Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,2401
Dolar
Arrow
34,4862
İngiliz Sterlini
Arrow
43,5545
Altın
Arrow
2962,0000
BIST
Arrow
9.550

Din (2)

İbn-i Rüşd ile Gazali’nin öğretileri arasındaki mücadeleyi Gazali’nin kazanmış olması, tüm İslam aleminin kaderinde belirleyici olmuştur.

Dinin akıl ve bilim yolu ile yorumlanması reddedilmiş, vahiy tek ve değişmez kaynak kabul edilerek din-bilim çatışmasının yolu açılmıştır. 

Gazali’ye göre bilim, zaman kaybıydı ve Tanrı’nın rızasına aykırıydı. “Kuran ise herşey, kapsayan bir Okyanustu”. Kuran dışı bir bilgi ve bilim arayışına girmek, Allah’ın emrine karşı gelmekle eş değerdi.

Böylece Ortacağ Avrupası’nda Kilisenin yaptığı “Kitabı Mukaddes tüm bilgileri kapsar” dayatmasının benzeri, Gazali öğretisi ile İslam’a da egemen kılınmıştır.

İslamiyetin ışığında yetişen ve Avrupa aydınlanmasında etkin olan Müslüman bilim insanları, giderek yerlerini mollalara ve bilimsel düşünceden uzak kadrolara teslim etmeye başlamıştır.

ULEMA

Ulema, İslam’da din alimlerinden oluşan sınıfa verilen isimdir. 

Osmanlı’da Ulema sınıfı  “İlmiye” adıyla devlet kontrolünde örgütlü bir yapıya sahipti. Başında Şeyhülislam yer alırdı.

Yetki alanı eğitim ve yargı idi. Şeriatın doğru biçimde uygulanmasından sorumluydu.

Şeyhülislam’ın yetkileri Yavuz Sultan Selim döneminden sonra farklı bir boyut kazanmıştı. Şeyhülislamların, Padişahların hem dinlerini hem de dünyevi işlerini gözetmekten sorumlu oldukları bir konuma yükseltilmeleri ile  devlet hiyerarşisi içinde çok yüksek bir makam elde etmişlerdi.

Ortaçağ Avrupa’sında Papalığın ve Kilisenin etki gücünün artıran Rahipler Ordusu gibi, Şeyhülislamların da toplumda fetvalarının gücünü artıran bir Ulema ve din adamları ordusuna sahip bulunduğunu kabul etmek gerekir.

Osmanlı’da eğitimin çok dar bir alana yayılmış olması, okur-yazarlığın, Payitaht’ın bürokrasisi ve azınlıklarla sınırlı olması, inançlar üzerinden toplumu yönetmeyi ve yönlendirmeyi, yüzyıllar boyunca kolaylaştırmıştır.

Dini, hurafe – korku - ibadet ekseninde algılayan yaygın kitlelerin bilimsel gelişmelere tepkili olmaları da olağan kabul edilmelidir.

Osmanlı’da III. Murat döneminde kurulan Gözlemevi de bu durumun bir örneği olmuştur.

1574’de Takiyüddin bin Mehmet adlı gökbilimci ve matematikçinin girişimleriyle Tophane sırtlarına bir gözlemevi inşa edilmişti. Avrupa’daki çalışmalarla eş zamanlı olması çok önemliydi. Ancak o yıllarda başlayan veba salgını ve deprem, halk arasında korku yarattı. Bu korku gerici odaklarca kışkırtıldı ve bunların nedeni olarak gözlemevi gösterildi. 

Gözlem yapanların Meleklerin bacaklarına baktıkları iddiaları yaygınlaştı.

Ardından Şeyhülislam’dan şöyle bir fetva geldi;

“Gözlem yapmak uğursuzluk getirir. Meleklerin sırlarını küstahça anlamaya çalışmanın vahim sonuçları çok açıktır. Gözlem yapılan hiçbir memlekette işler yolunda gitmemiş ve devlet yapısı mutlaka zelzeleye uğramıştır.”

Fetvanın ardından Gözlemevi, 1579’da denizden yapılan top atışı ile yıkıldı.

Hurafe, bilimi yenmişti. Bilim uzun yıllar bu esarete boyun eğecekti.

Bilimsel eğitim vermek için açılan okullar kapatılacak, Darülfünun kimi zaman kapatılıp, kiminde binaları ateşe verilecek, gerici isyan ve ayaklanmalarla tüm yenileşme hamleleri baltalanacak, yenilik yapan padişahlar tahttan indirilecek ve din adına her türlü kötülük ve kin sahne almayı yıllar boyu sürdürecekti.

 Osmanlı ilerleyen yıllarda Nakşidendi Tarikatı Şeyhi Marmaravi’nin sözleri ile uyumlu bir çizgi izleyecekti.

Ne demişti Marmaravi ?

