüsü Mahatma Gandhi (1869–1948), “Bir göz için iki göz, dünyayı kör eder,” der.

Hintlilerin kendi tuzlarını üretmesini yasaklayan İngiliz sömürgeciliğine karşı, “Tuz Yürüyüşü” olarak anılan ve taraftarlarıyla birlikte 390 km yürüyerek, 1930 yılında koca bir ülkeyi ayağa kaldıran Gandhi bir avuç tuzla, üzerinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğu’nu sarsmıştır.

Bu eylem, tarihteki en başarılı “sivil itaatsizlik” örneklerinden biri olarak kabul edilir

***

 (Gazze-2024)

Binlerce insanın ölümüne, yersiz yurtsuz kalmasına yol açan savaş ve nedenleri, birçok çağdaş düşün insanını bu olguyu genel olarak sorgulamaya yöneltmiştir.

Fransız eylemci ve düşünür Simone Weil’e (1909–1943) göre, savaş bireyi nesneye dönüştürür. İnsan artık özne değil, bir "şey" haline gelir: bir hedef, bir kurban, bir sayı, bir istatistiktir.

“Güç, bir insanın canını alabilecek kadar etkin olduğunda, insanı insan olmaktan çıkarmış olur.”

“Kötülüğün sıradanlığı” kavramının sahibi ABD’li düşünür Hannah Arendt (1906–1975), savaşın birey için öldürmeyi olağanlaştırdığına işaret eder:

“Savaş, şiddeti kurumsallaştırıp bireysel sorumluluğu öldürür. Savaşta askere öldürmekten başka seçenek bırakılmaz.”

Çağımızı etkileyen en önemli filozof ve eylemcilerden Karl Marx (1818–1883)’a göre, insan doğası gereği “öldürücü” değildir:

“İnsanı öldürmeye iten şey, bireysel ahlak değil; onun içinde bulunduğu toplumsal üretim ilişkileri, ekonomik yapılar ve ideolojik aygıtlardır. İnsan öldürmez, sistem öldürtür!”

“Yabancılaşma, bireyi insanlıktan uzaklaştırır. İnsan, insanın kurdu olur.”

“Bazen toplumsal sınıflar arası çıkar çatışması, zora başvurmayı ve öldürmeyi olanaklı hale getirebilir.”

“İdeolojik aygıtlar insanı savaşa ikna eder. İnsan öldürür; çünkü ona öldürmesi gerektiği öğretilmiştir. Ezilme, insanı devrimci şiddete yönlendirebilir. Zor, yeni bir toplumun ebesidir.”

Sonuçta insan, birey olarak değil; tarihsel ve toplumsal bir varlık olarak öldürür.

***

(Afrika-2012)

Günümüz düşünürlerine ve çağdaş siyaset bilimcilerine göre savaşların çıkış nedenleri, geçmiş değerlendirmelere göre farklı ve çok boyutludur.

Modern yaklaşımlar, yalnızca güç, çıkar veya ideolojiyle sınırlı kalmaz; kimlik, psikoloji, ekonomi, ekolojik kriz gibi pek çok faktörü birlikte değerlendirir.

ABD’li düşünür John Mearsheimer, Büyük Güç Politikalarının Trajedisi, Liderler Neden Yalan Söyler gibi kitaplarında ileri sürdüğü “saldırgan gerçekçilik” (offensive realism) kavramıyla, “devletlerin güç kazanma hırsının sınırsız” olduğunu savunur:

“Devletler, anarşik bir uluslararası sistemde yaşar; her devlet güvenliğini sağlamak için güç artırmaya çalışır. Bu güç mücadelesi ise zamanla çatışmaya ve savaşa dönüşür.”

Çok sayıda eleştiri alan görüşleriyle tanınan Samuel Huntington’a göre ise, “ulus, etnisite, din gibi kimlikler etrafında inşa edilen aidiyetler, ‘ötekileştirme’ yoluyla çatışmayı doğurur”:

“Geleceğin savaşları, ideolojiler arasında değil, medeniyetler arasında olacaktır.”

Silahlar, Mikroplar ve Çelik adlı kitabıyla tanınan Jared Diamond ise daha farklı bir bakış sunar:

“Su, gıda, toprak gibi doğal kaynakların; iklim krizinin yol açtığı göçler ve kuraklık gibi etkenlerin, ülkeler ve topluluklar arası çatışmaları tetiklediğini; savaşların kaynak kıtlığı ve iklim felaketleri nedeniyle çıktığını” düşünür.

