Özdeyişler uzun sosyal deneyimler, hatta acılar sonucunda oluşturulmuş ve halkın diline düşmüştür. Bunlardan biri de “Balık baştan kokar” özdeyişidir. Toplumun başını da siyaset olarak kabul edersek, siyasetin düzgün, ahlaklı, Plato’un kuralına uygun bilgili ve etik sahibi kişi ve gruplardan olması koşulu kaçınılmaz olur.
Lütfen bir düşünelim, şu anda Türkiye’de en garantili meslek sizce nedir? Samimiyetle söyleyebilirim ki, siyasettir. Hem de, bizzat kendi maaşlarını belirleme, sağlık hizmetlerini garantiye alma, emeklilik haklarını (eğer haksa!) garantiye alma konusunda mutlak yetki sahibi olarak, en garantili meslek siyasettir.
Şu yapay zekâ denen sürecin toplumlara ne getireceği konusunda kafamda bir dizi tereddüt olmakla berber, siyaset alanına yapay zekânın girmesinin toplumumuz için fevkalde hayırlı olacağından çok eminim.
Yapay zekâ hiç olmazsa devlet ile hükümet arasındaki ayırımı çok iyi bilir ve ahlaklı davranarak, hırsla devlet aygıtını ele geçirerek toplumun kaderini karartmaya yeltenmez. Yapay zekâ hırs mahkûmu olmadığından, hukuk ahlakından nasibini alamamış kompleksli hukukçuların önerileri ile ülkeyi parlamenter sistemden tek adam sistemine dönüştürmez. Yapay zekâ sisteminde köşe kapmaca oynar gibi durmadan parti değiştirerek siyasette kalıp, toplumun hayallerini yıkmaya çalışmaz.
Fakat adeta senaryo olarak ortaya koyulan bu düşünce sistemi doğru değildir. Her şeyden önce, Plato döneminde toplumsal özgürlük yoktu, devlet yönetimine karışması engellenen köleler vardı. Günümüz toplumunda ise, seçme ve seçilmede özgür olduğunu düşündüğümüz halk vardır. Günümüzde halkların seçme ve seçilme özgürlüğü var mıdır? İşte, bu noktadan başlayarak toplumsal fenomonolojinin çözümlemesi, maalesef, bizi Platon döneminin de gerisine atmaktadır.
Birincisi, toplumsal analizlerde, toplumun balık misali baştan mı, yoksa bedenden mi koktuğu/yönetildiği tartışmalıdır. Alt-yapı ile üst-yapı arasındaki etkileşimi tek yanlı ve katı olarak kurma hatasına girmeden, çift yanlı etkileşim anlayışı ile analizi yürümenin daha doğru olduğu kanaatindeyim. Diğer bir deyişle, toplumun baş dokusunu bizzat toplum oluşturduğu gibi, baş da topluma etkili olur. Ancak, siyasi kadro bizzat toplum hamurundan oluşup, başa gelebilmesi için de topluma nabza göre şerbet vermesi gerektiğine göre son kertede toplumun başat olduğu anlaşılır. Savaş ya da toplumsal kalkışlar gibi olağanüstü toplumsal olaylarda diğerkâm ya da egoist lider görüntülü fevri kişilikler topluma başat olur, fakat bu durum ve siyasetin toplumsal etkisi, toplumun tarihsel yürüyüş hızına bağlı olarak zaman içinde zayıflar, hatta sönebilir. Bu noktada toplumun ilerleyiş yönü ve hızı önemlidir.
Kapitalizm; toplum dâhil her şeyi öylesine hızlı değiştiriyor ki, her süreç özümsenmeden değişime uğruyor. Teknoloji, üretim süreci ve benzeri hemen hemen toplumsal her alan baş döndürücü bir hızla değişiyor. Çoğu durumda hızla gelişen durumlara toplumsal uyum sağlanamıyor. Yaşanan hızlı değişimler toplumları parçalarken, değişime uyum sağlayanları merkezde toplamaktadır. Yapay zekâ ve big data olguları öylesine yaşamımıza girdi ki, artık bunlara uyum sağlayamayan üniversiteler çöp olmaya, şirketler, hatta bireyler piyasadan dışlanıp, kendi çevrelerine hapsolmaya mahkûmdur. Geçmişte, bazı AKP’li siyasiler patinin ekonomi politikalarını savunurken derhal cep telefonuna sözü getirip, aklınca muhalifinin ağzını kapatmaya çalışıyordu. İnanılmaz şekilde, bir akademisyen arkadaşım da kurye olarak çalışanların cep telefonu taşıdığını ileri sürerek ekonominin iyi gittiğini ileri sürmüştü. Ne demeli ki! Verilen örnekler dahi hızla gelişen süreçlerin toplumları düşünce ve eylem alanında nasıl parçaladığını göstermeye yetmektedir.
