Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
43,3898
Dolar
Arrow
38,7907
İngiliz Sterlini
Arrow
51,6728
Altın
Arrow
4053,0000
BIST
Arrow
9.700

Ulusal kalkınma, üretim ekonomisi ve planlama

Türkiye; ekonomik sorunlarını bir türlü çözemiyor. 24 Ocak 1980’den beri ekonomide izlenen yol, “24 Ocak Kararları” olarak tarihe geçen ve darbe koşullarında uygulanan politikaların yarattığı yapısal sorunları aşamıyor. 1980 öncesinde de çok sağlıklı bir ekonomiye sahip olmayan Türkiye’nin, 1980 sonrasında tercih ettiği ekonomi – politik tercihler, iktidara gelen farklı partilerin, özünde tek bir ekonomik program uygulamaları, gelir dağılımı adaletsizliğini büyütüyor. Servet – sefalet uçurumunu derinleştiriyor. Zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapıyor. Bu ekonomik tablo, kaçınılmaz olarak siyasetten kültüre, aile yapısından ahlaka, kentleşmeden sanata, güvenlikten hukuka dek her alana yansıyor. 

Üretime değil tüketime, ihracata değil ithalata dayalı büyüme modelini tercih etmenin ağır sonuçlarını yaşıyor Türkiye. Daha uzun yıllar da yaşayacak. Bu yanlış tercihin sonuçlarına katlanacak. Büyümek için üretmek ve ürettiğini ihraç etmek, üretmek için de planlamak gerektiğini unutan Türkiye; yapısal olan cari açık sorununu da çözemiyor. Yüksek dış borç, yüksek enflasyon, yüksek döviz kuru, yüksek işsizlik, yüksek dış ticaret açığı, yüksek bütçe açığı söz konusu oldukça, her ne kadar dünyanın ilk 20 ekonomisi arasında olsa da, orta gelir tuzağından kurtulamıyor Türkiye. Tasarruf yapamıyor. 

Ulusal ekonomi, ulusal bağımsızlık, ulusal egemenlik

Güçlü bir üretim ve ihracat olmayınca, cari fazla verilmeyince, cari açık yapısal olunca, bunun sonuçları sadece ekonomik alanda kalmıyor. Siyasete de yansıyor. İstiklal-i tam ve hakimiyet-i milliye, yani tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik ilkelerine dayanarak Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk sonrasındaki yanlış tercihlerin sonucu olarak, güçlü bir ekonomiye sahip olmamanın yansımalarını dış politikada, savunma ve güvenlik politikalarında da yaşıyor. 

Atatürk’ün sözleriyle, mali egemenlik olmadan milli egemenlik olmayacağını, iktisatsız istiklalin mümkün olmadığını kavramamanın sonuçlarını yaşıyoruz. Lozan müzakerelerinde en çetin mücadelenin kapitülasyonların kaldırılması için verildiğini unutmanın sonuçlarını yaşıyoruz. Lozan’da, 20 Kasım 1922’de başlayan müzakerelere 4 Şubat 1923’te ara verildiğinde, İzmir’de, Türkiye İktisat Kongresi’ni (17 Şubat – 4 Mart 1923, yaygın olarak İzmir İktisat Kongresi olarak bilinir) toplamanın önemini hatırlamamanın sonuçlarını yaşıyoruz. Daha da yaşayacağız maalesef. 

Oysa 1. Türkiye İktisat Kongresi’nin açılışında Mustafa Kemal Paşa; siyasi ve askeri zaferlerin, iktisadi zaferlerle tamamlanması gerektiğini vurgulamış ve şu noktalara dikkat çekmişti: “Bir milletin doğrudan doğruya yaşantısıyla ilgili olan, o milletin ekonomik durumudur”… “Tarihimizi dolduran zaferler ve başarısızlıkların tümü, ekonomik durumumuzla yakından ilgilidir”… “Çağımız tamamen bir ekonomi devrinden başka bir şey değildir”… “Kılıçla fetih yapanlar, sabanla fetihler yapanlara yenilmeğe ve sonunda yerlerini terk etmeğe mahkûmdurlar”… “Kılıç kullanan kol yorulur; fakat saban kullanan kol, her gün daha çok kuvvetlenir ve her gün daha çok toprağa sahip olur”… “Tam bağımsızlık için şu prensip vardır: Milli egemenlik, ekonomik egemenlikle pekiştirilmelidir”…

Atatürk; izleyen yıllarda da Meclis’i açış konuşmalarında ekonomik sorunlara ve çözüm yollarına dikkat çekmeği sürdürmüştür. Büyük önderin bu bilinci ve hassasiyeti sayesinde genç Cumhuriyet, devletçilik ve planlamayla hızlı bir kalkınma sürecine girmiştir. Aşar vergisini kaldırarak köylüyü, çiftçiyi rahatlatmış, bu verginin kalkmasıyla çok önemli bir vergi gelirinden mahrum kalmasına rağmen, atılımını sürdürmüştür. Bir yandan da Osmanlı Devleti’nin borçlarını ödemiştir. 

