Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,2401
Dolar
Arrow
34,4862
İngiliz Sterlini
Arrow
43,5545
Altın
Arrow
2962,0000
BIST
Arrow
9.549

Tehlikenin farkında mısınız!

Lafı hiç eveleyip gevelemeden yazmakta yarar var.

Türkiye, bugün siyasal İslamcı bir rejimin idaresinde freni patlamış bir kamyon gibi uçuruma doğru hızla gidiyorsa, bunda Avrupa'nın payı çok büyüktür.

Bakmayın siz, insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü vesaire gibi evrensel değerleri savunuyormuş gibi yaparak ahkam kestiklerine, attıkları zaman mangalda kül bırakmadıklarına... 

Şöyle karşıdan baktığınızda, bu kavramlara kutsiyet atfettiklerini zannedersiniz. 

Ancak, meselenin bir ucu kendi çıkarlarına dokunur gibi olduğunda, o riyakar yüzleri ortaya çıkıverir.

Brüksel'deki çok bilenler, bir zamanlar Türkiye'nin demokrasi standardını Milli Güvenlik Kurulu'ndaki sivil üye sayısına bağlamıştı.

Milli Güvenlik Kurulu'nda ne kadar çok sivil üye olursa Türkiye'nin o kadar çok demokratik olacağını iddia ediyorlardı. 

Gazetelerde sayfa sayfa yazılıp çizilmiş, haber kanallarında günlerce tartışılmıştı.

Asker, sivil üye sayısı eşit mi olsun, yoksa sivil üye sayısı bir tık fazla mı olsun...

Bugün kargalar bile gülüyor ama 1990'ların sonu, 2000'lerin başında Avrupa Birliği istediği için yapılan bu ve benzeri düzenlemeler, millete demokrasi reformu diye yutturuluyordu.

Sonuçta, sözüm ona Türkiye'de askeri vesayet ortadan kalksın diye demokrasi kültüründen nasibini almamış siyasal İslamcıların önünü sonuna kadar açarak, Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasına her türlü desteği vererek, Ersin Kalaycıoğlu'nun dediği gibi neo-hamidyen bir rejime demir atmamıza neden oldular.

Ülkede ne demokrasi kaldı, ne insan hakları ne de hukukun üstünlüğü!

O günlerde, Kopenhag siyasi kriterleri diye ortalığı birbirine katanlar, bugün kendilerinin verdiği destekle Türkiye'nin neo patrimonyal sultanizm ile yönetilen tipik bir Ortadoğu ülkesine dönüşmesini izliyorlar. 

Çünkü işlerine geliyor.

Böyle bir girizgahın arkasından ne gelecek diye soranları fazla merakta bırakmayalım!

Sığınmacı meselesini ele alacağız.

2018'de Suriyeli Göçü kitabını yazarken, İstanbul ve Ankara'da kaçak göçmenlerin yaşadığı mahallelere gitmiştim.

Bir şekilde yaşadığımız şehirlerde gözümüzün önündelerdi ama nedense görmüyorduk.

Türkiye'nin içinde ama Türkiye ile ilgisi alakası olmayan, bir hayat sürüp gidiyordu. 

Marketleri, bakkalları, çakalları, lokantaları, berberleri, kuyumcuları, seyahat firmaları, oto tamircileri, kafeleri, büfeleri; artık aklınıza ne gelirse yeni ve büyük ölçüde dokunulmaz ekonomik, sosyal bir düzen kurmuşlardı.

Hatta, alacak, verecek meselelerini de çözen ve bir nevi mahkeme, arabulucu görevini haiz ihtiyar meclisleri bile oluşturmuşlardı.

İnsan, altın ve uyuşturucu kaçakçılığında da ipleri ellerine almaya başlamışlardı. Aralarında tefecilik yapan, ithalat, ihracat şirketi kuranlar vardı.

