İsrail işgali altındaki Filistin topraklarında, özellikle de Gazze Şeridi’nde yaşanan, klişe ifadeyle, “insanlık dramı”, geride bırakalı çok olan yirminci yüzyılın günümüze tevarüs ettiği sorunlardan biri. Sorun o kadar çok katmanlı ki, Avrupalı güçlerin “Doğu Sorunu” ya da eski dilde “Şark Meselesi” olarak adlandırdıkları düğümün yirminci yüzyıl başında nasıl halledilmeye çalışıldığından, yine Avrupa’nın “Yahudi Meselesi” olarak ortaya konulan sorununa dek uzanıp gelip son kertede “Filistin Meselesi” ve artık “Gazze dramı” şekline bürünmüş vaziyettedir.
Hamas güçlerinin 7 Ekim 2023 günü İsrail sınırından içeri girerek El-Aksa Tufanı adı altında düzenledikleri saldırılarda çoğu sivil 1400’ü aşkın İsraillinin öldürülmesi ve 212 İsraillinin rehin alınması, İsrail’in halihazırda aşırı sağa savrulmuş mevcut Binyamin Netanyahu hükümeti için hem ciddi ölçüde prestij sarsıcı bir darbe hem de saldırıların kaynağı olan Gazze Şeridi’ne ve genel olarak tüm Filistin’e yönelik baskının şiddetinin daha önce görülmedik düzeylere çıkarılması için bir gerekçe olarak ortaya çıktı.
Bu yazıda, ilkin, Filistin meselesinin ve özelde Gazze Şeridi’ndeki Hamas gücünün bu raddeye nasıl geldiğinin bir tarihçesini aktarmaya ve daha sonra, bu meseleden ve bugün aldığı biçimden çıkarılabilecek kimi derslere dikkati çekmeye çalışacağım.
BIR İŞGAL TARİHÇESİ
Gazze Şeridi, 2007 yılından bu yana, “exclusively” Hamas kontrolü altında bulunduğundan, Filistin’in elde kalan diğer parçası olan ve İngilizcede “West Bank”, bizde ise “Batı Şeria” olarak bilinen bölgeden bütünüyle ayrı anılmaktadır.
Sina Yarımadası’ndan İsrail’e doğru Akdeniz’i izleyerek uzanan kısa bir sahil şeridinden müteşekkil Gazze Şeridi’nin, İsrail ile Ürdün’ü birbirinden ayıran Şeria ya da Ürdün Nehri’nin batı yakasında kalması nedeniyle Batı Şeria olarak bilinen bölgeyle karasal bir bağlantısı mevcut değildir.
Biri bir dönem dolaylı yoldan Mısır’ın, diğeri ise doğrudan Ürdün’ün kontrolü altında bulunurken, Mısır’ın liderliğiyle ve Suriye ile Ürdün’ün de katılımlarıyla İsrail’e karşı 1967 yılında başlatılan ismiyle müsemma Altı Gün Savaşı’nın Arap tarafı bakımından meşum bir yenilgiyle sonuçlanmasının ardından, Sina Yarımadası ve Golan Tepeleriyle beraber, İsrail’e kaybedilmişlerdir.
1973’te, diğer Arap ülkelerince de desteklenmesine rağmen, bu defa yalnızca Mısır ve Suriye tarafından başlatılan ikinci deneme de başarısızlığa uğrayınca, bu bölgeler üzerindeki İsrail kontrolü kalıcı hâle geldi.
Bu duruma tek istisna, 1973 yenilgisini katmerlendiren ekonomik zorlukları piyasa yanlısı “infitah” ya da açılım politikalarıyla aşmaya çalışan Mısır’ın, nihayet 1979’da İsrail’le masaya oturarak diplomatik ilişki kurması, bu ülkeyle olan savaş durumunu resmen sonlandırması ve bu koşullara koşut biçimde Sina Yarımadası’nın kontrolünü İsrail’den geri alması olmuştur.