İzlenen devletçilik, çok sert, çok katı bir devletçilik değildir. İsmet İnönü’nün sözleriyle, mutedil devletçiliktir. 30 Ağustos 1930’da, Sivas demiryolu hattının açılışında, izlenen devletçiliği şöyle anlatmıştır İsmet Paşa: “Liberalizm nazariyatı bu memleketin güç anlayacağı bir şeydir. Biz iktisadiyatta hakikaten mutedil (ılımlı) devletçiyiz. Bizi bu istikamete sevkeden bu memleketin ihtiyacı ve bu milletin fıtri temayülüdür”. 

Atatürk de devletçiliği şu sözlerle anlatmıştır: “Türkiye’nin uyguladığı devletçilik sistemi, 19. yüzyıldan beri sosyalizm kuramcılarının ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin gereksinimlerinden doğmuş, Türkiye’ye özgü bir sistemdir. Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Bireylerin özel girişimlerini ve faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir milletin bütün gereksinimlerini ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk vatanında yüzyıllardan beri bireysel ve özel girişimlerle yapılamamış olan şeyleri bir an önce yapmak istedi ve kısa bir zamanda yapmayı başardı. Bizim izlediğimiz bu yol, görüldüğü gibi, liberalizmden başka bir yoldur”.

Bütüncül kalkınma ve planlama 

Güçlü, sağlıklı, üretken bir ekonomi için, ulusal bir ekonomik programa sahip olmak gerekir. Bu nedenle üretim ekonomisi zorunludur. Çünkü üretim, yatırım, istihdam, ihracat olmadan, gelişmek, kalkınmak, güçlenmek, refaha ulaşmak olanaksızdır. Nitelikli ve sürdürülebilir bir üretimin yolu da planlamadan, planlı sanayileşmeden, planlı kalkınmadan geçer. 

Böylesi bir ekonomik atılım için, büyük çaplı bir kalkınma hamlesi için temel sorun sermaye bulmaktır. Dışarıdan gelecek sermayeye, bir başka ifadeyle yabancı sermayeye, dış borca, dışarıdan alınan krediye, ekonomik, politik gerekçelerle, bağımsızlık, egemenlik ve güvenlik gerekçesiyle temkinli, tedbirli, ihtiyatlı, mesafeli bakan, bu konuda çok da haklı olan geniş bir kesim mevcuttur. Bu türden çekinceleri, kaygıları, endişeleri olanlar, bu sorunu çözmek için milli bir bankacılık sistemine gereksinim duyulduğunu belirtirler. Yerli sanayinin gelişimi için, üretim seferberliği için, milli ve güçlü bir bankacılık sistemi zorunludur. 

Cumhuriyeti kuranlar da, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, böyle düşünmüşlerdir. Çok önce, 1863 yılında kurulmuş olan Ziraat Bankası’nı daha etkin kılmış, ayrıca 1924 yılında Türkiye İş Bankası’nı, 1933 yılında Sümerbank’ı, 1935 yılında Etibank’ı kurmuşlardır. Pamuklu – bez üretiminden kâğıt – selüloz üretimine, demir – çelik üretiminden çimento üretimine dek çok geniş bir yelpazede kurulan fabrikalarla öncelikle üretim bilinci, üretim seferberliği, üretim coşkusu, üretim özgüveni aşılanmıştır topluma. Yerli malı ve tutum haftalarıyla da kendi ürettiğini tüketmenin mutluluğuna, bilincine, rahatlığına varmak amaçlanmıştır, ekonomik boyutları yanında. Bunlarla dalga geçen liberallerin, ABD’deki “use American”, “buy American” kampanyalarını, ABD malı kullanılmasını özendiren, hatta zorunlu kılan yasal düzenlemeleri, ihale şartnamelerini nasıl karşıladıkları merak konusudur. 

Tasarruf bilinci ve sermaye birikimi 

Bir ülkede sermaye birikimini sağlamanın en ideal, en sağlam, en sağlıklı kaynağı milli tasarruftur. Türkiye’de de sanayileşmenin temelinde bu ulusal tasarruf bilinci ve devletçilik ilkesi vardır. Üstelik Türkiye, savaş yorgunu bir ülke olarak, bir yandan Osmanlı borçlarını ödemiş (ilk borcu 1854 yılında alan Osmanlı’nın borcunun son taksitini Türkiye Cumhuriyeti 1954 yılında ödemiştir) bir yandan da sanayi hamlesi yapmıştır. Bunu da enflasyona ve borçlanmaya yol açmadan başarmıştır. Sadece yabancı kaynağa güvenerek, sadece yabancı kaynağa bel bağlayarak iktisadi sorunlar çözülmez. Bir ülkenin bu yolla sanayileşmesi, gelişmesi, kalkınması, refaha kavuşması olanaksızdır.   