Politik psikoloji biliminin kurucularından Margaret Hermann’a göre, “bazı savaşlar, narsisizm, paranoya, intikam duygusu gibi bireysel liderlerin kişilik özelliklerinden ya da karşı tarafı tehdit olarak gören algı hatalarından kaynaklanır.”

“Savaşlar yanlış algı, lider psikolojisi, karizma ve otoriter eğilimler nedeniyle tetiklenebilir.”

ABD’li siyaset bilimi akademisyeni Michael Doyle ise konuya “demokratik barış kuramı” ile yaklaşır:

“Demokratik ülkeler birbirleriyle savaşmaz. Savaşlar, genellikle otoriter rejimlerin saldırganlığı ya da demokrasi dışı sistemlerin kapalı yapıları nedeniyle çıkar. Savaşların temelinde demokrasi eksikliği ve şeffaf olmayan yönetimler yatar.”

***

(Albert Einstein)

Modern düşünürler, özellikle 20. yüzyılın iki büyük savaşının ardından savaşın doğasını ve barışı daha eylemci bir bakışla sorgulamıştır.

Albert Einstein, savaş karşıtıdır ve “barış zorla değil, anlayışla sağlanır” demiştir.

Jean-Paul Sartre gibi varoluşçu filozoflar, bireyin özgürlüğünü savunurken savaşın özgürlüğü yok ettiğini belirtmişlerdir.

Bertrand Russell, savaşın geride yalnızca ölüm ve çöküş bıraktığını vurgular ve tüm yaşamı boyunca barış hareketlerinin destekçisi olmuştur.

Suikasta kurban giden ABD’li siyahların önderi Martin Luther King Jr.  “Şiddet şiddeti doğurur; nefret nefreti...” diyerek, barışın ancak ahlaki üstünlükle ve vicdanla sağlanabileceğini vurgulamıştı.

Irk ayrımcılığına karşı dirençli bir mücadele yürüten siyahların lideri Güney Afrikalı Nelson Mandela’nın, “barış, düşmanların arkadaş haline gelmesidir” sözü, onun adaletle barış arasında kurduğu bağı gösterir.

***

Düşünürler savaşın nedenlerini tartışmaya devam eder.

Çünkü savaşlar insanların en kıymetli varlığını, hayatı yok eder.

İngiliz profesör David Harvey, savaşların kapitalist sistemin yarattığı eşitsizlikleri ve krizleri çözmenin bir aracı olduğunu; özellikle emperyalist çıkarların ve sermayenin yeni pazar arayışının savaşa neden olduğunu bildirir:

“Savaşlar, ekonomik sömürü, küresel sermaye krizi ve dünya sistemindeki hiyerarşi yüzünden çıkar. Savaşı yönlendiren en güçlü etken, kapitalist devletlerin hegemonya arayışıdır.”

“Ezilen halkların emperyalist saldırılara karşı verdikleri savunma savaşları genellikle meşrudur”.

Dünya devrimini savunan Amerikalı entelektüel David North, ABD’nin 1990’dan bu yana yürüttüğü savaşları, emperyal hegemonyanın bir parçası olarak niteler.

“Savaşa karşı durmanın yolu, uluslarüstü işçi dayanışmasıdır”, der.

Hint kökenli Amerikalı aydın Vijay Prashad, Libya ya da Filistin örneklerinde olduğu gibi son yıllarda çıkan savaşları, ABD emperyalizminin “neo-sömürgeci” yönü olarak açıklar.

Son zamanlarda büyük bir dünya gücü hâline gelen Çin’in Maoist ideologlarına göre ise, ölüm ve savaş devrimci süreçlerde kaçınılmaz, hatta kutsal bir araç olabilirken; barış, halkın refahı ve ulusal kalkınma sürecinde temel bir hedeftir.

Yeni Çin’in önderi Deng Xiaoping ise, günümüzde Çin’in politikasını “barışçıl yükseliş” olarak tanımlar.

***

 (Nazım Hikmet)

Türkiye aydınları da “öldürme ve savaş” konusunu tartışır.

Türkçülüğün ideologlarından Ziya Gökalp, savaşın medeniyetlerin çatışması şeklinde değil, milletlerin kendini savunması halinde meşru olduğunu savunur.

