Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
45,4969
Dolar
Arrow
39,3488
İngiliz Sterlini
Arrow
53,4877
Altın
Arrow
4282,0000
BIST
Arrow
9.366

Attila İlhan’sız 20 yıl

İlk kez, 1997 yılında, bir sonbahar günü, Taksim’de, Divan Pastanesi’nde buluşmuştuk onunla. Yanındaki duvarda, “Attila İlhan Burada Oturur” plaketi yazılı masada gazetelerini okuyordu. Çok heyecanlanmıştım karşısına oturunca. Aynı gazetede çalışıyorduk. Üstelik aynı yıl, hemen hemen aynı günlerde (1996 yılı Eylül ayı) başlamıştık Cumhuriyet’te. Telefonunu da gazetenin santral memuresinden almıştım zaten. Biraz da çekinerek arayıp, kendisiyle tanışmak istediğimi söylediğimde, hemen kabul etmiş, yeri ve saati söylemişti. “Bir isteğiniz, bir emriniz var mı?” diye sorduğumda da, gazetede biriken postalarını getirmemi rica etmişti nazikçe. Anlaşılan, gazeteye çok nadir geldiği gibi, postalarını alması için birilerini de çok seyrek gönderiyordu. Çünkü biriken postalarını, büyük, siyah bir torba ancak almıştı.

Sözleştiğimiz gün ve saatte, Divan Pastanesi’ndeydim. Hatta 10 dakika da önce gitmiştim randevumuza. Elimdeki büyük torbayı görünce, güldü. “Amma da birikmişler. Keşke hepsini taşımasaydın, yorulmuşsundur” dedi. Onu, o zamana dek, sadece televizyonda görmüştüm. Yaşına göre oldukça dinç görünüyordu. Kısa bir tanışma faslından sonra, sohbetimiz koyulaştı. Bir saatlik randevu, benim bilgi açlığımdan kaynaklanan sorularla 2,5 saati geçti. Sorularımı çok babacan bir tavırla, bir öğretmen sabrıyla yanıtlamıştı. Birlikte kalktık masadan. Postaları çok ağır olduğu için, taksiye bindi. Divan Pastanesi’ne yürüyerek gelip, yürüyerek gittiğini öğrenmiştim sohbetimiz sırasında. 

İlişkimiz daha sonra, sık telefonlaşmalar ve görüşmelerle sürdü. Artık ona Attila Ağabey diyordum. Divan’daki buluşmaların yerini bir süre sonra, The Marmara Oteli’nin kafesindeki görüşmeler aldı. Hep köşede, camın kenarında oturuyordu. Buluşmalarımıza elimde not defteriyle gider, sürekli not alırdım. Bazen arkadaşlarım da eşlik ederlerdi bana. Konuşmalarımız siyaset ağırlıklı olurdu. Ara sıra gelip selam verenleri, hal hatır soranları, kitap imzalatanları hep tevazuuyla, sevgiyle, saygıyla karşılardı. The Marmara Oteli’nden sonra bir süre Bilgi Yayınevi’nin İstiklal Caddesi’ndeki ofisinde, sonrasında da Gezi Pastanesi’nde devam etti sohbetlerimiz. 

Sohbetlerimizde şiire, edebiyata, romana pek girmezdim. Sultan Galiyef’den İsmet Paşa’ya, solculuktan sağcılığa, küreselleşmeden ulusalcılığa, Türkiye’den ABD’ye dek, siyasi konularda aklıma ne geliyorsa sorardım. Müthiş zekâsı ve tahlil yeteneğinin yanı sıra, çalışma disiplini de beni çok etkilerdi. Önündeki kâğıtlara ya not alır, ya da Fransızca dergilerden kısa çeviriler yapardı, yazılarında kullanmak üzere. Nasıl yazı yazdığını, gazeteye yazılarını nasıl da yedekli olarak yolladığını, roman için, şiir için, gazete yazıları için nasıl zaman ayırdığını, çalışma temposunu ve süresini nasıl ayarladığını öğrendikçe, hayranlığım daha da artıyordu. 

