Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
48,1615
Dolar
Arrow
41,1780
İngiliz Sterlini
Arrow
55,6235
Altın
Arrow
4755,0000
BIST
Arrow
11.288

'Üstü İslam, altı Vatikan!'

Amerikalı Papa 14. Leo geldi, gitti... Tartışması bitmedi.

Baştan sona sembollerle yüklü bir programla ziyaretini tamamlayıp Türkiye'den ayrıldı.

Ama siyaseti de bir güzel karıştırdı.

Haber kanallarından, sosyal medyadan gelişmeleri takip ederken benim aklıma Papa 16. Benedictus’un 2006 yılındaki ziyareti geldi.

20 yıl kadar önceye gidelim.

Papa, Türkiye’ye gelmeye niyet ettiğinde, Atlantik ötesinin rüzgârıyla yelkenlerini şişirmiş siyasal İslamcılar iktidara geleli dört yıl olmuştu. Ordunun, yargının, bürokrasinin… ez cümle adına “devlet” denilen ne varsa tümünün üzerine çökmek için on yıl kadar bekleyeceklerdi. Kimseyi ürkütmemek için rahvan gittiklerinden yurdum insanı başına geleceklerden henüz habersizdi.

Tayyip Erdoğan, dış siyasetin içeriye tahvil edilmesi açısından son derece verimli bir mecra olduğunu daha Başbakanlık koltuğuna oturduğu günlerde fark etmişti. Ama Hariciye’nin yıllar boyunca memleketin alî çıkarlarını merkeze koyarak ilmek ilmek dokuduğu dış siyasetin kritik meselelerine kolay kolay hâkim olamayacağını biliyordu.

Bu mecra; yurdum insanının “vatan, millet” ya da “Allah, din, iman” diyerek hizaya sokulması açısından muazzam fırsatlar sunuyordu fakat o yıllarda Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet refleksi hâlâ güçlüydü ve O da istemeye istemeye frene basmak mecburiyetinde kalıyordu.

İktidar olduktan sonra AB, Kıbrıs meseleleri filan derken yavaş yavaş diplomaside ısınma turlarını tamamlamıştı.

Ama dümeni tamamen eline almak için 2007’nin ne getirip ne götüreceğini görmek istiyordu. Çünkü nisan ayında Cumhurbaşkanlığı, temmuzda da genel seçim vardı. Üstelik aynı tarihlerde AKP’ye açılan kapatma davası sonuçlanacaktı. Eğer bu süreci kazasız belasız atlatabilirse, hele bir de Çankaya Köşkü’ne kendisini ya da Abdullah Gül’ü çıkarabilirse eli son derece kuvvetlenecek ve dış siyaseti istediği gibi yönlendirebilecekti.

İşte böyle bir iklimde, Türkiye’den pek hoşlanmadığı herkesin malumu olan 16. Benedictus resmî ziyaret için Ankara’nın yolunu tuttu.

Asıl niyeti İstanbul’da Aziz Andreas yortusuna katılmaktı. Ankara ile pazarlıklar aylar öncesinden başlamıştı. 16. Benedictus, ziyaretin “diplomasi” yönüne pek takılmıyordu. Ama Hariciye’nin Türkiye'ye “Vatikan Devlet Başkanı” sıfatıyla gelmesi ısrarına “evet” dedi. Devletin tepesi bu ziyaretin dini bir kisve altında yapılmasını istemiyordu.

Yine de bütün Katolik dünyasının ruhani liderinin ağzından çıkan her kelime son derece önemli olduğu için Hariciye’dekiler pür dikkat kesilmişti. Türkiye’nin “geçiştirme lüksü” yoktu. Diplomatlar, Papa seçilmeden önce adı hâlâ Joseph Ratzinger iken yaptığı “Türkiye’nin AB’ye alınması büyük hata olur, tarihin akışına aykırıdır” açıklamalarını bir güzel not etmişti. Ankara’da, önüne koyacaklardı.

Sadece söz konusu ifadesi değil; Vatikan’dan gelen “Türkiye’de din özgürlüğü yok” yönündeki sözleri de başka bir rahatsızlık konusuydu. Bu aynı zamanda siyasal İslamcı iktidarın işine geliyordu çünkü Türkiye’ye yönelik eleştirileri bahane edip ideolojik çizgilerini tahkim etmek için kendilerine siyaseten alan açabiliyorlardı.

Devam edelim…

Ziyaret sath-ı mailine girildiğinde ciddi bir kriz çıktı. Program bir türlü netleştirilemiyordu. Erdoğan, Papa ile aynı fotoğraf karesine girmeye pek gönüllü değildi. Seçime bir yıldan az kalmıştı ve İslamcı kesimi hazır tava getirmişken böyle bir fotoğrafın “risk” olduğunu düşünüyordu.

Sonra ara formül bulundu.

Erdoğan, Papa’yı havaalanında karşıladı, VIP salonunda “ayaküstü” 20 dakika görüştü. Tabii fırsat bu fırsat diyerek Türkiye’nin AB üyeliğine destek istemeyi ihmal etmedi. Papa ise “Biz siyasi değiliz ama Türkiye’nin AB’ye girmesini arzu ederiz” diyerek son derece diplomatik bir cevapla bu hamleyi savuşturdu

16. Benedictus’a asıl ayarı veren ise Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer oldu.

Papa'yı Çankaya Köşkü’nde “B Protokolü” ile yani bandosuz marşsız bir törenle karşıladı. Muhafız Alayı, bandonun millî marşları çalması, top atışı yapılması, konuk devlet başkanının “Merhaba asker!” diyerek tören kıtasını selamlaması…

Hiçbiri yoktu.

