Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
37,6648
Dolar
Arrow
33,9136
İngiliz Sterlini
Arrow
44,6300
Altın
Arrow
2790,0000
BIST
Arrow
9.685

Amartya Sen ve kapitalizm

        Bugünkü yazıyı, geçtiğimiz günlerde  Amartya Sen bağlamında fevkalade yararlandığım harika bir yazı yazmış olan değerli meslektaşım Reyhan Küçük’ün yazısına ilişkin ufak bir not olarak, sadece birkaç konuya değinerek oluşturmak istiyorum. Bu yazı nedeniyle Sayın Küçük’e teşekkür ve saygılarımı sunuyorum.

            Yazının özü ile ilgili bir şeyler söylemeye gerek yok, zira yazı Sayın Küçük’ün metninde çok açık ve öğretici idi. Ben burada, Amartya Sen ve benzeri toplumsalcı düşünürler hakkında bir iki laf ettikten sonra, konuyu Türkiye’ye getirmek istiyorum.

Önce bir arazi temizliği yapmamız gerekiyor. Oldukça kısa olan kapitalizm tarihinde iki dönemde sosyal demokrasi aralığı yaşanmıştır. Bunlardan birincisi, 19. yüzyılın ikinci yarısında Prusya diktatörü Otto von Bismarck tarafından kabul ve ilan edilen sosyal devlet anlayışıdır.

Aslında Bismarck hiç de sosyal adalet duygusu yandaşı değildi, kaldı ki, dönem de sosyal politikaların yeryüzüne saçıldığı bir zaman değildi. Peki, bu katı devlet adamını durup dururken sosyal politikalara iten faktör neydi?

Döneme baktığımızda bir başka ilginç olayın cereyan ettiğini görüyoruz, o da 1871 tarihinde 18 Mart’tan 28 Mart’a kadar sürdürülebilen, 10 gün için Paris’in işgal edilerek komünyal sistemle yönetimidir. Gerçi on gün gibi çok kısa sürmüş ve çok kanlı bastırılmış olan Paris Komünü tüm dünyayı ve tabii ki Otto von Bismarck’ı da derinden etkilemiş, hatta düşündürmüştü.

İşte böylece oluşan birinci sosyal demokrasi ya da sosyal devlet politikalarının uygulandığı dönem olarak anılan Bismarck dönemi tabii ki çok önemli bir deneyimdir, insanlığa da çok şey katmıştır. Fakat bu ilginç ve yararlı dönemin etkisi uzun sürmedi, İngiltere dışında hemen hemen hiçbir kapitalist ülkede ciddi sonuca yol açmadı, bugüne de bu olay sadece bir deneyim olarak hafızalarda yer almaktadır.

            Sosyal devlet konusunda ikinci deneyim İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde, 1948-50’lerde başlayan ve 1973’lerde sönümlenen Avrupa sosyal demokrasi deneyimidir. Bilindiği üzere, İkinci Paylaşım Savaşı’nda Stalin’in orduları faşist Hitler’in güçlerini mağlup edip, Polonya da dâhil Avrupa’nın ortalarına kadar ilerleyip, bazı ülkeleri de Komünist bloğa katınca dünya tam bir panik yaşadı.

Zira komünizm en güçlü dönemini yaşıyor, kapitalist dünya ise, 1929 yılında ikinci büyük krizini yaşadıktan ve bir genel savaş geçirdikten sonra tamamıyla bitkin vaziyette idi. Bu savaşla kapitalist dünyanın hegemonyası İngiltere’den ABD’ye geçiyordu.

Nitekim 1944 Bretton-Woods görüşmeleri ve bu görüşmelerin günümüze dek süren kararları, Doların referans para olması vb gibi kapitalizmin bir dizi raylarını döşüyordu. İşte bu dönemde, Bretton-Woods toplantıları kararlarında da görüldüğü üzere, kapitalizmin ağa babası olan ABD ünlü Marshall planı ile Avrupa’yı ve tün kapitalist dünyayı kalkındırma görevini üstlendi.

Savaşta yıkılmış Avrupa’da know-how ve teknoloji vardı, olmayan kaynaktı ki, bunu da ABD sağlayınca Avrupa ülkelerinde dünya yazımına “Altın Çağ” olarak geçen bir refah ve sosyal devlet politika dönemi hüküm sürdü. 

