İnsanlar, karşılaştıkları olaylarda geçmiş deneyimler ve öğretilerle yürüdükleri zaman isabetli kararlar alma olasılığı yüksek olur. Bu düşünce ile başlıktaki ifadeyi “Geçmiş zaman okur ki, verdiği dersler cihan değer” şeklinde okumamızda yarar vardır.
Yıl 1959, yılın ortalarına doğru ülkemizde toplumsal olaylarda olağanüstü yükseliş gözlemlenmektedir. Tüm toplumsal kalkışlara rağmen Demokrat Parti iktidarı, seçime giderek, yönetimi devretmeye istekli değildir. Siyasetçiler seçim yerine, Tahkikat Komisyonu gibi olağanüstü yöntemlerle üniversiteleri ve kamu kurumlarını baskı altına alarak toplumu yönetmeye çalışıyor, kısacası siyasi tansiyon giderek yükseliyor. 28 Nisan günü İstanbul Üniversitesinde talebe ayaklanması yaşanıyor, üniversiteye polis giriyor, arbedede rektör Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar yere düşüyor, gözlüğü kırılıyor, bazı öğrenciler polis tarafından alınıyor, üniversite kapatılıyor. Ülkede sıkıyönetim ilan ediliyor, fakat aynı zamanda içten içe örtülü bir toplumsal kalkış devam ediyor. Ben üniversite öğrencisi olarak durumu idrak edip, gelişmeleri üzüntü ve kuşkuyla izliyorum. Genel kanı, işlerin dibe doğru sürüklendiği, bu durumdan tek çıkışın sıkıyönetim ve giderek şiddetlenen baskıcı yöntemler olmayıp, tam tersi, bir genel seçimle halkın irade ve yargısına başvurmak olduğu yönünde idi. Çünkü çiviler sökülmüş, kolonlar yıpratılmış, bina sallanıyordu!
Olmadı; iktidar inanılmaz ve anlaşılamaz bir inatla gidişata ayak diretiyordu. Umulan genel seçim kararı alınmadı ve maalesef 27 Mayıs darbesi geldi! O gün de olduğu gibi, bugün de benim ve sanırım aklıselim sahibi tüm vatandaşların müşterek kanaati odur ki, seçim kararı alınmış olsa idi, ne demokrasimiz inkıtaa uğratılmış olurdu, ne de parti ve dönemim milletvekilleri hiçbir zaman unutmayacağımız malum ve meş’um olayla karşı karşıya gelmiş olurdu. Geçmişi ve yaşananları hatırladıkça içimi burkan olayları ne uğruna yaşadığımıza hâlâ inanamıyorum. Siyasi hırslar çoğu zaman bizzat siyasetçilere, bağlı oldukları yapılara, hepsinden de önemli olarak ülkeye ve ülkenin demokratik kurumlarına telafisi çok zor ve ağır darbeler indirir.
Siyasetçiler iktidarı devralırken ettikleri yeminin felsefi yapısında demokrasiye ve ülkenin yüceltilmesine adanma sözü olduğunu derinden algılamalı ve damarlarının en ücra dokusuna yedirmelidirler. Göreve başlangıç andının ezoterik anlamı şudur ki, siyasetçinin görevi, kişisel hırs ve çıkarlarından soyunarak, var olan anayasa ilkeleri doğrultusunda bina edilmiş olan devlet şemsiyesi altında, geçici bir süre için usulü dairesinde milletin hizmetinde bulunmaktır. Bu görevde, var olan anayasanın ruhunu zedelemeye yol açacak kişisel ve/veya örgütsel büyük dönüşümlere yer olmadığı gibi, anayasanın ruhuna aykırı bazı girişimlere yönelinmesi de olanaklı değildir. Anayasa o denli bağlayıcıdır ki, ABD’de kamu borcunu sınırlamak üzere bir zamanlar bütçe açığının belirli sürede sıfırlanması ya da belirli sınırlarda tutulması anayasa hükmü olarak kayda alınmıştır. Hal böyle olunca, önemli olan göreve başlangıç andını ezbere ya da hitabet sanatına uyularak okunması değil, fakat ruhunu idrak edip, içselleştirilmesidir.
Siyasetçilik bir meslek değildir, bir kazanç kaynağı değildir, hele de emeklilikte garantili ödeme sağlayan güvence hiç değildir, olmamalıdır. Siyasetçi öz çıkarı için siyasete girmemelidir, ulusal çıkar zedelenerek öz çıkar için siyaset yapılmaz. Siyasetçinin görevi, toplumsal yönetim sanatı olarak, üçüncü şahısların paralarını, yönetim haklarını korumak, siyasetçinin kendisinin değil, temsil ettikleri üçüncü kişi ve/veya grupların çıkarlarını savunmak ve korumaktır. Daha da ince ve hassas bir nokta olarak, siyasetçi birinci derecede temsil ettiği kesimin çıkarını korumakla yükümlü iken, bu görevini toplumsal ve ulusal yararı zedeleyecek şekilde yapmamaya da özen göstermek zorundadır. Daha da detaylandırılabilecek görev tanımından şu anlaşılmaktadır ki, siyasetçi kendisini ulusal çıkarın vücut bulduğu bir kişilik yapısı olarak görmelidir.
