AKP'nin iktidara geldiği 3 Kasım 2002 seçimlerini izlemek için yabancı bir gazeteci arkadaşım Türkiye'ye gelmişti.
Finlandiya'nın önde gelen gazetelerinden birinin Brüksel'deki muhabiriydi.
Oy verme işlemi başladıktan sonra Ankara'daki bazı sandıkları gezmiş, vatandaşlarla konuşmuş, kendimizce nabız tutmuştuk.
Bizim aksimize, Batılı gazeteciler siyasiler ile değil, daha çok sıradan insanlarla konuşmayı önemsiyordu.
Tabii, gittiğimiz yerler ağırlıklı olarak Çankaya ve yakın çevresinde olunca, yabancı gazeteci arkadaşım AKP'ye iktidar yolunun açılacağını düşünmemiş olacak ki, “Buradaki hava, Avrupa'ya yansıdığı gibi değil. AKP'nin seçimi önde bitirmesi gerekiyordu ama öyle olmayacak galiba” demişti.
Ben de Orta Anadolu ve Karadeniz oylarını beklemesi gerektiğini söylemiştim.
Günün sonunda AKP, oyların yüzde 34,3'ünü aldı ve 363 milletvekili çıkarıp tek başına iktidar oldu.
Ama, siyasi yasaklı olan Tayyip Meclis'e girememiş, Başbakanlık koltuğuna oturamamıştı.
Seçimi izlemek için gelen yabancı basın mensuplarının odak noktası doğal olarak buydu.
Nasıl oluyordu da seçimleri kazanan bir partinin lideri siyasi yasak yüzünden dışarıda kalabiliyordu. Bu nasıl bir demokrasiydi.
Sürekli bu soruyu soruyorlardı.
O dönemde, Türkiye henüz Avrupa Birliği yolundan çıkmamıştı. Kopenhag siyasi kriterleri de amentü gibi cümlemize belletilmiş olduğundan meseleye bu zaviyeden bakanlar için vaziyet son derece namüsait bir mahiyette tezahür etmekteydi.
Türkiye, Avrupa kulübüne girecekse, Tayyip'in siyasi yasağı ivedilikle kalkmalıydı. Hem, siyasal İslamcılar, demokrasiyle barışıktı ve Türkiye'deki seçimler bütün dünyaya İslam'la demokrasinin bir arada olabileceğini gösterecek önemli bir tecrübeydi.
Zaten, Kemalist rejim antidemokratikti ve askeri vesayeti savunuyordu. Üstelik, laiklik de neydi! Modası çoktan geçmişti. Herkes, inanç özgürlüğünü sonuna kadar yaşamalıydı!
Benim arkadaşım dahil olmak üzere, seçim günü konuştuğum yabancı basın mensuplarının istisnasız tamamı, Tayyip'in demokrat olduğuna, askerin rejim üzerindeki koyu gölgesini ortadan kaldırıp Türkiye'ye demokrasi getireceğine iman etmişti.
Ben, kendimce İslamcıların “takiye” üzerinden siyaset yaptığını, hiç birinin gerçek demokrat olmadığını, laiklik olmadan Türkiye'nin kısa sürede ortaçağ karanlığına gömüleceğini anlatmaya çalışıyordum.
Bir iki nafile çabadan sonra vazgeçip Batılı gazetecilerin siyasal İslamcıları kutsamalarını izlemeye koyuldum.
Seçimden bir gün sonra, meyhane pilavının yanında iki duble rakı içmek için İnkılap Sokak'taki Tavukçu'ya gittik.
Şakayla karışık, “bak” dedim, “şimdi içebildiğin kadar iç, bir dahaki gelişinde, Kızılay'da rakı içmek için yer bulamayabilirsin...”
Şöyle bir durdu, kaşlarını çatarak sordu:
- Sen ciddisin, değil mi?
Neden bu kadar kaygılı olduğumu öğrenmek istiyordu. Oturdum, uzun uzun anlattım. Ama ikna edemedim. Ona göre ben “sharp secular” yani keskin bir laiktim.
Bir gün sonra Tayyip ile röportaj yapıp yapamayacağını sordu, ben de o dönem henüz Tayyip'in yakın çevresinden tekmeyi yememiş olan Cüneyd Zapsu'yu aradım ve yabancı bir gazetecinin görüşmek istediğini söyledim.
Tayyip'in yabancı basınla randevuları, Cüneyd Zapsu'nun iznine tabiydi.
O yeşil ışık yakmadan kimse görüşemezdi. Meşruiyeti açısından dış basınla ilişkilere çok önem veriyordu.
Sonuçta, randevuyu koparttık ama röportajı İstanbul'a dönüş yolunda, Esenboğa'nın küçük VİP salonunda yapacaktık.
Kabul ettim, atladık gittik.
Çeviriyi yine Cüneyd Zapsu yapıyordu.
Önce klasik sorular geldi. Tayyip, daha önceden çalıştığı fazlasıyla belli olan klasik cevaplar verdi. Ülkenin yönünün Batı olduğunu, kimsenin hayat tarzına karışmak gibi bir niyetlerinin bulunmadığını, Türkiye'yi en kısa sürede Avrupa Birliği üyesi yapmak istediklerini uzun uzun anlattı.
Din ve vicdan hürriyetini önemsediklerini ama laiklikle ilgili hiçbir sorunu olmadıklarını bile söyledi.
