Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,2401
Dolar
Arrow
34,4862
İngiliz Sterlini
Arrow
43,5545
Altın
Arrow
2962,0000
BIST
Arrow
9.549

Yargı krizi yoktur, siyasallaşmış yargı vardır

Neler olmuştu? Hatırlayalım…

Avukat Şerafettin Can Atalay, 14 Mayıs 2023 tarihinde yapılan genel seçimlerde milletvekili seçilmişti. Ancak Gezi Parkı Davası'nda hükmedilen 18 yıl hapis cezası Yargıtay tarafından onandığı için tahliye edilmemişti. Atalay’ın avukatları ise Anayasa'nın milletvekillerine yasama dokunulmazlığı getiren 83. maddesi uyarınca seçim sürecinin ardından müvekkillerinin tahliyesi ve hakkındaki yargılamanın yenilenmesi talebiyle ilk kez Yargıtay’a başvurmuştu. Yargıtay bu talebi reddetti. Atalay, Yargıtay'ın kararı sonrası avukatları aracılığıyla Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) bireysel başvuruda bulundu. 

AYM, Atalay’ın tahliyesi ve hakkındaki yargılamanın durdurulması istemini görüştü. Bu defa AYM, diğer başvurulardan ayrık olarak başvuruyu Genel Kurul’a sevk etti. AYM Genel Kurulu, Can Atalay'ın seçilme hakkı ile kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı yönlerinden haklarının ihlal edildiğine oy çokluğu ile karar verdi. Anayasa’nın 153. maddesine göre, kesin ve herkes için bağlayıcı kararını, uygulanması için ilk derece mahkemesi olan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderdi. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, AYM’nin kesin kararını uygulayarak Atalay'ı serbest bırakması beklenmişti fakat yerel mahkeme dosyada karar verme yetkisinin Yargıtay'da olduğunu belirterek dosyayı Yargıtay 3. Ceza Dairesi'ne gönderdi.

Bu andan itibaren hukuksuzluk başladı. Çünkü bu gönderme kararı başlı başına yoklukla sakat bir karardı. Yani ilk olarak İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi Anayasayı ihlal etmiş oldu. Yargıtay 3. Ceza Dairesi, 8 Kasım 2023’te Can Atalay’ın mahkûmiyet kararını onayan bir önceki kararın doğru olduğunu belirterek AYM'nin ihlal kararına uymayı Anayasayı ihlal ederek gene reddetti. Bu da bir yargı organının Anayasayı ikinci kez ihlali olarak tarihe geçti. 

AYM'nin "Anayasa’yı ihlal ettiğini ve yetkisini aştığını" belirten Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Atalay hakkında ihlal kararı veren Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında  suç duyurusunda bulundu. En başta belirttiğimiz gibi AYM kararı üzerine İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından, “tahliye” ve “durma” kararları verilmesi zorunlu iken, bu yapılmayarak dosyanın Yargıtay’a gönderilmesi yoklukla sakattı. Bu tarihten sonra Yargıtay’ın verdiği tüm kararlar da yoklukla maluldü. Yani böyle bir suç duyurusu medyada haber olarak geçse de hukuk dünyasında bu karar yok hükmündeydi. 

Yine de Milletvekili Avukat Şerafettin Can Atalay’ın avukatları, Yargıtay 3.Ceza Dairesinin bu yoklukla sakat kararına, Yargıtay 4. Ceza Dairesi nezdinde itiraz etti. Yargıtay 4. Ceza Dairesi üyeleri çoğunlukla “Karar Verilmesine Yer Olmadığına” şeklinde bir karar tesis etse de, bu karara 2 muhalif üyenin yazdığı muhalefet şerhleri “hukuken olması gerekeni” net ifade etmiştir: 

"İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nce verilen mahkûmiyet kararı istinaf mahkemesince onandıktan sonra temyiz edilmiş, sanık temyiz aşamasında Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuruda bulunmuş, bu aşamada mahkumiyet hükmü Yargıtay 3. Ceza Dairesince onanmıştır. Hükmün onanmasından sonra Anayasa Mahkemesi bireysel başvuruyu sonuçlandırarak, başvurucunun seçilme ve siyaset yapma, özgürlük ve güvenlik haklarının ihlal edildiğini kabul etmiş, ihlalin ortadan kaldırılması, yeniden yargılama yapılması, infazın durdurulması, tahliyenin sağlanması, yeniden yapılacak yargılamada durma kararı verilmesi için dosyayı İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne göndermiştir. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi karan doğrultusunda ihlali ortadan kaldırmak üzere, yargılamanın yenilenmesine karar vermesi gerekirken, dosyayı Yargıtay 3. Ceza Dairesine göndermiş ve denetim muhakemesi yapmakla görevli Yüksek Dairece itiraza konu karar verilmiştir. Yargıtay 3. Ceza Dairesi'nin Anayasa Mahkemesi kararı doğrultusunda yeniden yargılama yapılması için dosyayı ilk derece mahkemesi olan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne göndermesi gerekirdi. Yukarıda belirttiğimiz gerekçelerle itirazın kabulü ile Yargıtay 3. Ceza Dairesi'nin itiraza konu kararının kaldırılması gerekir. Sayın çoğunluğun karar vermeye yer olmadığı yönündeki kararına muhalifiz." 