Marx, kapitalist dokuda sermayeyi anlatırken, emeği ve tüketiciyi sömürerek daimi büyüme hedefi güden organik bir yapı olarak ele alır. Öyle ki, emeği ve tedarikçiyi sömürebilmesi için sermayenin tek alıcı, yani oligopson, tüketiciyi sömürebilmesi için ise tek satıcı, yani oligopol, halkın anladığı dille monopol olması gerekir. Bu nedenle sermayenin tek düşmanı karşıt sermayedir. Yine bu nedenledir ki, kapitalist iktisatçıların her fırsatta ileri sürdüğü rekabet kuramı tüketiciye değil, orta ve uzun vadede bizzat sermayeye hizmet eden bir kuramdır. Sebebi de şudur: rekabette sermaye karşıt sermayeyi piyasadan silmek için öldüresiye uğraşır. Sonuçta piyasaya hâkim olan sermaye hem tedarikçiyi ve emeği öldüresiye sömürür, hem de tüketiciyi iliklerine kadar sömürür.
Kapitalist sistem birincil amaç olarak sermayeyi desteklemekle beraber, kısmen tüketiciyi ve emek cephesini de korur görüntüsüyle, fazla etkili olmamakla beraber anti-tröst yasalar uygular. Piyasalarda uygulanan böylesi göstermelik yasaların siyasetteki karşıtı belirli sürelerde seçimlerin yenilenerek halkın oyuna başvurulmasıdır. Bunun en bariz örneğini, siyaset tarihimize gurur vesilesi olarak geçmiş olan, kurucu parti konumundaki CHP’nin seçimle iktidarı devredebilmesi oluşturur. Bu kadar belirgin olmamakla berber, AKP iktidarı dönemine gelene dek hemen hemen tüm siyasi partiler de bu sınavı belirli olgunluk derecesinde vermişlerdir. AKP’nin yirmi küsur yıl iktidarda kalması siyasi suç oluşturmaz. Ancak, bazı genel ve yerel seçimlerde halkı kuşkuya sevk eden usulsüzlükler siyasi yaşamımıza leke olarak geçmiştir. Günümüz olaylarına ve koşullara bakacak olursak, hem siyasilerin, hem de bizzat AKP’nin ve ondan da önemli olarak ülkenin ve ülkenin demokratik yapısının zede almasının önlenmesi açılarından erken seçim zaruri görülmektedir. Umalım, aklıselim doğrultusunda mutlak parti ve kişi hâkimiyeti görüşü izale olur ve en uygun ortamda huzurlu toplumsal yapıya kavuşuruz.
Umalım, huzurlu toplumsal yapıya kavuşmamızda siyaset sahnesindeki aktörler başrolü oynayarak toplumu huzura kavuşturacaktır. Toplumun huzura kavuşması ve ekonominin rayına oturtulması toplumun olduğu kadar, bizzat siyasetçilerin de lehinedir. Demokratik olarak nitelenen toplumlarda siyasetçi toplumla zıtlaşamaz, böyle bir durum toplum bünyesine olduğu kadar, siyaset yapılma tarzına da aykırıdır. Toplumda tezahür etmiş ve giderek yaygınlaşmış görüşlere aykırı siyaset tarzı hiçbir şekilde demokratik olarak nitelenemez. Böylesi zorlamalar toplumsal huzursuzluklara yol açabileceği gibi, aynen tek adam rejiminde yaşandığı gibi, siyasetçi üzerinde emperyalist baskıların başatlığı konusunda da kuşkulara yol açar. Böyle bir yapılanmada ve yaşanan yoğun huzursuzlukta bir tür toplumsal sözleşme olan anayasa yapımına girişilmemelidir. Olası böyle bir girişim hukukilik açısından sakat olacağı gibi, topluma saygı bağlamında siyasi etikten de yoksun kalır.
Mevcut siyasetçilerin bizzat kendileri, örgütleri ve ülke yararına en uygun kararı alacakları inancında olmak istiyorum!
Çok Okunanlar

İmamoğlu İnşaat'ın yeni yönetimi belli oldu!

Eski Devlet Bakanına 'CHP'ye kayyum' teklifi iddiası

Gelinim Mutfakta 18 Nisan Cuma puan durumu: Bugün kim elendi?

Ali Koç Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ne konuştu? Ziyaretin detayları ortaya çıktı

İşte CHP'ye kayyum iddiasının perde arkası...

Bugün hangi maçlar var? 18 Nisan Cuma kimin maçı var, saat kaçta?

Erdoğansız AKP eriyor

Otobüste 'öpücük verme' kavgası, kadın çileden çıktı

Mazlum Kobani’nin koluna ilk kim girecek?

Asgari ücrete ara zam gelecek mi? Yeni rakamı açıkladı