Üretim hızla yükseldi, emekçi ücretleri ve sosyal haklar çok üst düzeylere çıktı, kısacası yaklaşık 25 yıllık sürede bir tür bolluk ve refah dönemi yaşandı. Bu dönemde izlenen ekonomi politikalarının teorik temelini, Keynes’in 1936 yılında yayınlanmış olan Genel Teori kitabı oluşturuyordu.

Ekonomi tarihinde bu dönem ikinci sosyal demokrasi dönemi olarak anılır. Kimi Marksistler bu dönemleri sermayenin çevrimsel hareketleri olarak da yorumlarlar.

Her ne ise, bu güzellikler yaşanmıştır. Fakat her güzel şeyin sonunun gelmesi gibi, 1970’lere doğru ve onu izleyen yıllarda Avrupa ülkelerinde kâr oranları gerilemeye ve işsizlik oranı yükselmeye başladı ve ikinci sosyal devlet ya da demokrasi dönemi sonlanmaya yüz tuttu.

Kısacası, başka bir yazıda detaylarının daha etraflıca verilebilecek olan bu dönem de böylece sönümleniyordu. Nitekim bugün Avrupa’nın sosyal demokrasi geleneği bu dönem uygulamalarından gelmektedir. Ne var ki, kapitalizmin genel çöküşüne koşut olarak Avrupa’nın kadim(!) sosyal demokrasi geleneği de artık bel vermeye başlamıştır.

            Kapitalizm tarihi incelendiğinde, sosyal devlet politikaları anlayışı ya da sosyal demokrasi uygulamalarının başlıca iki sebepten ortaya çıktığı görülür. Bunlardan birincisini, sözü edilen her iki büyük deneyinde de görüldüğü üzere, yükselen sosyalizm ya da komünizm korkusuna karşı sistemin koruyucu kalkanını oluşturmak endişesi olmuştur.

Kısacası, sermaye sisteminin tehlikeye maruz kaldığı her dönemde, daha büyük maliyet ve yıkıntı, hatta servet kaybından kaçınabilmek için sermaye daima pay vermeye razı olmuştur.

Bu refleks komünizme karşı korunma savaşı maliyetini asgari düzeye çekme refleksi olarak değerlendirilebilir. Sermaye, politik mücadelelerin sakin dönemlerinde sömürdüğü emekçiyi ve genel halkı çeşitli metodlarla oyalamaya çalışır, fakat işlerin çok sıkıştığı dönemlerde ise bir parmak bal ile sorunu olabildiğince baskılamaya ve/veya ertelemeye çalışır.

Nitekim bu konuda önemli yorum yapan Althusser de ezilenlerin uyutulması için, önceleri aile, eğitim, din vb gibi devletin ideolojik aygıtlarının, bunların aşıldığı yerlerde ise polis, yargı, hapis vs gibi baskı aygıtlarının devreye girdiğini anlatır.

            Sosyal devlet politikaları uygulamasının ikinci sebebi de bizzat sermayenin piyasa gereksinimidir. Sosyal demokrasi uygulamasının temel mantığı gelir dağılımının piyasa dağılımından daha düzgün ya da sosyal vicdana uygun olması esasına dayanır.

Veri gelir düzeyinde gelirin yeniden ve daha adil olarak dağıtılması, düşük gelirlerin tüketim eğiliminin yüksek gelirlilerden daha yüksek olması nedeniyle,  iç piyasalar üzerinde genişletici etki icra eder.

Piyasaların genişlemesi sermayenin ürünlerini satarak kâr sağlama alanını genişletir. Nitekim 1950-73 aralığında Avrupa’da yükselen sosyal devlet politikalarının başarılı olması salt yıkılmış fabrikaların ayağa kalkması ile değil, aynı zamanda yükselen üretime piyasa oluşturabilecek şekilde emekçi gelirlerinin artmasıyla piyasaların genişlemesine de bağlıdır.

Kısacası yükselen arzı soğurtabilecek talep oluşmadıkça sistem genişleyemez, tam tersi daralır ve bunalıma sürüklenir. Türkiye’de görece sosyal demokrasiye yatkın olarak nitelenen 1961 Anayasası’nın mantığı da aynıdır.

Zira ithal ikameci ve korumacı politikalara yönelen ülkede yükselen üretimi absorbe edecek piyasa oluşumu ancak emekçi haklarının görece genişletildiği sosyal devlet politikaları ile olasıdır.

            Sosyal devlet politikalarının oluşum sebebi ve işleyiş şeklinin anlaşılabilmesi, kapitalist/burjuva devlet yapısı ve işleyişinin irdelenmesini gerektirir. Burjuva devlet modeli halk devleti değil, sermaye devletidir.