Böylelikle, Sina hariç, klasik uluslararası hukuk doktrinine göre devletler açısından bağlayıcı olduğu kabul edilen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 242 ve 338 sayılı kararlarınca da, başka maddelerin yanı sıra, Altı Gün Savaşı’na atfen “İsrail silahlı kuvvetlerinin son çatışmada işgal ettiği topraklardan çekilmesi” (BMGK 242 sayılı karar, 1(i)) çağrısına konu olan bu dört bölgeden üçü, bugün halen İsrail işgali altında bulunmaktadır.
OSLO SÖZLEŞMELERİ’NDEN GAZZE’DEKİ HAMAS İKTİDARINA
1993 ve 1994 yılında imzalanan Oslo Sözleşmeleri'yle, İsrail ile Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Batı Şeria ve Gazze Şeridi üzerinde belirli düzeyde kontrol sahibi olacak bir Filistin Ulusal Yönetimi kurulması konusunda uzlaşmıştı.
Bu durum, İsrail’in bu bölgeler üzerindeki askerî denetimini sonlandırmamış, hatta İsrail bu bölgelerde yeni Yahudi yerleşimleri inşa etme politikasını sürdürmüştür.
İsrail’i, Oslo Sözleşmeleri'ne ikna eden temel akıl yürütme, bu sözleşmeler sonucu kurulacak bir Filistin yönetimiyle birlikte Filistinliler arasındaki İsrail’e yönelik düşmanlığın azalacağı ve hatta giderek İsrail’in “var olma hakkının” tanınacağı idi. Tabii, her ne kadar FKÖ İsrail’i tanıdığını ilân etse de Filistinliler arasında İsrail’e yönelik duygular hasmane devam etti.
Diğer yandan, böyle olamamasında, üstelik tersine bu hasmane duyguların perçinlenmesinde İsrail yöneticilerinin, kimi zaman bilinçli kimi zaman da bilinçsiz, büyük katkıları oldu. Bir örneği, FKÖ kontrolündeki Filistin Yönetimi’nin, hiçbir zaman Filistinlilere tam anlamıyla hizmet edebilecek ve öz yönetim tatmini hissettirebilecek yetkilerle donatılmaması, bütçesinin bile sürekli biçimde kesintilere maruz bırakılması iken; diğer örneği, FKÖ’nün, İsrail’e gerçek anlamda meydan okuyabilecek bir güç elde etmesi sonucu bağımsızlık idealine daha da yaklaşmasını önlemek maksadıyla, Hamas’ın gelişip serpilmesine, dahası Gazze’de kontrolü FKÖ’nün baskın hizbi olan El-Fetih’ten almasına göz yumulması ve hatta el altından destek verilmesi olmuştur.
Hamas’ın, kanıtlanması pek zor, İsrail gözetiminde bahusus kurdurulduğu iddiaları bir yana, Ariel Sharon yönetimi, 2002 ve 2003 yılları boyunca FKÖ lideri Yasser Arafat’ı Ramallah’taki konutunda tecrit altında tutup sonunda Fransa’ya hicrete mecbur edip 2004 yılında orada vefatına sebep olurken 2005 yılında ise, nagehan, Gazze Şeridi’ndeki askerî güçlerini ve dokuz bin kadar Yahudi yerleşimciyi çekiyor ve bu çekilme sonrası Gazze Şeridi ile İsrail arasındaki ilişkilerin nasıl yürüyeceğine dair Filistin Yönetimi’yle hiçbir müzakere yürütmeme yoluna gidiyordu.