Ben Yargıtay 4. Ceza Dairesi’ne 2005-2011 yılları arasında tebliğname yazmış eski bir Yargıtay Savcısıyım. Bu sebeple yukarıda bahsettiğim muhalefet şerhinin “hukukun sözü” olduğunu adım gibi biliyorum. Ayrıca Sayın 4. Ceza Dairesi’nin üye çoğunluğunun aldıkları kararın hukuka uygun olmadığını bildiğim gibi, değerli Yargıtay Eski Başkanı Sami Selçuk gibi üstadın uzun yıllar başkanlık yaptığı 4. Ceza Dairesi’nin böyle hukuk dışı bir karara imza atmasından dolayı da ayrıca çok üzüldüğümü belirtmek zorundayım.  

‘YENİ ANAYASA’ SİNYALLERİ

Tüm bunların üzerine, Yargıtay ve AYM arasındaki sözde krize ilişkin olarak Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, "Yeni düzenlemelere ihtiyaç olduğu açıktır. Anayasada değişiklik yapmadan sorunu kalıcı çözemeyiz" açıklamasında bulundu.

Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, iki mahkeme arasında yaşanan süreci 'görüş ayrılığı' olarak nitelendirerek yüksek mahkemeler arasında astlık üstlük ilişkisinin olmadığını şu ifadeleri ile savundu; 

"Anayasanın birbiriyle çelişen birçok maddesi var. Kanun koyucunun iradesi dışında uygulanan veya uygulanmayan maddeleri var. Evet, AYM'nin kararları herkesi bağlar. Adliye mahkemelerinden verilen kararların son inceleme merciinin Yargıtay olduğu maddesi de var. Yüksek mahkemeler arasında astlık üstlük ilişkisi yok.

Sorunun çözümü yeni bir anayasa yaparak çelişkileri ortadan kaldırmaktan geçiyor. Anayasa değişikliği olmadan sorun kalıcı olarak çözülemez. TBMM'de grubu bulunan partilerimizin, milletvekillerimizin artık bu sorun karşısında duyarlı olacaklarına yürekten inanıyorum. Bizim TBMM'de oturma eylemine değil, çalışma eylemine ihtiyacımız var.

Sayın Cumhurbaşkanımıza yönelik yakışıksız ifadeleri kabul edebilmemiz mümkün değil. Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir. Sorunlar hukuk içerisinde çözülebilir. Ancak birileri tarafından farklı boyuta çekilmek isteniyorsa farklı bir kasıt vardır. Bu mesele hukuk içinde çözülecektir."

Diğer yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan da yargı krizine yönelik olarak, "Biz tartışmada taraf değil hakem konumundayız" diyerek anayasa değişikliğine değinmişti.

12 Eylül 2010 Referandumuna Dair Önemli bir Hatırlatma, 

Sayın Adalet Bakanı'nın açıklamaları bana doğrudan 2010 Referandumu öncesi, eski Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in açıklamalarını hatırlattı. O tarihte Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) vardı. Yine Adalet Bakanı aynı zamanda HSYK Başkanı idi. Ülke, Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları ile çalkalanıyor, Türk Ordusunun en yüksek rütbeli muvazzaf askerleri, kah casusluk yapmaktan, kah Fatih Camiini bombalayacaklar vs. diyerek o zamanki malum medya desteği ile tutuklanıyordu. 

O tarihteki HSYK -Adalet Bakanı ve Müsteşarı HSYK içinde olsa bile- şimdiki kadar siyasallaşmadığından, bir hakim-savcı kararnamesi ile bu sorunu çözmek istedi. Bugün FETÖ’cü olarak bildiğimiz ama o tarihte iktidar tarafından “kahraman”, “heykeli dikilecek savcı” olarak görünen hâkim ve savcıların yanına bir hâkim ve savcı daha vererek en azından yargısal objektifliğin sağlanacağını düşündü. Çünkü 7 kişilik HSYK’nın diğer 5 üyesi daha önce hiç siyasete bulaşmamış, Yargıtay ve Danıştay’da uzun yıllar çalışmış, yüksek tecrübeli yargıçlardı. Onlar HSYK’nın toplanmasını istediler.

