Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
48,1615
Dolar
Arrow
41,1780
İngiliz Sterlini
Arrow
55,6235
Altın
Arrow
4755,0000
BIST
Arrow
11.288

Cumhuriyet'ten 'Şahsım' rejimine...

Yarın Cumhuriyet'in ilan edilişinin 102'nci yıl dönümü.

Aslında egemenlik, 1921 Anayasası’yla, daha Kurtuluş Savaşı devam ederken millete verilmişti. Sadece yeni rejimin adını koymamışlardı.

Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun ilk maddesinde, “Hâkimiyet bilâkaydü şart milletindir. İdare usûlü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir” yazıyordu.

Bu ifadeyle, Osmanlı’daki “Hakimiyet Allah’ındır, padişah onun yeryüzündeki temsilcisidir” anlayışı kökten reddedilmiş, egemenliğin kaynağı ilk kez ve doğrudan halka dayandırılmıştı. Böylece, tanrısal ya da hanedana dayalı iktidar yerini halkın iradesine dayalı meşruiyet anlayışına bırakmıştı.

29 Ekim 1923'te yeni rejimin adı konulunca taşlar yerine oturdu.

Bu, yalnızca “Cumhuriyet” ile anlam kazanan bir anayasa maddesi değil, aynı zamanda zihinsel bir devrimdi.

Saraydan halka, kulluktan yurttaşlığa ve yurttaşların eşitliğe uzanan büyük bir kopuşun ve tarihsel bir kırılmanın ifadesiydi.

Tek bir cümle ile egemenlik kayıtsız şartsız milletin olmuştu.

Ama ne yazık ki, 2000'li yılların başından itibaren, Atlantik ötesinden beslenen siyasal İslamcılık yükselişe geçti. Türkiye de bu cümlenin içinin boşaltıldığı ve hatta anlamının tersyüz edildiği bir döneme girdi.

Bugün “millet” hala her konuşmada anılıyor, fakat “egemenlik” artık sadece bir kişiyle özdeşleştiriliyor.

Cumhuriyet’in egemenliği yatay bir ilke iken, bugün dikey bir itaat mekanizmasına dönüştü.

Gelin yakın gözlüğümüzü takalım.

1923’te kurulan Cumhuriyet, egemenliği “milletin ortak iradesi” olarak tarif etmişti. Yani hiç kimse, hiçbir kurum, hiçbir lider bu egemenliği tek başına temsil edemez ve kullanamazdı.

TBMM, ortak iradenin “kutsal” mekânıydı; hükümetler ise millet iradesinin idare gücüne dönüşmesini, egemenliğin halk adına kullanılmasını sağlayan temel kurumlardı.

Gün oldu, devran döndü! Türkiye’de egemenlik tek bir kişide toplandı.

Ak sakallı tarih baba, ne hikmetse kaseti geri sarmıştı.

Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemiyle Tayyip Erdoğan, ne var ne yok devletin bütün yetkilerini eline aldı.

Buna Abdülhamid’e atıfla, “Neo Hamidyen” rejim diyenler var. Ama modern sosyolojinin kurucularından Alman düşünür Max Weber’in “otorite tipleri” sınıflandırması üzerinden gidersek, “patrimonyal sultanizm” şeklinde tarif edilmesi de mümkün.

Yani, devletin tüm kurumlarının, kanunların ve kaynakların tek bir liderin şahsi otoritesine bağlı hale geldiği, idarenin şahsi sadakat ve ailevi bağlar üzerinden yürüdüğü bir iktidar biçimi.

Literatürde şimdilik karşılığı olmasa da biz buna “Şahsım rejimi...” diyoruz.

Devam edelim.

Anayasada “kuvvetler ayrılığı” ilkesi kâğıt üzerinde duruyor ama fiiliyatta yürütme, yasama ve yargı tek sesli bir orkestra gibi.

Meclis ise adeta “kurşun asker” kışlası. Vekiller, kaldır kolu, indir kolu...