Hamas, bu çekilmeden kısa süre sonra yapılan 2006 yasama konseyi seçimlerine katılarak, Oslo Sözleşmeleri'nden sonra Filistin’de tertip edilen herhangi bir seçime ilk kez girmiş oluyordu. Hamas’ın bu seçimlerdeki sloganı, ABD Başkanı Bill Clinton’ın himayesinde İsrail Başbakanı Ehud Barak ile FKÖ lideri Yasser Arafat’ın heyetleri arasında 2000 yılında yapılan Camp David Görüşmeleri’nin sonuçsuz kalmasının ardından İsrailli yöneticilerin kimi eylemlerine tepkiyle başlayan İkinci İntifada dönemi boyunca İsrail’i hedef alan silahlı saldırılardaki başat rolüne atfen, “Dört yıllık direniş, on yıllık pazarlığı alt etti!” oldu.
Görünen o ki, slogan tutmuştu ve Hamas, bu seçimlerde, kendisine ait yetmiş altı koltuk kazanırken, dört de bağımsız üye tarafından destekleniyor, El-Fetih ise aynı seçimlerde kırk üç koltuğu güçlükle kazanabiliyordu. Mısır kökenli Müslüman Kardeşler’in Gazze kolu olarak filizlenen, fakat ilkinin şiddet eylemlerini sahiplenmede çekingen davranması nedeniyle ayrı yürümeyi tercih eden Hamas artık daha büyük oynuyordu.
BIR AÇIK HAVA HAPİSHANESİ OLARAK GAZZE
Hamas, İsrail ve ABD dahil pek çok Batı ülkesi tarafından “terör örgütü” olarak tanınıyordu ve seçimleri kazandığında ise, İsrail’in ABD desteğiyle gerçekleştirmek istediği bir darbe girişimiyle alaşağı edilerek El-Fetih ile ikâme edilmek istendi.
2006’dan 2007’ye, Hamas ile El-Fetih arasındaki çekişme ve çatışmalar ile yine İsrail’in Gazze Şeridi’ne operasyonları, yalnızca Hamas’ı daha da güçlendirmeye hizmet etti ve sonunda El-Fetih ilişkili tüm sorumluların Gazze Şeridi’nden çıkarılmasıyla bu bölgenin içeride Hamas kontrolüne geçmesine neden oldu.
Bölgenin dış kontrolünün mutlak biçimde İsrail’de olduğu ve dışarıdan herhangi bir yardım ya da müdahaleye karşılık çok sıkı bir abluka altında tutulduğu koşullarda, Gazzelilerin siyasî hoşnutsuzluklarına, artan yoksunluk kaynaklı büyüyen bir öfke de eşlik ediyor, ünlü uzmanlardan Ian Lustick’in deyimiyle, Gazze bir tür “açık hava hapishanesini” andırıyordu.
Lustick’in, Hamas’ın son saldırılarını kabul edilemez bulmakla birlikte bu saldırılar için kullandığı “hapishane isyanı” metaforunun isabetli olup olmaması bir yana, gelinen noktada İsrail düşmanlığı kadar Filistinliler ve özellikle Gazzelilerde bu düşmanlığı katmerlendiren açık hava hapishanesi koşullarının katkısı elbette inkâr edilemez.
SEKÜLER MEYDAN OKUMALAR İSLAMCILARDAN DAHA ÇOK CİDDİYE ALINIYOR
Aslına bakılırsa, Hamas’ın bir ölçüde bilinçli biçimde El-Fetih’e rakip bir örgütlenme olarak gelişip serpilmesine İsrail tarafından seyirci kalınması, dahası destek olunması, sevilmemesi gereken “Ortadoğu” kavramı yerine, Rumeli ya da Anadolu’dan Mezopotamya, Maşrık, Levent ve Mağrip’e uzanan bölgemizde, bildik bir hikâyedir.
Yalnızca dillere pelesenk olmuş “böl ve yönet” mantığı bakımından değil, aynı zamanda daha sofistike bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor. Nedenleri uzunca tartışılabilir, fakat kısa bir bölge tarihi okuması İsrail için de, genel olarak Avro-Atlantik hegemonyası için de en ciddi tehditlerin, politikayı dünyevî ve evrensel ilkeler dairesi içerisinden kurgulayan hareketlerden geldiğini ortaya koyar.