2020'lere gelmeden, Ahmet Davutoğlu'nun İhvan aşkının açtığı bu yara, vakit kaybedilmediği takdirde iyileştirilebilirdi. Rasyonel bir yaklaşımla, sığınmacılar kendi ülkelerine gönderilebilir, Türkiye'nin sınırları kontrol altına alınabilir, komşularla bu konuda güçlü ve kalıcı anlaşmalar yapılabilirdi.

Bilerek ve isteyerek bu yarayı tedavi etmediler.

Artık kangren oldu. 

Sığınmacı meselesi, Türkiye'nin tamamını tehdit eden bir beka meselesine dönüşmüş durumda.

Ezcümle AKP iktidarıyla yaşamakta olduğumuz distopyanın içinde bir başka distopya daha ortaya çıktı!

O zaman, yani 2018'de, “Krizin başlarında 'etkilenen' konumunda olan Suriyeliler, 2011’den sonra Türkiye’nin toplumsal denklemi içerisinde önemli bir 'etkileyen' konumuna geldiler. Tıpkı Afganların ülkelerindeki savaştan kaçarak Pakistan'a göç etmeleriyle başlayan süreçte olduğu gibi…” diye yazmıştım.

Bugün artık “etkileyen” değil, neredeyse “belirleyici” duruma geldiler.

Avrupa Birliği için Afganistan'dan, Pakistan'dan, Suriye'den, Irak'tan ve birçok Afrika ülkesinden gelen düzensiz göçmenlerin Türkiye'de kalması, tabiri caiz ise depolanması, hayati önemi haiz.

Aynı kavimler göçünde olduğu gibi, Avrupa'ya akın edenlerin, bugünkü Batı medeniyetini yok etmesinden korkuyorlar.

Haklılar da!

Siyasal sistemleri temellerinden sarsılıyor, liberal değerler üzerine kurulu demokrasileri aşınıyor, popülist liderler güç kazanıyor, aşırı sağın yükselmesiyle ırkçı geçmişleriyle yüzleşmek zorunda kalıyorlar.

18'nci, 19.'uncu yüzyıllarda sömürüp fakir bıraktıkları, halkını köleleştirdikleri, doğal kaynaklarını tükettikleri, 20'nci ve 21. yüzyılda da neoliberal haydutlukla adeta soyup soğana çevirdikleri ülkeler, şimdi bir nevi intikam alıyor.

Antalya Diplomasi Forumu’nda Macaristan Başbakanı Orban çıktı dedi ki, “Türkiye olmasaydı şu anda Avrupa, Avrupa Birliği ülkeleri tamamıyla istikrarını kaybetmiş olurdu. Erdoğan, bir yerde Avrupa kıtasını kurtardı."

Dinleyicilerden biri çıkıp da, “Bize ne Avrupa'nın istikrarından, Avrupa'yı kurtarmak Erdoğan'ın işi mi” diye sormuş mudur, bilmiyoruz ama meseleyi sadece Avrupa Birliği'ne bağlamak, suçu sadece onlara atmak doğru olmaz. 

Sığınmacıların Türkiye'de istiflenmesi en az Almanya, Fransa, İtalya, kadar Recep Tayyip Erdoğan'ın da işine geliyor.

Elindeki bu önemli kozu kullanarak Avrupa'nın önde gelen ülkelerini kendisini desteklemeye mecbur bırakıyor, ben gidersem haliniz harap diyerek onların korkusunu sürekli besliyor.

Türkiye, sığınmacılar üzerinden siyasal, ekonomik, kültürel, etnik ve mezhepsel açıdan ne kadar çok erozyona uğratılırsa, ne kadar çok ayrıştırılıp parçalanırsa bu durum, iktidarın ümmetleştirme siyasetine o kadar çok hizmet ediyor. 

Türkiye'ye bir nevi Selefi aşısı yapılıyor. Ülke, Ortadoğululaştırılıyor.

Sığınmacıların tamamı, iktidarın doğal destekçileri, vatandaşlık alanlar da doğal seçmeni.

Diyelim ki, günün birinde Gezi benzeri bir halk hareketi daha ortaya çıktı. 

İktidar, gözünü kırpmadan bunları sokaklara, Türk insanının üstüne, çekinmeden salacaktır, kimsenin kuşkusu olmasın.