Yazı kadrosunda olduğum Jeopolitik, Bizim Yurdumuz, Ulusal gibi dergiler için söyleşi isteklerimi hep büyük bir nezaket ve içtenlikle kabul ederdi. Attila Ağabey ile en çok söyleşi yapan gazetecilerden biri olmuştum neredeyse. Zamanla ilişkimiz geliştiği için, özel konulara da girebiliyordum. Evlilik gibi, kadınlar gibi, aşk gibi, yemek zevki, Paris’teki günleri gibi. Evlenirken eşinin önüne koyduğu şartlar, doğrusu çok hoşuma gitmişti: “Çocuk istemek yok, araba sürmemi istemek yok, ilişkimize aileleri karıştırmak yok”. 

DOKTORA TEZ KONUMU ATTİLA İLHAN ÖNERMİŞTİ

Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’ndaki politikası ve bu dönemde Türk dünyasına, mazlum milletlere dönük bakışını çok merak ediyor, onun yazılarıyla konuya olan ilgim daha da artıyordu. Özellikle Sultan Galiyef hakkında yazdıkları, çığır açıcıydı. Bu konuyu doktora tezi olarak almamda etkisi, tezin tamamlanmasında katkısı çok büyük oldu Attila İlhan’ın. Büyük bir sabır ve cömertlikle, bildiklerini paylaştı benimle. Yanlışlarımı düzeltti, doğruları gösterdi. Sadece ağabeylik değil, hocalık, danışmanlık da yapıyordu bana. Tezin, kitap olarak çıkmasında da emeği büyük olmuştu. Tam da o dönemde askere gittiğimde, benim için en büyük ödül ve moral kaynağı, köşesinde kitabımdan söz etmesi ve alıntı yapmasıydı. 

İstanbul’da Çekmeköy’de Hava Savunma Okulu’ndaki acemilikten sonra, yedek subay (asteğmen) olarak Harbiye’ye (Kara Harp Okulu) atanınca, veda etmek için uğradım yanına. “Erzincan’da ben de yedek subay olarak yaptım askerliğimi. Muhabereydi benim sınıfım. Çok hat döşedim. Anadolu insanını ve Mehmetçiğin sadakatini, özverisini, bağlılığını bir kez daha gördüm askerliğim sırasında. Tek başıma kaldığım için de, yazıp, düşünmek açısından çok verimli oldu benim askerliğim” demişti bana. Askerliğin büyük bir deneyim, ülkemizi tanımak için önemli bir olanak yarattığını belirtmiş, her Türk çocuğunun mutlaka yapması gerektiğini vurgulamıştı. Bedelli askerliğe, profesyonel orduya karşıydı Attila Ağabey. Askerlikle esnaflığın örtüşmediğine dikkat çekiyor, “ordu-millet”, “Türk ordusu-halk ordusu” özdeşliğine işaret ediyordu. 

Eskilerin deyimiyle, Mekteb-i Harbiye’de İhtiyat Zabiti olarak vatani görevimi yaparken bir kez daha görmüştüm, Harbiye’de, cihet-i askeriyede hayranı çoktu Attila Ağabeyin. Kitaplarını okuyan, televizyondaki söyleşilerini kaçırmayan çok Harbiyeli vardı. Yakınlığımızı öğrenenler, Attila Ağabeyi ısrarla Harbiye’ye çağırıyorlardı. Bu istekleri ilettiğimde, sağlık sorunları nedeniyle gelemeyeceğini belirtiyordu hep. Tarih ve dış politika konularındaki derin bilgisini yansıttığı ve “ufkun ötesini gördüğü” yazılarından çok faydalanıyordum uluslararası ilişkiler derslerinde. Tarih ve süreç, ustamı hep haklı çıkarıyordu. 