Bugünden bakıldığında kaybedilmiş bir savaş olarak değersiz gibi görünse bile doğrudan doğruya üç Arap ülkesini İsrail’e karşı harekete geçiren dinamik seküler ulusçu birer güç olarak Cemal Abdünnasır ve Baas dinamikleri olmuştur.
Diğer yandan, Avro-Atlantik hegemonyasının sonradan ancak önce Batı yarıküresi sonrasında ise küresel ölçekte bir neoliberal yeniden yapılanma ile aşabileceği bunalım, dünyada sosyalizmin seküler ve dolayısıyla evrensel nitelikte bir sistemsel alternatif teşkil ettiği ve bu alternatifin vücuda gelmiş hâli olarak Sovyetler Birliği’nin Pasifik’te nükleer denizaltılarıyla ekonomik olmasa bile askerî dengenin sınırlarını zorladığı 1970’ler olmuştur.
1929 buhranıyla kıyaslanan 2008 küresel finansal bunalımının bile, Çin’in sıklıkla ileri sürülen yükselişine rağmen, henüz bu ölçüde bir hegemonik bunalım düzeyine ulaştığını söylemek zordur. Ünlü eleştirel sosyal bilim insanlarından Alfredo Saad Filho, bu bunalımın, Avro-Atlantik hegemonyasının bunalımı olmak bir yana, henüz “neoliberalizmin krizi” olmaktan çok “neoliberalizm içerisinde bir kriz” olarak seyrettiğini öne sürmektedir.
1945 sonrası temelleri atılan günümüz liberal uluslararası düzeninin evrensel hegemonik kapasitesi karşısında Çin’in benzer düzeyde evrensel nitelikte uluslararası-popüler bir politik program ile çıkıp çıkamayacağı tartışılırken, İslamcı herhangi bir akımın böylesi bir kapasiteye erişebilmesi, en iyimser ifadeyle çok zordur.
Arap Baharı olarak anılan 2010 sonrası Arap halk ayaklanmalarının da gösterdiği üzere, Müslüman Kardeşler gibi ulusal sınırları aşan bir örgütlenmenin bile ulus-aşırı bir dinamiğe evrilme kapasitesine sahip olmadığı gibi, toplumlar içerisinde kimliğe dayalı ayrılıkları derinleştirdiği görülmüştür.
Hele ki, cihat gibi, tam olarak ne tür mücadele biçimlerini kapsadığı konusunda üzerinde uzlaşının da bulunmadığı kavramlar üzerinden, yerleşik uluslararası ve ulusal hukuk normlarınca meşru kabul edilmeyen şiddet biçimlerine başvurulduğunda ise, Filistin örneğinde olduğu gibi, halihazırda elde edilmiş mücadele kazanımlarının da bir çırpıda kaybedilmesi, dahası bir tür katliam kampanyası mümkün hâle geliyor ve bu durum uluslararası toplum tarafından da kayıtsızlıkla karşılanabiliyor.
İsrail ya da Avro-Atlantik seçkinleri, bunu biliyor. Yine de, bu politika, istikrarlı bir dünyadan çok, bölgemizde Avro-Atlantik hegemonyasının başka tür bir konjonktürde doğal müttefikleri sayılabilecek nitelikteki seküler toplumsal kesimlerin biçilmesine ve dolayısıyla, bu hegemonyanın kapasitesi zayıf fakat köktenci muarızları vasıtasıyla sürekli “terörize” edildiği bir kısır döngüye neden oluyor.
Tabii, yönetilebildiği sürece, bu tür bir istikrarsızlık, hegemonik bir bunalım ve karşı-hegemonik bir meydan okuma karşısında şayan-ı tercih kabul ediliyor olsa gerek.