Ülkemizin özgün düşünürlerinden Cemil Meriç, şiddetin bir kültür hâline gelmesini eleştirir:

“Fikir, kavgayla değil, kelimeyle savaşır.”

Ona göre savaş, cehaletin ve emperyalizmin aracı hâline gelirse, ahlaki meşruiyetini yitirir.

Hem edebiyatçı hem de siyasal düşünür olarak Türkiye’nin İslamî entelektüellerinden olan Sezai Karakoç, direnişin zulme karşı haklı bir savaş biçimi olabileceğini savunur ama öldürmeyi kutsamaz:

İslam medeniyetinde barış ve adaletin temel olduğunu vurgular.

Derin bir ahlak felsefesi kuran aydınlardan Dr.Nurettin Topçu, savaşın ancak ahlaki bir isyan olarak, yani zulme karşı direniş hâlinde anlamlı olabileceğini savunur.

“İsyan Ahlakı” adlı eserinde, şiddetin ancak hak için kullanılması gerektiğini belirtir.

Türk İslam düşünürü ve ilahiyatçı Yaşar Nuri Öztürk, İslam’da savaşın savunmaya dayalı olduğunu, saldırgan savaşların Kur’an’a aykırı olduğunu belirtir.

“Öldürmek değil, yaşatmak için savaşmak gerekir,” der.

Ülkemizde Kürt kimliğiyle ilgili sorunlar hakkında eleştirel görüşlere sahip olan İsmail Beşikçi, savaşın devlet aygıtları tarafından meşrulaştırılan bir şiddet biçimi olduğunu söyler.

Özellikle azınlık hakları ve baskıcı devlet şiddeti üzerine düşünceler ileri sürer.

Ülkemizin önemli Kürt aydın ve yazarlarından Muhsin Kızılkaya, savaşın insan psikolojisini yıprattığını, toplumsal dayanışmayı kırdığını ve cihatî bir tahribata yol açtığını vurgular.

İnsan ve barışa duyarlı Türk şairi Melih Cevdet Anday, insan öldürmeyi insan aklının ve vicdanının inkârı olarak görür:

Ona göre, medeniyetin ölçütü barıştır.

“Savaşta herkes ölüdür, sağ kalanlar da.” dizesi düşüncesinin özetidir.

Romanlarında savaşı, köydeki yoksulluğu ve barış özlemini işleyen Yaşar Kemal, “İnsan, insan olduğu için yaşamalı; yok etmek için değil,” diyor.

Türk mimar, yazar, şair ve düşünce insanı Cengiz Bektaş, pasif bir barış değil, aktif bir duruş çağrısı yapar:

“Şiddete karşı durmak bir sorumluluktur.”

“İnsanlar birbirini öldürmek için değil, birlikte yaşamak için ev yapar.”

Edebiyat profesörü, çevirmen ve yazar Mina Urgan’ın da tavrı nettir:

“Ben yürekten tarafsız değilim. Açık seçik taraf tutuyorum. Yobazlığa karşıyım, ırkçılığa karşıyım, gericiliğe karşıyım. İnsanların öldürülmesine ve sömürülmesine, savaşa…”

Eşsiz ozan Nazım Hikmet, öldürme ve savaş konularında son derece açık, tutkulu ve barışçıl bir duruş sergiler. Anti-militaristtir, insan odaklıdır.

Hem şiirlerinde hem de siyasi duruşunda insanı, emeği ve barışı temel alır.

“Bir imza ver!

Barış için.

Yok edilmesin çocuklar.

Yakılmasın ormanlar.

Bombalanmasın kentler…” der.

***

(Mustafa Kemal Paşa ve savaş arkadaşları)

Mustafa Kemal Atatürk’ün savaş ve öldürmek konularındaki görüşleri, onun hem yurdunu savunan bir asker hem de savaşın kötülüğünü bilen, barışsever bir lider olduğunu açıkça gösterir.

Falih Rıfkı Atay, “Çankaya” adlı kitabında Mustafa Kemal Paşa’nın 25 Nisan 1915 sabahı Çanakkale Conkbayırı'nda emperyalist düşmanla vatan toprağını savunmak için karşı karşıya geldiklerinde, 57. Alay’a verdiği emri anlatır:

"Size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zamanda yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar gelebilir."