Telefonda uzun uzun sohbet ederdik. Üzerinde çalıştığı “Bir Millet Uyanıyor” serisi de şekillenmeye başlamıştı. Serinin ilk kitabı, ortak kitabı için gönderdiğim yazıyı beğenmesi, Ankara’nın soğuğunda içimi ısıtmıştı. Kendi deyimiyle “yurt, ulus ve tarih bilincine sahip” Türk aydınlarını, siyasal görüşü ne olursa olsun, vatan ve namus konusunda duyarlı, ödünsüz, kıskanç Türk yazarlarını buluşturduğu serinin ilk kitabı, büyük ilgi görmüştü. Önsözünü yazdığı, editörlüğünü yaptığı, fikir babası olduğu kitabın gördüğü ilgi, onu çok mutlu etmişti. Kitap serisinin parolası, Türk Milleti’nin tarihsel tunç yasasıdır: “Parola: Vatan; İşareti: Namus”

Bir yıllık askerliğim sonrasında, buluşmalarımız kaldığı yerden, kesintisiz sürdü. Bir Millet Uyanıyor serisinin yeni kitapları da çıkıyordu yavaş yavaş. Ölümünden kısa süre önce, yine bir görüşmemizde, sağlık sorunları nedeniyle, Cumhuriyet gazetesindeki yazılarına son vereceğini söylediğinde, karşı çıkmış, “Ağabey, senin doktorların 2. Cumhuriyetçi olmasın sakın?” diye de takılmıştım. “Kuvayı Milliyeci bir yürek bu yazıları sürdürür. Ulusalcı bir omuz bu yükü kaldırır. Bu iş artık senin kişisel tercihin olmaktan çıktı. Yazmak, senin topluma ve okura karşı görevindir” demiştim ona, biraz da haddimi aşarak. Öğrencileriyle birlikte hazırladığı kitabı teslim etmeye gelen, yakın dostu, ortak dostumuz ve fakülteden hocam Prof. Dr. Erol Manisalı da, benim gibi ısrar etmişti Attila Ağabeye. Onun, kendi temposunu, kendisinin ayarladığını, bunu hiçbir doktorun ondan daha iyi ayarlayamayacağını vurgulamıştı. Attila Ağabey ise yükünün ağır olduğunu ve doktorlarının kesin uyarılarını yinelemişti. Lakin Erol Hoca da ben de, gazete içinden ve gazetenin okurlarının bir bölümünden Attila İlhan’a yönelik tepkileri, Attila İlhan’ı gazetede yazması için davet eden İlhan Selçuk’un bile göğüslemekte zorlandığını biliyorduk. 

Jeopolitik dergisinin yeni sayısının kapak konusu belli olduktan sonra, söyleşi yapmak üzere sözleştik ve ayrıldım yanından. Ve bu son görüşüm oldu ustamı, ağabeyimi, hocamı. Ölüm haberini aldığımda gazetede, haberi yazmak bana düştü. Hayatımda yazdığım en zor haberlerden biriydi bu. Ama o kadar yaman bir edebiyatçıydı ki, ölüm haberinin manşetleri bile, onun dizelerinden, şiirlerinden çıkmıştı: “Ayrılık Sevdaya Dahil”, “An Gelir Attila İlhan Ölür”, “Elde Var Hüzün”…      

Şiirleriyle, romanlarıyla, denemeleriyle, senaryolarıyla, verdiği fikir kavgalarıyla nasıl Türkiye’yi birleştirmiş, bu toprakların sezi, sözü, sentezi olmuşsa, cenazesinde de aynı şeyi yaptı Attila Ağabey. Siyasal görüşü ne olursa olsun, “önce vatan” diyen Türkleri ve Türkiye’nin namus birikimini topladı son yolculuğunda, aynen yazılarında yaptığı gibi. 

YAZDIĞI GİBİ YAŞADI, İNANDIĞINI YAZDI 

Attila İlhan; çok yönlü bir düşün, sanat, edebiyat, kültür insanıydı. Şair kişiliği yanında, bir de düşünür, gazeteci, polemikçi kişiliği vardı. Çok yaman, kül yutmaz bir araştırmacıydı her şeyden önce. Bir konu üzerinde çalışırken, kılı kırk yarardı. Düzenli, disiplinli, saatli ve programlı çalışırdı. 

Bir Kuvayı Milliyeciydi Attila İlhan. Yiğit bir Kemalistti, gözü kara bir Cumhuriyetçiydi. Sosyalistti. Ulusalcı, toplumcu ve aydınlanmacıydı. Jakobendi Attila İlhan. Kerameti kendinden menkul kimi yazar ve bilim adamları, Jakobenliği eleştiredursunlar, hem de bunu sol adına yaptıklarını savunsunlar, onlara gülüp geçerdi, ciddiye almazdı hiç. 