Ticarette, ileri teknoloji içeren, yüksek kaliteli mallar üretip, bunu da rekabetçi bir ortamda makul fiyata satmak önemlidir. Çünkü bu yolla zengin olunur, katma değer yaratılır, vergi gelirleri artırılır, ihracat yapılır, yeni iş sahaları açılır. Böyle bir endüstriyel ve teknolojik altyapıya sahip olan ülke, sadece iç pazarı değil daha çok dış pazarı, yani öncelikle iç tüketimi değil ihracatı düşünür. İhracatın niteliği, yarattığı değer, kazandırdığı döviz, kârlılık oranı da önemlidir. İhracatın getirisinin yüksek olması, ulusal refaha katkı sağlaması gerekir. Sanayinin niteliği, rekabete açıklığı, dünya ölçeğinde üretim yapabilme kabiliyeti, ihracata olumlu yansır. Bu bağlamda ihracat, hem yüksek büyüme hızı yakalamada hem de sürdürülebilir kalkınmada önemli bir unsurdur. Almanya, Japonya, Çin, Güney Kore bu açıdan önemli örneklerdir.

Türkiye; 2. Dünya Savaşı yıllarında, başarılı ve dengeli bir dış politika izlemesi yanında, başarılı bir dış ticaret politikası izlemiştir. Elindeki sınırlı kaynakları, savaş koşullarını da dikkate alarak, akılcı biçimde kullanmıştır. Son derece sınırlı ithalat yapabildiği savaş yıllarında, maden ihracıyla, krom ihracıyla dış ticaret fazlası vermiştir. İhracatın ithalattan fazla olduğu o dönemde Türkiye; altın stoklarını artırmıştır. Savaş yıllarının, tutumlu olmayı, tasarrufu zorunlu kılan ortamında CHP; 1950 seçimlerinde iktidarı kaybedince, Demokrat Parti, Hazine’yi, yüksek altın stokuyla devralmıştır. Ne var ki Demokrat Parti, bu zengin altın stokunu verimli yatırımlara, üretken ekonomi politikalarına yöneltmek yerine, önceliği ithalata vermiştir. Bu ithalat sayesinde, piyasada bolluk havası esmiştir. Bu bolluk havası da, Demokrat Parti’nin başarılı bir ekonomi, başarılı bir sanayi, başarılı bir ticaret politikası izlediği yönünde genel bir algı oluşmasını sağlamıştır. Bunun da etkisiyle 1954 seçimlerinde Demokrat Parti; oylarını 1950 seçimlerine oranla daha da artırmıştır. Fakat Demokrat Parti’nin izlediği ekonomi politikasının yanlışlığı, bir süre sonra görülmüş, bu da 1957 seçimlerindeki oy oranına yansımıştır. 

Bir devletin, bir başka devletten dış kaynak bulması birkaç yolla hayata geçer. Birincisi, doğrudan yabancı sermaye yatırımları çekmektir. İkincisi, maddi varlıkların yabancılar tarafından satın alınmasıdır. Üçüncüsü, finansal varlıkların yabancılar tarafından satın alınmasıdır. Dördüncüsü, yurt dışından borç almaktır. Beşincisi, yurt dışından yapılan karşılıksız yardımlar, bağışlardır. Doğrudan yabancı sermaye yatırımı, mal veya hizmet üretecek yeni tesis, işletme kurulması, mevcut bir tesisin üretim kapasitesinin genişletilmesi, modernizasyonu, faaliyete geçirilmesi amacıyla yurt dışından getirilen nakdi sermaye ile makine donanımı, alet şeklinde ayni sermayeyi kapsar. Yabancı sermaye yatırımı, dışarıya kâr, dışarıya sermaye transferi yaptığı için, getirdiğinden daha fazlasını geri götürür. Girdilerinin bir bölümünü yurt dışından getiriyorsa, yüksek fiyat, transfer fiyatlandırması yoluyla örtülü kâr transferi de yapar. Piyasada hakim konumunu kötüye kullanarak yerli, özellikle de küçük firmaları piyasadan dışlar. Fiyat liderliği yaparak, rekabeti sınırlar. Osmanlı döneminde de görüldüğü gibi, siyasal olarak kendi ülkesinin çıkarlarını korur ve baskı oluşturur. Dış kaynakla, dış borçla sorunlarını çözmüş, kalkınmış ülke yoktur. (Öztin Akgüç, “Dış kaynak yük, yükümlülüktür”, Cumhuriyet, 24. 07. 2024) 

Liberallerin bir diğer iddiası da, teknolojik gelişmenin, mutlaka, kategorik olarak, kaçınılmaz biçimde toplumda adaleti, eşitliği sağladığına veya pekiştirdiğine ilişkindir. Bu yaklaşım yanlıştır. Teknolojik gelişme, ille de, mutlaka toplumsal gelişmeye, eşitliğe, adalete, refahın tabana yayılmasına zemin hazırlamaz. Bunlar için politik, ideolojik, toplumsal, sınıfsal mücadele, hem de örgütlü mücadele gerekir.