Kürt meselesi açılınca, Irak'ın kuzeyinden “Kürdistan” olarak söz etti, Talabani ve Barzani ile ilişkilerin geliştirileceğini anlattı.
Milli Görüş gömleğini çıkarmış olduğunun altını çizdikten sonra Batı'ya ve özellikle de Amerika'ya düşman olmadıklarını vurgulama ihtiyacını hissetti.
Son derece itidalli konuşuyordu.
Yanlış yapmamaya, ters bir şeyler söylememeye özen gösteriyordu. Makul, mantıklı ve olgun bir siyasetçi imajı çiziyordu. Tuzak soruları bile kolayca atlatabiliyordu.
Derken, “Türkiye'deki modern, laik kesim sizi küçümsüyor. Hiçbir zaman Başbakan olmanıza izin vermeyecekler” gibi yarı orta yarı şut arası son derece provokatif bir soru geldi.
Tayyip şöyle bir yutkundu, biraz bekledi, gözlerini kısarak Cüneyd Zapsu'ya döndü.
“Olduğu gibi çevir” dedi.
Cüneyd Zapsu, hık, mık edecek oldu ama şöyle keskin bir bakış yiyince, başını önüne eğdi.
Tayyip frenden ayağını çekmişti.
Salvo atışına geçti.
Askerlerle, bürokrasiye ama daha çok kendince “Beyaz Türk” olarak gördüğü kentli, elit, okumuş etmiş kesime kinini, nefretini bir güzel kustu.
İşadamları, TÜSİAD ve basın da nasibini aldı.
Hürriyet'e, Milliyet'e, Sabah'a, Cumhuriyet'e veryansın etti. Gazetecileri, köşe yazarlarını, televizyon yorumcularını isim isim saydı, bunların yeni Türkiye'de yerinin olmadığını söyledi.
Gazete patronları ve genel yayın yönetmenleri için “Altı ay sonra önümde sıraya girecekler” dedi.
Dehşete düşmüştüm. İlk defa bu kadar açık ve sert konuştuğuna tanık oluyordum. Birkaç dakika önceki Tayyip gitmiş yerine başka biri gelmişti.
Aslında rücu etmişti.
Ama aradan geçen 22 yılda aklımda kalan, “Bugüne kadar Türkiye'nin kaymağını onlar yedi, bundan sonra sıra bizde” mealindeki cümlesi oldu.
20 dakika planlanan röportaj tam bir buçuk saat sürdü.
Dışarı çıktıktan sonra kapı önünde birer sigara yaktık.
Yabancı meslektaşımdan “sen haklıymışsın” gibi bir cümle bekliyordum. Ama O, sadece “Bu, siyasi bir hırs değil, kişisel bir hırs ve bu Türkiye için çok tehlikeli” demekle yetindi.
Dediği çıktı.
Tayyip'in kişisel iktidar hırsı, geçen 22 yılda ülkeyi hemen her açıdan çökme noktasına getirdi. Ne ekonomi kaldı, ne demokrasi, ne insan hakları ne de hukukun üstünüğü. Laikliğin zaten esamisi okunmuyor.
Ahlaki çöküş de cabası...
Avrupa Birliği meselesi de tarihin tozlu sayfaları arasındaki yeri ve aldı.
Yerel seçimde uğradığı hezimetin ardından bunları hatırladım. Tayyip'in şimdi nasıl hırslanmış olduğunu tahmin etmek için kahin olmaya gerek yok.
Özellikle İstanbul'u üçüncü kez kaybetmiş olmasının ruhunda ciddi bir travma yarattığı aşikar. Barut fıçısı gibi olduğu yüz ifadelerinden kolayca anlaşılabiliyor.
Hırsını kimlerden ve nasıl alacak, 2028'e kadar şapkasından kaç tane tavşan çıkaracak şimdilik bilmiyoruz ama önümüzdeki dönem hepimiz açısından çok kolay geçecek gibi görünmüyor.
Ayrıca, iktidarın yerel siyasetten geçtiğini çok iyi bildiğinden CHP'li belediyelerin başarısız olması için elinden geleni yapacağından kimsenin kuşkusu olmamalı.
CHP'nin çok dikkatli olması gerekiyor en küçük bir hata yapma lüksleri bile yok.
Genel merkezin ve yeni seçilen belediye başkanlarının da bunun farkında olduğunu ummak istiyoruz.
Dört yıl sonra karşılaşacağımız muhtemel siyasi tablo üzerine daha çok konuşacağız, diyerek yazımıza noktayı koyalım.
Çok Okunanlar
Arda Güler, 6 gollü maçta Real Madrid tarihine geçti!
AKP'nin en düşük emekli maaşı için düşündüğü rakam kulislerden sızdı!
AKP'nin ittifak ortağı MHP'den asgari ücret ve emekli maaşı önerisi geldi
En hızlı fakirleşen ve zenginleşen illeri belli oldu
Şam yakınlarındaki toplu mezarlar görüntülendi!
Athletic Bilbao maçındaki hatanın perde arkası ortaya çıktı!
AKP'nin asgari ücret zammı için düşündüğü oran ortaya çıktı
Diyanet’in ABD’deki külliyesinde yok yok!
Bu bütçe insan haklarına aykırı
15 Aralık 2024 gazete manşetleri