Cumhuriyet değerlerinin yıpratılmaya çalışılmasını kaygı ile izleyen milyonlarca insan, yıllardır temel sorunun eğitimsizlik olduğuna vurgu yapmayı sürdürüp durur.
AKP iktidarı ile birlikte bu kaygı artarken, durumun tarihsel bir analizine yönelmek yerine iktidarın değişmesine bel bağlamayı yeğleriz.
Oysa günümüzde “eğitimsizlik” vurgusu önemini tümüyle yitirmiştir. Halkın % 99’unun okur yazar olması bir yana 25-34 yaş grubu gençlerin %45’i üniversite mezunudur.
O halde yaşadığımız sonucun dayandığı nedenlerin tarihsel bir dökümünü yapmaktan kaçınmamak, yapılan hataları düzeltmenin yollarını aramak gerekir.
Bugün yaşamakta olduklarımız, yılların biriktirdiklerinin bir sonucu olabilir mi?
Nedenleri ararken Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar uzanmak, genç Cumhuriyetin devraldığı sosyo- ekonomik, kültürel yapıya hatta bireysel algıların toplumsallaşmasının sonuçlarına bir göz atmak yararlı olacaktır.
Yaşananlar bize, “Kişilerin arkasından gitmek, fikirlerin arkasından gitmekten daha kolaydır” sözünün ne denli haklılık içerdiğini işaret etmektedir.
Bugün yaşadıklarımızın doğru bir analizini yapmak için önce Anadolu’nun sosyal, kültürel, ekonomik koşullarına bir göz atalım.
Cumhuriyetin ilk yıllarında halkın sadece % 8,6’sı okur yazardı. Bunların yaklaşık % 60’ını ise azınlıklar oluşturuyordu.
Halkın % 75,8’i köylerde yaşıyordu. Feodal yapılar altında ezilen yoksul ve cahil bir halkın yoğunlukta olduğu bir ülke devralınmıştır.
1941 nüfus sayımı sonuçlarına bakıldığında köylü nüfusta önemli bir değişim olduğu söylenemez. ( % 75,6). Ancak okur yazar oranı % 27’ye yükselmişti.
Özetle genç Cumhuriyetin yüzyıllar boyunca kendisi dinsel kimlikle tanımlamış, ulus bilincinden yoksun, eğitimsiz ve muhafazakar, bulaşıcı hastalıklar pençesinde kıvrananve çok yoksul bir köylü toplumu ile bir Yeniden Doğuş Hareketi başlatmak zorunda kaldığı ortadadır.
Cumhuriyetin ilanı ile üst yapı devrimleri yapılmış, pozitif hukuk sistemi yasalarla yürürlüğe sokulmuş, kurumsallaşılmış, eğitim reformu yürürlüğe girmiş, laik devletin alt yapısı oluşturulmuş, devlette görev alacak kadrolar yetiştirilmiş ve cumhuriyet öğretmenleri ile Devrim ruhu kırsala sızmaya başlamıştı.
Ancak alt yapı devrimleri tamamlanamamıştı.
Köylünün yoksunluğu ve kırsal cehalet henüz kırılamamıştı. Yaşadığı zorlukların üstesinden gelmek için tek sığındığı, kendini yüzyıllar boyu ifade etmeye alışık olduğu dinsel kimliğinin ürünü olan inancıydı.
Prof.Dr. Mümtaz Turhan 1936-1948 yılları arasında sürdürdüğü, kültür değişimlerini inceleyen araştırmasında Erzurum ve Kars arasındaki köylerdeki durumun “din” ekseninde şaşırtıcı olduğunu gözlemlemişti.
Turhan’ın; “eskiden, din düşüncelerin merkezinde bir yer işgal edip, hareketlerin ana nedenlerini oluştururken, bugün din artık kollektif bir mesele olmaktan çıkmış, tamamiyle ferdileşmiştir” saptaması çok önemliydi.
Turhan, “köylünün laik eğitime yaklaşımının da çok olumlu olduğunu, eskiden nam salmış din hocalarının artık köylü tarafından istenmediğini, cumhuriyet öğretmenlerine hayranlık duyulduğunu” anlatmaktadır.
Köylü, kara ve demiryollarının yapımından, Devlet Çiftliklerinden, ürünlerini depolama olanağı yaratan Toprak Mahsulleri Ofislerinden, sağlık konusundaki gelişmelerden, salgın hastalıklarla mücadeleden ve en önemlisi refah ve güvenlik artışından memnundur.