Mustafa Kemal Atatürk, çökmüş bir imparatorluğun ardından işgal altındaki bir ülkeden yepyeni bir cumhuriyet kurarken, Kurtuluş Savaşı’nın başında kararlılığını şu sözlerle ifade eder: 'Ya istiklâl ya ölüm!

“Türk milletinin haysiyeti, gururu ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!…” (Mustafa Kemal Atatürk-Nutuk. 15-27 Ekim 1927)

Atatürk, savaşı meşru savunma dışında bir cinayet, öldürmeyi de insanlık dışı bir zorunluluk olarak görmüştür.

“Yurtta sulh, cihanda sulh.” (20 Nisan 1931) sözü, Atatürk’ün savaş karşıtı tutumunun temel ifadesidir.

Hem Türkiye içinde (yurtta), hem dünya genelinde (cihanda) barışın savunulması gerektiğini anlatır.

1923 yılı TBMM açış konuşmasında söylediği söz ise açık bir bildirimdir:

“Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Gerçek amacınız yaşamınızı savunmak olmadıkça, bir milleti savaşa sürüklemek cinayettir.”

Savaşa açıkça yol vermez: “Milletimiz barışseverdir. Barışın korunması için elinden geleni yapar,” der.

Atatürk’ün savaşa ve insan öldürmeye karşı bilgece duruşu, düşman askerlerine bile duyduğu saygıyla öne çıkar.

1915’te Çanakkale Savaşı’nda ölen Avustralya-Yeni Zelandalı Anzak askerlerinin ailelerine, 1934 yılında yaptığı konuşmada, öldürmeyi bir nefret değil, tarihin acı bir zorunluluğu olarak gördüğünü belirtir:

“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar!

Burada bir dost vatanın toprağındasınız... Huzur içinde uyuyunuz...Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız...”

(Kurtuluş Savaşı-1920)

***

Görülüyor ki, günümüz değerlendirmelerine göre savaşların çıkışı artık tek bir nedene indirgenemiyor. Çoğu savaş; ekonomik çıkar, kimlik çatışması, lider hırsı, dış müdahale gibi çok katmanlı nedenlere dayanıyor.

Ama ne denirse densin, sonunda insanlar ölüyor.

Erkekler vuruluyor; kadınlar dul, çocuklar öksüz kalıyor.

Kentler, kırlar tarumar oluyor.

Savaş, insanlık için bir beladır.

Günümüzde bütün bunları doğuran, kışkırtan; her taşın altından çıkan, insanın kazanma hırsını yücelten “vahşi kapitalizm” ve dünya çapında halkların kanını emen “emperyalizm”dir.

Kapitalist beyler, emperyalistlerin maşalarıdır.

İnsanlığın yarattığı somut değerlere, doğal varlıklara göz ve el koymaya; yaşadığı dünyayı karartmaya kalkışan bu “vahşi kapitalizm” ve “emperyalizm”dir.

Temelde, daha çok para kazanmak için en vahşi davranışları bile kullanmaktan çekinmeyen; Mehmet Akif Ersoy’un deyişiyle, bu “tek dişi kalmış canavar” günümüzde savaşların ve yol açtığı ölümlerin baş sorumlusudur.

Kışkırtıcısı ve uygulayıcısıdır.

İsrail’in Filistin’de insanları öldürmesinin, ülkeyi yakıp yıkmasının nedeni budur.

İsrail-ABD saldırganlığının İran’ı ezmeye, parçalamaya, bağımsızlığını yok etmeye yönelik girişiminin nedeni de budur.

Kimse ölmek istemez!

Savaşa karşı çıkmak, barış istemek insanın en gerçekçi talebidir.

Bu bir edilgenlik değil, eylemselliktir.

Uluslararası dayanışma içeren devrimci/inkılapçı bir mücadeledir.

Yaşama hakkından daha üstün bir hak yoktur.

İnsan barışta yaşar, savaşta ölür.

İnsanlık savaşa karşı suskun kalmamalı, başını kaldırıp her zaman barışı talep etmelidir.

Aralarındaki sorunları zor kullanarak değil; görüşme, karşılıklı anlayış ve anlaşmayla, ortaklaşa çözmelidir.

Savaşa neden olanların karşısına dikilmelidir.

Elbette: “Yurtta barış, dünyada barış.”

 

Sefa Taşkın

29.06.2025

Dikili/İzmir