Az buçuk bu meseleleri psikososyal yönden kıraat edenler çok iyi bilirler ki, sığınmacılar gittikleri ülkelere minnet duygusu içinde olmazlar. İlk günlerin şokunu atlatır atlatmaz, içlerinde o ülkeye ve toplumuna karşı nefret büyütmeye başlarlar.

Bunun somut örneğini görmek isteyenler geçen yıl Fransa'da yaşanan olaylara bakabilir. 

Marsilya'da üç kuşaktır yaşayan Kuzey Afrikalılar'ın Fransa'ya, Fransızlara duyduğu nefrete şahsen tanık oldum.

Adamın dedesi bile Marsilya'da doğmuş ama o hala kendisini Kuzey Afrikalı hissediyor!

Fransa'nın çabası hiçbir sonuç vermemiş. Bırakın asimile olmayı, içinde yaşadığı topluma entegre olmak bile istemiyor.

Türkiye'de bir de buna, iç savaş tecrubesi olan, eli silah tutan ve insan öldürmeyi bilen Afganları ekleyin!

Böyle bir nefretle hareket eden, silahlı milyonlarcasının ülkeyi iç savaşa sürüklemesi kaçınılmaz olacaktır.

Bunlar sadece bir yönü...

Aynı zamanda ucuz iş gücü olarak da görülüyorlar.

Anadolu'da, özellikle de AKP oylarının tavan yaptığı il ve ilçelerde Türkler'in neredeyse yarı ücretine çalıştırıldıklarına tanık olursunuz.

Sigorta, özlük hakları filan hak getire tabi! İşverenler hallerinden memnun. Ceplerinden ne kadar az para çıkarsa o kadar iyi.

Bu, aynı zamanda Türkiye'deki genç nüfus için de işsizlik demek.

Böylece iktidarda kalmak için her yolu mübah gören siyasal İslamcılar, bir taşla birkaç kuş vurmuş oluyor.

Sığınmacıları hala sözüm ona duygudaşlık, merhamet, ensar, muhacir vesaire gibi yurdum insanının iyi niyeti üzerinden ele alanları bir kenara koyalım.

Ama, bunların Türkiye'de kalıcı olmasını sağlamak için kamuoyu oluşturma görevi üstlenen, Avrupa Birliği'nin fonladığı sivil toplum örgütlerinin Türkiye'ye, Türk insanına açık bir ihanet içinde olduğunun altını da kalın kalemle çizelim.

Türkiye için hayati önemi haiz bu mesele seçim sathı mailinde pek fazla ön planda değil.

Oysa, sığınmacılar özellikle büyük şehirlerde giderek daha fazla gettolaşırken, adeta kurtarılmış bölgeler oluşturup güvenlik sorunu haline gelirken, bu meselenin daha fazla gündemde olması gerekirdi.

Anamuhalefet partisi olarak CHP burada da iyi bir sınav veremiyor. 

Böylesine önemli bir meseleyi gerektiği gibi ele alamıyor. 

Açık, net ve güçlü mesajlarla halkın önüne çıkamıyor. 

Belli ki parti içinde de kafalar biraz karışık.

Hakkını teslim edelim, Zafer Partisi sığınmacılara ilişkin siyasetinde açık ara önde gidiyor. Meseleyi sürekli gündemde tuttuğu gibi doğru tespitler ve rasyonel çözüm önerileri ile seçmenin dikkatini çekiyor. Yerel seçimde buradan aldığı rüzgarla büyük bir sürpriz yaparsa şaşırmamalı.

Yazıyı bağlamadan bir sözümüz de, sığınmacıların ülkelerine dönmelerini isteyenleri ırkıçılıkla yaftalamaya çalışanlara olsun. Bir toplumun kendisini korumak için böylesi bir demografik operasyona karşı  durması, ırkçılık ya da faşistlik değildir.

Asıl faşistlik, kime ve neye hizmet ettiği çok belli olan böyle bir operasyona destek vermektir, diyerek yazımıza noktayı koyalım.