Bu araştırma bulguları, 1935-1948 yılları arasında Devrimlerin köylerde olumlu etkileri olduğunu ortaya koyması bakımından çok değerlidir. Devrim yavaş da olsa köylü ile buluşmaya başlamıştır.
Ancak köylünün beklentisi de büyüktür. Aşiretlerin egemenliğinin kırılması, işleyecek kendi toprağının olması özetle Toprak Reformunun yapılmasını da özlemle beklemektedir.
Ne yazık ki, Mustafa Kemal Atatürk’ün, köylünün deyimiyle “Sarı Paşa’nın” bu vaadi gerçekleşemedi. Atatürk, hasta yatağında hazırladığı ve TBMM’de okunan son Cumhuriyet Bayramı nutkunda da adeta bir vasiyet gibi bu isteğini tekrarladı. Ancak feodal yapının Meclisteki uzantıları buna izin vermediler.
1929 Dünya ekonomik krizini ve ardından patlayan II. Dünya Savaşının yarattığı ekonomik sorunlar alt yapı devrimlerinin hızını keserken, Köy Enstitülerinin kapatılması Aydınlanma Devriminin tamamlanamaması ile sonuçlandı.
Milletin % 75’ini oluşturan köylü ile kent burjuvazisi arasındaki uçurum giderek büyüdü. Ortaya çıkan “İKİLİ YAPI” giderek kalıcı hale dönüştü. Cumhuriyetin Kültür Devrimi kentlerle sınırlı kaldı.
TÜRK RÖNESANSI, Önder’ini kaybedince geri sayım başladı.
Cumhuriyet Aydını
Burada en önemli görev kuşkusuz Cumhuriyet aydınına düşüyordu. Ondan beklenen; yalnızca bilgi üretmekle kalmayıp, bu bilgiyi halkla buluşturması, kamusal bir sorumluluk duygusu ile geleneksel olanla çağdaş olan arasında bir köprü görevi üstlenmesiydi.
Şimdi 20 Mart 1923’e dönelim ve Atatürk’ün ünlü Konya nutkunda Gençlere neler söylediğini anımsayalım;
“İslam alemi iki sınıf ayrı heyetten oluşur. Biri çoğunluğu oluşturan avam, diğeri azınlığı oluşturan münevver(aydın).Bu iki sınıf arasında tam bir zıtlık ve muhalefet vardır. Aydın sınıf, asıl kitleyi (halkı) kendi hedefine sevk etmek ister. Halk ise aydına tabi olmak istemez. Aydın sınıf telkinle, doğru yolu göstererek halkı iknaya muvaffak olamayınca halka tahakküme, kibirlenmeye başlar, halkı baskı altına almaya çalışır.
Başarılı olmak için aydın sınıfın halka telkin edeceği düşüncelerin halkın ruh ve vicdanından alınmış olması gerekir…
Biz cahil dediğimiz zaman mutlaka mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, gerçeği bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okuma bilmeyenlerden de gerçeği gören hakiki alimler çıkar…”
Atatürk Osmanlı münevverini eleştirirken, Cumhuriyet aydınından ne beklediğini de ortaya koymuştu.
Kuşkusuz Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkenin “aydın” kadroları çok sınırlıydı. Çoğunluğu eski askerlerden, meclis üyelerinden, yeni tüccarlardan, öğretmenler ve bürokratlardan oluşan aydın sınıfının tümüyle Cumhuriyetin ruhu ile özdeşleştiğini iddia etmek de zordu.
Kimi bilinçli ve gerçek devrimcilerin yanısıra, devrimi kendi yaşam biçimlerimdeki “Avrupai değişim” olarak algılayanların, yeni zenginlerin, lüks ve şatafat düşkünlerinin varlığı da inkar edilemezdi.
Bu ikinci grup, kendilerini devletin ve gücün sahibi olarak görüyor, kentlerden başlayarak Anadolu’ya yayılan “İKİLİ YAPI” nın derinleşmesinde önemli rol oynuyorlardı. Bunun yanısıra halkı küçümseyerek,Atatürk’ün yukarıda yer alan sözlerindeki gibi “kibir ve baskıcılığı” olağanlaştırıyorlardı.