Yargı desen, evlere şenlik; bağımsızlık filan ara ki bulasın...  Rejimin “uyumlu” aparatı, say ki İsviçre çakısı.  

Ve yürütme! Yani, Saray...  Bir “kurumlar arası denge” değil, sadece malum iradenin tecellisi için işlemekte.

Ne yazık ki bu tablo son derece vahimdir ve “milli irade” kavramının içinin nasıl boşaldığını göstermektedir.

Çünkü artık millet, kendi iradesini temsil eden bir meclis aracılığıyla değil bir kişinin şahsında simgesel olarak “var” sayılmaktadır.

Çok fazla geriye gitmeyelim, bu dönüşüm 2017’de başladı. Hani o mühürsüz oyların geçerli sayıldığı referandumla!

O yıl yapılan anayasa değişikliğiyle, Türkiye’nin rejim mimarisi değişti. Demokrasinin kutsalı olan sandık, egemenliğin devri için araç olmuştu.

O günden sonra, gerçek anlamıyla “milli irade” ortadan kalktı.

Referandumun ardından Tayyip Erdoğan, “Artık bu ülkede vesayet dönemi bitmiştir. Egemenlik milletin olmuştur” demişti. Ama olan, tam tersiydi.

Milletin egemenliği, bir şahsın karizması altında yeniden tarif edildi. Milletin iradesiyle değil, millet adına hareket ettiğini iddia eden sadece bir kişiyle özdeşleşti. O “millet” kavramı, artık çoğul bir özne değil; tekil bir figürün etrafında toplanan sembolik bir kitle haline geldi.

Oysa Cumhuriyet, devleti bürokrasisiyle, yargısıyla, üniversitesiyle, medyasıyla; ez cümle kurum ve kuruluşlarıyla bir denge sistemi üzerine şekillendirmişti. Bu sistemde iktidar kişilere değil, kurallara bağlıydı.

Tayyip Erdoğan o kuralları ortadan kaldırdı, “ferman benimdir” dedi. Türkiye Cumhuriyeti, “hukuk devleti” çizgisinden ayrıldı, “kararname devleti” oldu.

Bugün Türkiye’de sabah yayınlanan bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle, gece yürürlükten kaldırılan bir yasa aynı kolaylıkla değiştirilebiliyor.

Kurumsal hafıza silindi, liyakat sistemi yerini sadakat zincirine bıraktı. Artık bir bakan, “Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatıyla” demeden cümleye başlamıyor. Bir gazeteci, “Sayın Cumhurbaşkanımız” demeden soru soramıyor. Bir memur, “şahsım devletinin memuru” olmayı kabul etmezse görevde kalamıyor.

Egemenlik, 'Şahsım'ın gölgesi altında kaldı.

Milli irade halkı değil, liderin iradesinin kutsanmasını anlatır oldu.

İktidar halktan yetki almıyor; halk, iktidarın meşruiyetini onaylamakla yükümlü görülüyor.

Bu anlayışta, eleştiri “ihanet”, farklı düşünce “fitne”, muhalefet “milletin karşısında durmak” olarak damgalanıyor.

Oysa Cumhuriyet’in ruhu tam da bu tür otoriter tanımlamalara karşı doğmuştu.

Bugün o ruh, “milli irade” kılıfı altında susturuluyor.

Tablo hiç iç açıcı değil. Yarın, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nı kutlarken, şapkamızı önümüze koymalı ve bütün bunları bir kez daha düşünmeliyiz.

Tarihsel perspektiften baktığımızda aldığı bütün yaralara rağmen Cumhuriyet hala ayakta ve değeri hala çok büyük ama geri dönüşü olmayan bir noktaya doğru hızla gittiğimiz gerçeği de gün gibi ortada.

Sorumluluk hepimizde. Birinci vazifemizin, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek olduğunu hiçbir şart altında unutmamamız gerekiyor, diyerek yazımıza noktayı koyalım.