Her zaman Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyetine ve devrimlerine sahip çıktı. Ödün vermeden sahip çıktı hem de. Cumhuriyet Devrimi’nin kökleri ve kazanımları, antiemperyalist Kurtuluş Savaşı, Atatürk’ün mazlum milletler dayanışmasına verdiği büyük önem ve Gazi’nin ulusal solculuğu en çok işlediği konular arasındaydı. 

Küreselleşmenin, sömürgeleştirme ve kültürsüzleştirme olduğunun altını sık sık çizerdi. Eğitime de, kültüre de, dile de, sanayileşmeye de, sinemaya da bu açıdan bakardı. Günümüzün yozlaşmasını, lümpenliğini, cahilliğini eleştirirken, kendi kuşağının bilgisini ve Cumhuriyet sevgisini şöyle ayrıştırırdı: “Şimdikiler demokrasi kuşağı, biz Cumhuriyet kuşağıyız”

Halkçıydı, hem de sonuna kadar, hem de inadına. Halkının değerlerini sever, sayar, savunur, sahiplenirdi mertçe, yiğitçe. O değerlerden, o köklerden beslenir, o kaynaktan ilham alırdı. Onları çok iyi bilir, sentezini çok iyi yapardı. Şöyle derdi: “Benim başından beri bütün kerametim, Türk halkının bileşkesini yakalayabilmekte. Ben bu halkın çocuğuyum…”

Dış politikayı yakından izler, derinlemesine bilirdi. Bu alanın, iç politikayla bağlantısını da sık sık yinelediği şu sözlerle kurardı: “Üç şey milli olmalı. Eğitim, ekonomi ve savunma”. 

Ulusal kültür sentezine büyük önem verirdi. Bunun Cumhuriyetin temel dayanaklarından biri olduğunu belirtirdi. Türk aydınını milli olmamakla, Türk olmamakla suçlardı korkusuzca. “Kendisinde bu halkı adam etmek gibi bir misyon vehmetmeyenler, her zaman halka yakın olmuştur. Kendinde bu misyonu vehmedenleri de halk bir güzel doğrultur zaten…” diyerek, halka uzak aydınların tavrını eleştirir, akıbetine işaret ederdi. 

Türk insanının diline, kültürüne, inancına, birikimine, geçmişine, tarihine, yaşam biçimine saygılı ve tutkuluydu. Türk’ün yok sayılmasına, horlanmasına, dışlanmasına, küçümsenmesine, aşağılanmasına hep itiraz ve isyan etmiş, her zaman karşı çıkmış, hayır demişti. Şunu söylerdi:

“Türk halkının sağduyusuna inanırım. 700 sene gık demediği bir hanedana, bir ay içinde karşı çıkmıştır. ‘Bu halkla hiçbir halt olmaz’ dendiğinde cevabım aynıdır: ‘Kemal Paşa bu halkla milli mücadele yapabildiyse, kabahati kendinde arayacaksın”  

Misak-ı Milli, Hakimiyet-i Milliye ve İstiklal-i Tam, Attila İlhan için kutsal kavramlardı. Vatanın bütünlüğünün, milletin kayıtsız şartsız egemenliğinin ve tam bağımsızlığın yılmaz, yorulmaz savunucusuydu. Mazlum milletlerin birliğini de, Avrasya’nın gelişmesini de bu açıdan ele alırdı. 

Asya’yı, Güney’i, Doğu’yu çok iyi bilir, gözlemlerdi. “Batı insanı ölümden korkar, Doğu insanı ise ölümden korkmaz” derken de, Asyalıları, “Davaları ve inançları uğrunda ölebilmek kabiliyetinde olan insanlar” olarak nitelerken de, hep Doğu’nun büyük kültür ve uygarlıklarından beslenirdi. 

Bir sohbetimizde, ölümü; “elektrik kesintisi gibi” gördüğünü söylemişti. Aradan geçen 20 yılda gördük ki, Attila İlhan aydınlatmayı sürdürüyor.