Atatürk’ün Halka verdiği önem ve değeri, duyduğu saygıyı yozlaştırma süreci o yıllarda başladı.
DEVRİM TAMAMLANAMAMIŞTI. Atatürk’ün erken kaybı açılan yaraların sarılmasına zaman bırakmadı.
Kent burjuvazisi ile köylü arasındaki uçurum giderek derinleşti. “Milletin Efendisi” olmayı bekleyen köylü, kent burjuvazisinin kibiri altında ezilerek düş kırıklığına uğradı.
Oysa, “Hiç okuma bilmeyenlerden de gerçeği gören alimler çıkar” demişti Atatürk.
Osmanlı Devletinde sadece savaşlarda hatırlanan, insan yerine konulmayan köylü, yaralarını saracak Cumhuriyetin yarattığı yeni “mütegallibe” karşısında kendini yeniden aşağılanmış hissetmeye başlamıştı. Artık “biz” ve “onlar” vardı. “Üst tabaka” ve “Alt Tabaka” vardı.
Bu algı giderek yaygınlaştı. Kente göçün hız kazanması da algıyı kentlere taşıdı.
Atatürk’ün Florya Köşkünde masasında misafir edip, tüm bakanları toplayarak öküzünün vergi olarak alınmasına neden olan İcra İflas Yasasını değiştirttiği Küçükçekmece köylüsü unutulmuştu. Tıpkı ilk kadın milletvekillerinden olan Kazan köylüsü Satı Kadının unutulduğu gibi…
Din Tüccarları
Din tüccarları devreye girmekte gecikmedi. Muhafazakar Anadolu halkını Cumhuriyet değerlerine karşı kışkırtmaya ve bunu siyaset rantına dönüştürmeye başladılar. Cumhuriyetçileri, Atatürk’ü “dinsiz”, laikliği “dinsizlik” ilan ettiler. Yaşam biçimi bu ülkede yüzyıl siyaset konusu oldu. Dinsel kimlikten ulus kimliğine geçiş sürecini sabote etmeye çalıştılar. Siyasetçiler; Feodal yapının temsilcileri ve gerici tarikatlarla işbirliğine girdiler.
Atatürk’ün sadece vatanı ve milleti değil, dini de kurtardığını halka unutturmaya çalıştılar. Düşmanla işbirliği yapan Halife Sultan’ı kutsadılar.
Oysa halkı gerçek dini ile buluşturan Atatürk’tü. Avrupa’dan tam 277 yıl sonra matbaayı kurabilen Osmanlı, İbrahim Müteferrika’nın kurduğu matbaada İslam’ın Kutsal Kitabını basarak halkla buluşturmak için 147 yıl daha beklemek zorunda bırakılmıştı. Ulemanın, şeyhlerin, cahil imamların tekelinde bırakılan ve hurafelere kurban edilen İslam dinini, kendi dilindeki Kuran tefsirini yaptırarak halkla buluşturan Atatürk olmuştu.
Hakkında ölüm fetvası veren işbirlikçi ve hain Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’nin dine çaldığı karayı temizleyen Cumhuriyet’in ilk Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi olmuştu.
Atatürk’ün cenaze namazının nerede kılınacağı kendisine sorulduğunda; Rıfat Börekçi;
“Mustafa Kemal Atatürk’ün cenaze namazı, tertemiz hale getirdiği vatan toprağının her yerinde kılınabilir” sözleriyle gönüllere işlemişti.
İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden bir gün önce (14 Mayıs 1919) İzmir Valisi İzzet Bey’in halkı sükunet ve tevekküle çağırmasına, İzmir Müftüsü Rahmetullah Efendi karşı çıkmış ve sakalını işaret ederek, “Vali Bey, bu sakal kanımla kırmızıya boyanabilir. Fakat alnımda Yunan alçağını sükunet ve tevekkülle karşılamış olmanın karasıyla huzur-u ilahiye çıkamam” diye haykırarak, tüm camilerde sela verdirip halkı durumdan haberdar etmişti.
İşgale karşı birçok Anadolu kentinde ( Denizli, Konya, Afyon, Acıpayam, Şarköy, Erzurum, Bursa vs) halkı harekete getirmek üzere düzenlenen mitinglere öncülük eden o illerin Müftüleri olmuştu.