AKIL FRENGİSTAN’IN OLSUN. BİZE SALTANAT-I OSMANİ YETER

Oysa akıl ve bilimin dışlanması Osmanlı saltanatının da sonunu getirecekti.

 Ulema sınıfı, dini kendi çıkarlarını ve gücünü korumak doğrultusunda kullanarak  tüm reformlara karşı çıkacak, imparatorluğun çöküşünde  önemli bir rol oynayacaktı.

Dini halktan gizlemek için öncelikle Kuran’ın halka ulaşımını da engellemek gerekmişti.

Halkın dinini öz kaynağından öğrenmesi bağnazlıkla mücadele için çok önemliydi. Ancak Kuran sadece el yazması olarak vardı ve Arapçaydı. Okur yazar olanların bile Kuran’a erişimi çok zor ve pahallıydı. Hatta Medrese öğrencilerinin bile elinde Kuran yoktu.

III. Ahmet döneminde Osmanlı’da ilk matbaa kuruldu (1729). İbrahim Müteferrika ilk matbaayı  Avrupa’dan tam 277 yıl sonra kurabilmişti.

Ancak Kuran, Tefsir, Fıkıh, Kelam gibi dini metinlerin basımı yasaktı.

Matbaa kurulduktan 146 yıl sonra, 1871 yılında Kuran’ın el yazması taş baskısının yapılmasına izin çıktı. Matbaa baskısı ise ancak 1873’de yapıldı. Yani Matbaanın icadından 423 yıl sonra Osmanlı’da Arapça Kuran matbaada artık basılıyordu.

Kuşkusuz halk için ifade ettiği anlam, alıp duvara asmaktan öte değildi. Çünkü okur-yazarlık oranı % 3-4 olan ve Arapça anlamayan Türk halkı, okusa da sadece kutsal bir armoninin duygusallığının ötesine geçemeyecekti.

1914’de bazı ayetlerin Türkçeye çevirisi yapıldı. 

Peki ne oldu? Şeyhülislam Mustafa Sabri, hani Mustafa Kemal Paşa’ya ölüm fetvası veren şu kişi, kükredi…

“ Sıradan halk Kuran’ı anlayacak ehliyete sahip değildir. Ancak Ulema halka anlatabilir” dedi.

Oysa Allah Kuran’ı halka, okusunlar, anlasınlar ve Ona göre yaşasınlar diye indirmemiş miydi?

Vahiyin ilk ayeti “Ikra” yani “OKU” değil miydi?

Kuran’da;

 “ Biz onu Arapça bir Kuran olarak indirdik ki anlayasınız”(Yusuf 12)

“ Ey Muhammed, biz öğüt alırlar diye Kuran’ı senin dilinde indirdik. Kolayca anlaşılmasını sağladık”(Duhan 58) 

Yazmıyor muydu?

Kuran’ın Türkçe tefsirinin yapılarak halka ulaşmasını Atatürk sağladı. 

 En bilgili ve güvenilir kişi olduğu saptanan Elmalılı Hamdi Yazır görevlendirildi. Tefsir çalışmasına 1926’da başladı. 11 ciltlik tefsir 1938’de tamamlandı ve basıldı. Atatürk Tefsirin yazılması sürecine maddi katkıda bulundu. Ardından Peygamber’in sözleri olan, doğruluğu kabul edilmiş  Hadisler “Sahih-i Buhari” adıyla yayınlandı.

Böylece İslam dini en saf, doğru ve temiz haliyle halkla buluşturuldu.

Dini kendi tekelinde tutmak ve gücünü bilinmezliğin gizeminden alarak, hurafelerle hegemonyasını sürdürmek isteyen din bezirganları etkisiz kılındı. 

Laikliğin kabulü ile Din, kendi küçük iktidarları için kin ve fesatlık üreterek, insanları cehalete mahkum edenlerin ve inancı korkuyla besleyenlerin tekelinden kurtarıldı.   

İktidar gücünü kaybeden din sömürücüleri ise hala Atatürk’ü hedef almayı ve Toplumsal aydınlanmanın engellenmesi için Arapça Kuran dayatmasını sürdürüyor.

Kendisini Milliyetçi-Türkçü olarak tanımlayıp, Arapça Kuran/ Ezan dayatması yapanlara da  Ziya Gökalp’den seslenelim;

Bir ülke ki camisinde Türkçe ezan okunur

Köylü anlar manasını namazdaki duanın

Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur

Küçük, büyük herkes bilir, buyruğunu Hüda’nın

Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın.

Gerçekler apaçık ortadadır;

 Atatürk sadece Türk Vatanını değil,  Dinini de siyasetin ve hurafenin esaretinden kurtararak özgürleştirmiş, Ulusuna, inancını vicdanında ve anlayarak yaşama sorumluluğunu hak görecek  kadar da güvenmiştir.

Ne yazık ki Din, günümüzde yeniden siyaseten tutsak alınmıştır. Bu tutsaklık son bulmadan Aydınlanma’yı beklemek boşuna olacaktır.