James O’Connor, Bob Jessop gibi birçok düşünür devletin özel sermayenin gelişimi için var olduğunu ve gayret gösterdiğini, tüm diğer faaliyetlerinin ise sistemin meşruiyetinin sağlanarak, toplumsal rızanın oluşturulması amacına yönelik olduğunu ileri sürerler.

Genişleme dönemlerinde devletin ikili görevi net olarak anlaşılamaz, fakat kriz ve çöküş dönemlerinde devletin tamamıyla sermayeye dönmesi kapitalist/burjuvazi yapılanmasının doğal sonucudur.

İleriki yazılarda genişletilebilecek bu konuyu burada keserek, Sen vari tartışmaların kapitalist dokulardaki yeri ve önemi üzerinde kısaca durarak yazıyı sonlandıralım.

            Kapitalist devlet feodaliteden geçişle, sermayenin öz çıkarı için kurulmuş politik nitelikli bir yapılanmadır. Diğer bir deyişle, devlet örgütsel otonomisine haiz olmakla beraber, sermayenin politik yüzüdür. İşin çatısı böyle çatılmıştır. Tabii ki, zamanla sermayenin piyasa gereksinimini karşılama, sistemi meşrulaştırma ve komünizme karşı savunma mekanizmaları oluşturma işlevleriyle yükümlü devlet örgütü gelişmiş, genişlemiş, hatta bir örgüt olarak kısmen kendi otonomisini de kazanarak, günümüzün modern devlet yapısına ulaşmıştır.

Ancak, polimorfik nitelikli devlet yapısı, sistemin çeşitli devinim aşamalarında sermayenin gereksinimlerine göre şekillenir. Devletin düşünsel alt-yapısını oluşturan kapitalizm, artık değer üretimi ve sermayenin büyüyüp, serpilme dinamiğine dayanır.

Meseleyi saf mantık yapısında ele alırsak, artık değer üretemeyen hiçbir varlığa/bireye sermaye toplumunda yer yoktur, çünkü bu koşulda söz konusu bireyin tüketimini başka biri karşılayacak demektir.

Sosyal politikaların mantığında, artık üretemeyen bireyin maliyetinin çeşitli politika aktarım mekanizmalarıyla sosyalize edilmesi, yani topluma yayılması görüşü yatar. Bu süreçte, kapitalizmin sermaye birikimi sorunu ile sosyal devletin sistemi meşrulaştırma sorumluluğu karşı karşıya gelir.

Diğer bir deyişle, sermayeye yönlendirilecek kaynak sorunu ile yoksula yönlendirilecek kaynak sorunu karşı karşıya gelir. Görülüyor ki, artık üretmeyen emekliler ve benzerleri sistemin ana amacı olan sermaye birikimi amacıyla çatışmalıdır.

İşte bu çatışma, refah dönemlerinde fazla algılanamazken, sıkışık dönemlerde yükselir. Bu paragrafı kapatmadan, toplumun sosyal emek ordusunun yetiştirilmesi sorununun, yani eğitim sorununun başka bir bağlamda tartışılması gerektiği kanısındayım.

Başka bir yazıda da bu konuya değinmek üzere meseleye burada girmeyelim.

            Peki, sistemin özü olan kapitalist toplumlarda nasıl oluyor da, sosyal politikalar savunulabiliyor? Fevkalade tartışmalı bu meselenin de birçok veçhesi yanında, burada kısaca belirteceğim iki çok önemli yönü bulunmaktadır. Birincisi, hatta sermayenin de pay vermeye razı olduğu birinci mesele, sistemin meşrulaştırılması ve Gramsci anlatımıyla toplumsal rızanın sağlanmasıdır.

Kısacası, sistemin sömürücü ve baskıcı özü net ve kalıcı çözüme kavuşturulmadan, toplumun da kabulüne mazhar olabilecek asgari düzeyde sürdürülebilir hale getirilmesidir. Bununla bağlantılı ikinci sebep ise, halkın bilincinde günümüz sorunlarının sistem sorunu değil, yönetim sorunu olduğu, dolayısıyla daha iyi ve basiretli bir yönetim durumunda bu sorunların çözülebileceği, günümüzün “kötü kapitalizm ”ine karşın “iyi kapitalizm”in olası olduğu düşüncesini oluşturmaktır.

Oysa mesele yönetim meselesi değil, sistem sorunudur.