Adalet Bakanı ve Müsteşarı bu toplantıya gelmedi. Adalet Bakanı ve Müsteşarının toplantıya gelmemeleri Anayasal bir kurum olarak HSYK’nın çalışmasına engel olmaktı. Başka bir deyişle bizzat Adalet Bakanı ve Müsteşarı Anayasayı çiğnemişti. Ertesi gün tüm gazeteler çalkalandı. Nur topu gibi bir ‘yargı krizi’ yaratıldı. Eski Adalet Bakanı Sadullah Ergin o tarihte de “yargıda kriz” olduğunu, HSYK üyelerinin siyaset yaptığını, “vesayet organı” olduklarını, Anayasa değişikliği yaparak bu “sözde vesayetten” kurtulmaları gerektiğini söyledi. Hemen bir Anayasa değişikliği paketi hazırlandı. Referandumun tarihi bile özenle seçilmiş, darbe anayasasından kurtulacağız söylemleri tüm medyamızda hakim olmuş, iktidar tüm rüzgarı arkasına almıştı. 

O tarihte ben ve arkadaşlarım, asıl amacın Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın yapısını değiştirmek olduğunu, amacın darbe anayasasını sivilleştirmek değil, yargıyı siyasallaştırmak olduğunu anlattık. Ancak biz yargıç ve savcıların sesi ne kadar çıkabilirdi ki? Bu bir dernek faaliyeti olsa da başta Adalet Bakanı olmak üzere iktidar mensupları tarafından siyaset yapmakla suçlandık. Çok uzatmayayım. Bu referandumda şimdiki Fetullahçı Terör Örgütünün başı Fetullah Gülen’in dahi, “mezardakiler dahi kalkıp oy vermeli” dediği bir referandumla Anayasayı değiştirdik. 

Anayasa değişikliği sonrasında ülkemizde ne özgürlükler arttı ne de yargı bağımsız oldu. Tabi öncelikle yargı bağımsızlığı diye mücadele eden ben ve benim gibi düşünen yargıç ve savcılar sürgün oldu. Anayasa değişikliği, HSYK’nın yani hâkim ve savcıların atama, yer değiştirme ve tüm özlük hakları ile ilgili Kurul’un tamamen FETÖ’cü sözde hâkim ve savcıların eline geçmesine yani özetle yargının siyasallaşmasına yol açtı. 2017 Anayasa referandumu ise yargının siyasallaşmasında son nokta oldu. Daha yakın bir tarih olması sebebiyle o tarihte iktidara yakın birilerinin “yargı daha da bağımsız olacak, adalet hızla tecelli edecek” söylemlerine bakmanızı öneririm. Maalesef ders alınmayan tarih hep tekerrür etmektedir.   

Bugün sözde “yargı krizi” de özetle budur. İktidarın amacı ne Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasında oluşan “sözde krizi” çözmektir ne de yargı bağımsızlığını istemektedir. Tek amacı artık vaktinin geldiğini düşündüğü ideolojik yaklaşımlarını Anayasaya derç etmek ve Cumhuriyet’le hesaplaşmasını Anayasayı değiştirerek taçlandırmaktır. Olan tam olarak budur. Gerisi abesle iştigaldir.

Gerçek olan şudur; 

Küresel organize suç endeksi 2023 raporuna göre Türkiye, Avrupa’da organize suç endeksinin en yüksek olduğu ülkedir. Yani olumsuz anlamda Avrupa birincisiyiz.

Devlet bağlantılı suç aktörleri ve insan kaçakçılığı ve ticareti, Türkiye’nin en kötü olduğu alanlar olarak kayda geçmiş bulunmaktadır. 

Bu suçların, yüksek suç skoru ile işlendiği ülke olarak kayda geçmesinin sebebi ise, ülkede varlıklarını sürdüren çeşitli grupların hükümetle ve diğer siyasetçilerle yakın ilişkiler geliştirmeleridir. Bu sayede de kolluk kuvvetleri ve yargı karşısında koruma sağlamaları bildirilmektedir.

Yargı bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü endekslerinde ise Dünya’nın en geri kalmış ülkeleri arasına düştük. Ülkemizde adalet mumla aranır olmuştur. 

Sonuç olarak, yapılan her anayasa değişikliği otoriter rejimi beslemiştir. Aslında yapılması gereken tersine bir Anayasa değişikliği ile derhal 2010 yılı öncesine geri dönmektir. Halkın yargısına sahip çıkması, çok daha geç olmadan bağımsız yargı ve hukukun üstünlüğünü talep etmesi ve iktidarın “sözde krizlerine” aldanmaması büyük önem arz etmektedir.