Hatta Atatürk Samsun’a çıktığında Havza’da düzenlenen bir mitingde bölgedeki İmamlardan Sıtkı Hoca’nın konuşmasını isterken çevresindekilere “Halk, Mustafa Kemal’in değil, Sıtkı Hoca’nın dilinden anlar” diyerek din adamlarına verdiği önemi ortaya koymuştu.
Ancak bunları halka anlatmak, hatırlatmak, onların ruh ve vicdanına, onların dilinden konuşarak aktarmak kimin görevi olmalıydı?
BUGÜN
Geçmişteki hataların yükünü taşıyoruz. Artık nüfusun sadece % 17,2’si kırsal alanda yaşıyor. Köyler kentlere taşındı. Kent kökenliler azınlık oldu. Kentler muhafazakarlaştı. Yeni bir sosyoloji ile karşı karşıyayız.
Geçmişin yaralarını kaşıyarak din sömürüsü ile yol alan iktidar partisi, yeni bir “kibirli kuşak” yaratıyor.
“İktidar gücü bende”, “devletin sahibi benim” diyen bu kuşak maddi koşullarından bağımsız olarak “statü kazanmanın” hazzı ile iktidara destek veriyor. Muhafazakar zenginlerin dışında kalanların hatta ekonomik darlık çekenlerin bu desteğini anlamakta zorlanıyoruz.
Oysa onlar “ iktidarın gücünü paylaşmaya”, “kazandıklarına inandıkları sosyal statüye” , “kendilerinden olduğuna inandıklarına” oy veriyorlar. İkinci sınıf vatandaşlıktan, birinci sınıf vatandaşlığa terfi ettirilmelerine oy veriyorlar. Dinin kibrini kendilerine yaşatana oy veriyorlar. Hatta bunu yaparken ahiret yaşamlarını güvenceye aldıklarına inanıyorlar. Yaşadıkları zorlukları teslimiyetle aşacaklarını ve bunun bir sınav olduğunu düşünüyorlar.
Tüm bunları kaybetmekten korkuyorlar.
Bu yeni sosyo-kültürel yapıyı anlamak zorundayız.
Kendilerini Atatürkçü ve Cumhuriyetçi olarak tanımlayan kesimin de kaygıları büyük. Yeni ve kibirli Muhafazakar mütegallibenin Devrimleri tek tek ortadan kaldırışını, Atatürk ilkelerine açtığı savaşı, gizliden süregelen Atatürk düşmanlığını ve laikliğe olan yüzyıllık kini besleyişlerini öfke ve endişe ile izliyorlar.
Artık sorunun sadece eğitimli / eğitimsiz ayırımına veya dağıtılan ekonomik desteklerle bağlanamayacağını görmenin zamanı gelmiştir. Muhafazakar tabanın kültürel yapısı ile Çağdaş kesimin kültürel yapısı, yaşam biçimlerini de beraberinde taşıyan ikili bir yapı olarak ortadadır.
Halk ile Cumhuriyet aydını arasındaki duvarı yıkmak ve ruhumuzun derinliklerinde pusu kuran yüzyıllık kibir kırıntılarını aşabilmek için Atatürk’ün Halkçılığına ve Millet sevgisinin yaydığı ışığa daha çok sarılmaya ihtiyacımız var.
Milletimizin Atatürk’e duyduğu büyük sevgi ve güveni onun ilkelerinin savunucusu olan Cumhuriyetçilerle bütünleştirmeye çaba göstermek için önyargılardan arınarak yeni bir yol aramak mümkün…
Onun düşüncelerini hedefe ulaştırmak ve laik Cumhuriyeti yeniden inşa etmek için belki de kendimizle hesaplaşmaya, öfkelerimizden arınıp birbirimizle barışmaya muhtacız.
Çok Okunanlar

Dünyanın en güzel 40 ülkesi belli oldu!

İmamoğlu'ndan dikkat çeken DEM, DEVA ve Gelecek çıkışı

Midas kapitalizmi!

Türkiye'nin en zengini artık Murat Ülker değil

Enflasyon düşecekmiş: Kendi söylediği lafa inanmayanlar

Doktora tezleri de şebeke tarafından sabunlaştırılıyor

Atatürk bunları söylerken bu günü mü kast etmiş?

Dilan Polat intihar girişiminde bulundu iddiası yalanlanmıştı

Ali Mahir Başarır, '200 TL' üzerinden Cumhurbaşkanı Erdoğan'a seslendi

Annesinin cesediyle 1 ay yaşadı