Bunun anlamı belliydi.

Çankaya Köşkü’ndeki görüşmenin gündeminde iki belki de üç önemli konu başlığı vardı. Bunlardan biri de Türkiye–AB ilişkileriydi.

1999’da tam üye adayı olmuştuk ama Avrupa’nın önde gelen burnu büyük abileri Türkiye’ye hâlâ dış kapının dış mandalı muamelesi yapmaktaydılar.

Bu sebeple Sezer önce AB meselesini masaya koydu, “Hakça ve eşit bir yaklaşım bekliyoruz” dedi. Ardından, “AB’ye katılımımız barış ve uygarlık değerlerinin bir arada değerlendirilmesi açısından önemlidir. Bu da farklı kültürlerin ortak temeller üzerinden yaşayabileceğini gösterir” diye ekledi.

Sonra sıra Vatikan’ın “Türkiye’de din özgürlüğü yok” eleştirilerini cevaplamaya geldi. Sezer meseleyi hukuki çerçeve içinde ele aldı. Nezaket sahibi bir insan olduğu için doğrudan “Boş laflara karnınız tok” demedi ama demeye getirdi:

“Din ve inanç özgürlüğü anayasayla güvence altındadır. Bu, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının hakkıdır. Hak ve özgürlükler dinî kesimler açısından değil, yurttaşlık temelinde güvence altındadır.”

16. Benedictus’un söyleyecek sözü kalmamıştı. Sustu.

Şimdi gelelim zurnanın zırt dediği yere…

2006’da Türkiye, laiklik meselesini ele alırken bunun “rejim tartışması” olmadığını gösterebilecek kadar özgüvenli bir çizgide duruyordu.

Aradan yaklaşık 20 yıl geçti. Başka bir Papa, bu kez bambaşka bir Türkiye’ye geldi.

2006 ile 2025’i yan yana koyduğumuzda ortaya çıkan tablo, sadece diplomatik temasların geldiği noktayı değil; Türkiye’nin siyasal ikliminin, dış siyasetinin, iç tartışmalarının ve çok daha önemlisi zihniyetinin geçirdiği büyük dönüşümü gösteriyor.

2006’da Sezer, dinî özgürlük eleştirilerini kişiselleştirmemiş; meseleyi “vatandaşlık hakları” çerçevesinde ortaya koymuştu.

Bu ton, bugün nostaljik, belki şaka gibi gelebilir. Ancak o dönem devletin en tartışmalı başlıklarının bile kurumsal soğukkanlılıkla konuşulabildiği bir dönemdi. Dış siyaset sloganlarla değil, memleketin alî menfaatleri temelinde yürütülüyordu.

Bugün ise dış siyasetin ekseni popülerlik, iç siyasetin ihtiyaçları ve “esnek güç” arayışına göre belirleniyor. 2006’daki kurumsal refleksin yerini daha siyasi, daha konjonktürel bir pratik almış durumda.

Ez cümle; geçen bunca yılda Türkiye, devletin tepesinden gelen laiklik vurgusundan “inanç diplomasisine” savrulan sert bir eksen kayması yaşadı.

Sezer döneminde laiklik devletin en önemli referans noktasıydı. 2025’te ise devletin tepe söyleminde laiklik neredeyse hiç telaffuz edilmeyen bir kavram oldu. Dini özgürlük tartışmaları hukuki zeminden çıkıp kültürel, kimliksel, hatta ideolojik bağlama taşındı.

2006’da Papa ile aynı kareye girmekten imtina eden Erdoğan, bugün Papa’yla yan yana poz veriyor. Üstelik törenin yapıldığı salona gelişinde, Hazreti Muhammed’in Medine’ye girişinde söylenen ilahi ile karşılanıyor.

Diplomatik protokolün içine “ilahi performansı” sıkıştırmak ancak Türkiye’nin bugünkü siyasal estetik kodlarıyla açıklanabilir. Kameralar önünde “maneviyat şovu” var ama sakil mi sakil; org çalan eleman artık kimse, düğündeymiş gibi başıyla ritim tutuyor, ilahi söyleyen kızların üstü İslam, altı Vatikan…

Oysa Sezer, Papa 16. Benedictus'u bandosuz, marşsız bir törenle karşılamıştı. Ne Muhafız Alayı vardı ne bando millî marşları çalmıştı ne top atışı yapılmıştı.

O günden, bugüne...

Say ki şimdi sürreal bir tablonun içindesin.

Aradan geçen 20 yıl…

Devlet ciddiyeti erozyona uğramış, semboller içi boş birer propaganda malzemesine dönüşmüş, dış siyaset iç siyasete dekor yapılmış, üstelik avamlık bütün bir siyasal estetiğe hâkim olmuş!

Görünenin özeti bu.

İki Papa…

İki Türkiye…

Biz nereden nereye geldik, diye soralım ve yazımıza noktayı koyalım.