OBAMA DOKTRİNİNDEN TRUMP DOKTRİNİNE ARAP DÜNYASI
Bu yapısal tercihin dışında, daha konjonktürel bir diğer tercih de Hamas’ın yükselişinin kaynakları arasındadır. Hamas’ın yükselişini, yol verilen bir Müslüman Kardeşler “offshoot’u” olarak, kabaca Obama doktrini diyebileceğimiz, ABD’nin askerî işgallerinin bu bölgede yarattığı ABD düşmanlığından ve bölge halkları nezdinde işbirlikçi ve yolsuz kabul edilen pek çok Arap yönetiminden aynı anda kurtulmanın bir yolu olarak, bu defa dışarıdan “demokrasi ihraç etme” değil, içeriden Müslüman Kardeşler “devrimleriyle” dönüşüm sağlama stratejisinin hazırlık safhası olarak düşünmek anlamlı olabilir.
Hamas’ın 2006’daki seçim zaferinin ardından, “Hamas’a bir şans verilmesi” yönünde Batı’dan pek çok çağrı yükseliyordu. Türkiye ve Katar, bölgede önce Hamas ve sonra genel olarak Müslüman Kardeşler öncülüğündeki yönetim değişikliği girişim ve süreçlerinde, dışarıdan değil içeriden dönüşümleri desteklemeye eğilimli Obama doktrini ile en çok uyum gösteren iki ülke olarak ortaya çıktılar.
Obama doktrininin yerinde çoktan yeller esmeye başlamış ve Arap Baharı’ndan ziyade Batı’da İslamcı Kışı’ndan söz edilir olmuşken bile, bu iki ülke bu çizgideki ısrarlarını sürdürdüler. Obama yönetimi, Arap ülkelerindeki yeni yönetimlerin elini kuvvetlendirme saikinin de katkısıyla İsrail’e mesafe koyarken, özellikle Türkiye’nin İsrail’e yönelik tutumu daha az rahatsız edici kabul ediliyordu.
El-Aksa Tufanı saldırılarına dek ise, konjonktür bambaşka bir yöne evrilmiş, adına Trump doktrini diyebileceğimiz bir fait accompli’ci bir yaklaşımla önde gelen Arap monarşileri İsrail’le yan yana getirilmiş ve iyi ya da kötü, İbrahim Anlaşmaları olarak bilinen karşılıklı diplomatik tanıma adımları atılmıştı.
Bu sürecin pervasızlığı, İsrail’e karşı Arap dünyasınca dillendirilen sorunların hiçbirinde bir iyileşme söz konusu değilken bu adımların atılması oluyordu.
Hamas artık bu tabloda daha bir eğreti duruyor ve belki de bu son saldırıları biraz da bu pervasızlık karşısında Filistinlilerin yaşadığı derin düş kırıklığını da yansıtıyordu.
İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik toptan cezalandırıcı son saldırıları sayesinde Hamas’ın bu çıkışı, dolaylı yoldan da olsa, Arap halklarının İsrail’e karşı duyduğu infial duygusunun tazelenmesiyle, İbrahim Anlaşmaları sürecinin, en azından bir süreliğine, donmasına da neden olmuş oldu.
Annesi İngiliz olan ve en Batı yanlısı Arap monarklarından sayılabilecek Ürdün Kralı II. Abdullah’ın bile, İsrailli yetkililer bir yana, ABD Başkanı Joe Biden ile bir araya gelmekten imtina ettiği bir dönem yaşanıyor.
HAMAS VE “TERÖR”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Hamas’ın “terör örgütü olmadığını” ileri sürdüğü TBMM’deki son parti grubu konuşmasını da, samimi düşüncelerinin yanı sıra, yaklaşan yerel seçimler öncesinde Filistin konusunda hassasiyeti bulunan muhafazakâr seçmen kitlesi ile Arap dünyasındaki yeniden yükselen bu İsrail karşıtı eğilim bileşkesiyle birlikte düşünmek daha doğru olabilir.
İsrail’in Gazzelilere yönelik toptan cezalandırıcı saldırılarına, Hamas’ın “terör örgütü olup olmadığı” tartışmasında taraf olmadan da karşı çıkılabilecekken, bu tür bir açıklamanın İsrail ve başta ABD olmak üzere, Hamas’ı “terör örgütü” olarak nitelendiren Batılı ülkeler kadar, Katar dışındaki, Hamas’a ve hatta genel olarak Müslüman Kardeşler’e pek de sıcak bakmayan Arap yönetimleriyle ilişkileri, rayından çıkarmasa bile, tatsızlaştıracağını öngörmek zor değil.
Diğer yandan, tüm bu ülkelerin de Türkiye’nin kendisini hedef alan terör örgütleriyle mücadelesini sorgulama ve eleştiriye tabi tutmaları muhtemel.
FARKLI “FİLİSTİN DAVALARI”
“Terör” meselesi bir yana, Hamas ve İsrail içindeki sivillere yönelik saldırıları söz konusu olduğunda, kafa karışıklığına neden olan esas etmen, aslında, Filistin davası güdenlerin değil, farklı farklı “Filistin davaları” güdenlerin mevcudiyetidir.
İsrail’e ek bir Filistin biçimindeki meşhur “iki devletli çözüm” savunucularının yanında, sayıları çok çok az olmakla birlikte İsrail ile Filistin’in tek bir devlet olması gerektiğini savunanlar ile sayıları bu sonuncudan kesinlikle daha fazla olduğu tahmin edilebilecek olan “İsrail’in bütünüyle yok edilmesi gerektiği” tezini savunanlar, en az üç farklı “Filistin davasının” bulunduğunu gösteriyor.
Hamas’a ve sivilleri de hedef alan son saldırılarına yaklaşım farklılığı, açıkça dile getirilmeyen bu yaklaşım farklılıklarından da kaynaklanıyor. İsrail işgali altındaki Filistin topraklarıyla ilgili daha önce zikredilen BM Güvenlik Konseyi kararları, Filistin davasını savunanların en temel hukukî dayanak noktası olagelmiştir.
Oysa, İsrail’in bu topraklardan çekilmesini, “BM Şartı’nın ilkelerinin yerine getirilmesinin, Ortadoğu’da âdil ve kalıcı bir barışın tesisini gerektirdiğini” belirten aynı 242 sayılı karar, bu çekilme şartını, böylesi bir barışın, uygulanışlarının dâhil olmasının gerektiği iki ilkeden biri olarak sayar.
Filistin davasını sahiplenenlerce pek zikredilmeyen bu ikinci ilke ise, “Tüm savaş yanlısı iddiaların veya durumların sona erdirilmesi ve bölgedeki her Devletin egemenliğine, toprak bütünlüğüne, siyasî bağımsızlığına ve tehditlerden veya güç eylemlerinden uzak, güvenli ve tanınmış sınırlar içinde barış içinde yaşama hakkına saygı gösterilmesi ve bunların tanınması” (BMGK, 242 sayılı karar, 1(ii)) olarak somutlaştırılmıştır.
Uluslararası sularda seyrüsefer özgürlüğü ile mülteci meselesinin çözümünün yanı sıra, yine “Askerden arındırılmış bölgelerin kurulması da dahil olmak üzere, bölgedeki her Devletin toprak dokunulmazlığının ve siyasî bağımsızlığının garanti altına alınması” ihtiyacını (a.g.k., 2(c)) da zikreder. Tabii, uluslararası hukuk toptan reddediliyorsa, zaten o zaman müzakere edilecek bir zemin de elde edilemiyor.
SEKÜLER SEÇENEKSİZLİK VE ISRARLA SEKÜLER SEÇENEK
Son olarak, seküler siyasetin, bölge ölçeğinde, Hamas’ın El-Fetih hilafında yükselişinde de cisimleşen gerileyişini, yalnızca birtakım elitlerin yapısal ve konjonktürel tercihleriyle açıklamak, hem Hamas hem de El-Fetih kadrolarının özne ya da faillik durumlarını ihmâl etme gibi analitik bir yanlışa sürükleyebileceği gibi, diğer yandan bölge ölçeğindeki seküler siyasetin, görece daha kamucu ya da ulusal kalkınmacı iktisat politikalarının kapitalizm içerisindeki doğal sınırlarına ulaşması sonucu karşı karşıya kaldıkları buhran karşısında önce uluslararası ve daha sonra küresel çapta hegemonik bir seçenek olarak kâh beliren kâh ise dayatılan neoliberal politikalar karşısında anlamlı bir alternatif koyamamış olduğu gerçeğini de göz ardı etmeyi beraberinde getirebilir.
Türkiye de bu durumdan azade değildir.
Seküler siyaset, bölge genelinde, ister “infitah” isterse de “yapısal uyum” ya da “istikrar programları” adı altında olsun, piyasa lehine ve fakat alt toplumsal sınıflar aleyhine politikaların, öznesi, ortağı ya da aleti olduğu ölçüde bu politikalar üzerinden üretemediği ilişkileri yolsuzluk türünden farklı enstrümanlar aracılığıyla üretmeye çalışmış, nihayetinde pek çok bölge ülkesinde ve FKÖ liderliğindeki Filistin Otoritesi’nin prestij kaybının başta gelen nedenlerinden biri olarak, alt toplumsal sınıflar nezdinde seküler siyasete telafisi çok zor güven ve saygı kayıpları yaşatmıştır.
Bugün Hamas’ın ve İran tarafından desteklendiği ileri sürülen diğer milis gruplarının bu ölçüde ileri gitmelerinde, küresel düzeyde neoliberal küreselleşme programı üzerinden ABD öncülüğünde sürdürülen Avro-Atlantik hegemonyasının hem küresel finansal buhran ile tökezleme emareleri göstermesi hem de Çin karşısında irtifa kaybediyor gibi bir izlenim vermesi kadar, bölgesel ölçekteki bu derin ve hazin seküler seçeneksizlik de pay sahibidir.
Yine de, Türkiye dâhil bölge ölçeğindeki seküler siyasetin neoliberal Avro-Atlantik hegemonyası karşısında bir alternatif program ortaya koyamadığı ne kadar sarihse, kendini kimlikler üzerinden tarif eden, üstelik meşru olmayan mücadele biçimleriyle, Filistin örneğindeki gibi, belli mücadele alanlarında eldeki kazanımları da riske atan hegemonik kapasiteleri çok daha sınırlı siyaset tarzları karşısında, ulusal ve uluslararası düzeylerde, dünyevî ve evrensel değerlere yaslanan popüler politik programlar üzerinden örülebilecek çok daha ciddi bir karşı-hegemonya potansiyeli barındırdığı da bir o kadar sarihtir.
Çok Okunanlar
2025 asgari ücret için işverenin beklentisi ve yeni rakam belli oldu
Gelinim Mutfakta 12 Aralık puan durumu: Çeyrek altını bugün kim aldı?
Fatih Altaylı, Sözcü’deki istifaların perde arkasını anlattı
“Batı Kürdistan” kimin olacak? - II
Bugün kimin maçı var? 12 Aralık Perşembe Avrupa Ligi’nde bugün hangi maçlar var?
Suriye’de nasıl bir rejim kurulacağını görmek için Reyhanlı’ya gidin!
Bugün hangi burçlarda değişim var? 12 Aralık günlük burç yorumları
Cihatçı teröristlerden, “ılımlı İslamcı” çıkar mı?
2024 kamu personeli alım ilanları yayımlandı: KPSS’li ve KPSS’siz başvuru
Malmö-Galatasaray maçı Muhtemel 11'ler! Malmö-Galatasaray ne zaman, saat kaçta?