Kapitalizm; öyle bir ahlâk öğretisidir ki, komşun açken sen tok olarak uyuyabilirsin, hatta tıka basa tok olarak uyuyamayabilirsin bile! Siyasetçi dini siyasetin içine sokarak hem siyaseti hem de din anlayış ve ahlâkını böyle iğfal eder, fakat sömürüden oy alır. Siyaset kadrosuna dâhil olmak isteyenler ailece kılık kıyafet değiştirerek dünyalıklarını abat ederken gerisini düşünmezler bile. Siyasetçilerin emrine giren din adamları da ilerisini gerisini düşünmeden her konuda siyasi tercihe göre ahkâm keserek yerini sağlama almaktan çekinmezler. Geçen günlerde ünlü bir din adamına faiz hakkında soru yöneltildiğinde, epey sıkıntılı şekilde paranın değerini korumak için alınan faizin haram olmadığını söyleyebilmiştir. Bu zat, hiç düşünmez mi ki, parasının değerini faiz üzerinden koruyan kişi, parasının değerini faizde değerlendiremeyen kişinin cebine elini sokmaktadır! Doğrudur, ama bu detay düşünülmez, daha doğrusu sistem tarafından düşündürülmez, çünkü her şeyi kapsayan kapitalist ideoloji toplumsal kutsalları da kapsayarak değiştirir. Sorgulamaya daha başından başlarsak, bir kişinin faiz üzerinden parasının değerinin koruması oldukça makul görülebilir de, peki korunmaya çalışılan değerin elde ediliş şekli acaba nasıldır, diye bir soru gelir mi aklımıza? İşte bu noktada da kapitalizm başat olmuştur. Aşırı piyasacı Robert Nozick de toplumsalcı düşünceden bireyselci düşünceye geçerek, kazancın menşeini sorgulamadan bu parayı bireyin nasıl kullanacağı üzerinde durur. İşte, kapitalizmin insanları ve tüm toplumları sanki aynı kalıptaymış gibi aynı düşünceye savurarak, bizatihi sistem sorgulamasını arka plana atar.
Dinler, sanıldığı gibi insanları birbirine kaynaştırmaz, tam tersi iter, hatta savaşları tetikler. Geçmişin Haçlı Seferleri, günümüzün örtülü savaşları bunlara örnektir. İlginçtir, günümüzde fiilen yaşanan kabile savaşlarını savaş olarak görürüz de, örtülü din savaşlarını algılayamayız. Değerli dostlar, bize yedirilen şu süreci bir düşünsek: geçmiş dönemlerde, Sovyetler genişlediği ve Afganistan’ı işgal ettiği dönemde Batı’nın sloganı “yeşil kuşak” idi. Bu uğurda ülkemizde çok fidan budandı! Sovyetler çözüldü, dolayısıyla yeşil kuşak projesi de sürümden şekildi. Oysa bugün yine dinle uğraşılıyor ve bu kez de “ılımlı İslam” diye bir kavram karşımıza koyuluyor. Lütfen, Samuel Huntington’un ‘Medeniyetler Çatışması’ tezini hatırlayalım. Evet, Huntington çatışma konusu olarak dinleri işaret etmedi, fakat günümüz dünyasında uluslararasındaki medeniyetler farkını (!) yaratan tek etkili öğenin din olduğu bilinmektedir. Bu koşullarda acaba, ılımlı İslam çağırısı bu tez bağlamında nasıl ele alınabilir ki? Acaba, neden bir zamanların yeşil kuşak dayatması, günümüzde ılımlı İslam anlayışına dönüştürüldü ve acaba Türkiye’nin siyasi İslamlaştırılması bir algılama mı, yoksa samimi politika mı? Bunları biz de bir düşünelim, milyarlara boğulmuş Diyanet de biraz siyasetten kendisini sıyırsın da, halkın ve toplumun, hatta ülkenin lehine bu konulara biraz kafa yorsun!
Bu yazıyı bitirirken, içimi sızlatan dinin siyasallaştırılması konusuna, haddimi aşarak, ucundan değinmek istiyorum. Şöyle ki, İslâm âlemi Hristiyan âleminden farklıdır, iki dünya birbirinden ayrışır. Bu ayrışma Batı’nın da istediği durumdur; zira teknik ve varsıllığa gömülmüş Batı, tam bir kapitalist gibi davranarak, elindekileri daha geniş topluluklarla paylaşmak istememektedir. Bu nedenle, Batı İslâm dünyasının İslâm olarak kalmasını, fakat tüketici olmasını arzulamaktadır. Ne var ki, Batı düşüncesine göre, “komşun aç ise, sen tok olarak uyuyamazsın” öğretisine sahip olup da halen derin uykuyu üzerinden atamamış İslâm dünyasının felsefi görüşle ayağa kalkmasını şiddetle reddetmektedir. Haklıdır da, zira Batı bir belayı def etti, artık yeni bir bela istememektedir. Peki, bu işin politikası ne olabilir? İslâm’ın şekli ibadet kurallarını felsefesine başat kılmak! Kısacası, İslâm’ın beş kuralını şöyle ya da böyle yapıp, yalan-talan, emanete ihanet, rüşvet, sözünde durmamak, dolandırmak gibi aklınıza ne gelirse her türlü alan serbesttir. İşte o zaman ünlü din âlimleri de, İslâm’da başat toplumsal düşünce görüşünü bireysel görüşle değiştirerek, bir kişinin parasının değerini korumak için faiz almasının mubah olduğu fetvasını verebilir. Çünkü günümüzün dini giderek haşinleşerek insanı ve doğayı metalaştırıp mahveden, hatta Marx’ın tabiriyle, kendi mezarını kazan kapitalizmdir.
Dünya nimetleri sıkıştıkça medeni olarak algıladığımız devletlerin nasıl sağa ve despotik yönetimlere kaydığını görüyoruz. Kaynaklar sıkıştıkça sosyal devlet politikası da, insan nezaketi de rafa kaldırılır. Bu konuda analojik ufak bir örnek vermek istiyorum. 1970’lerin ortalarında Japonya’da İkinci Paylaşım Savaşı’ndan beri ilk kez kapsamlı bir demiryolu grevi ilan edilmişti. Ben Tokyo’da idim. Üniversiteye gitmek üzere metroya indim, müthiş bir kalabalıkla karşılaştım. Metro geldi ve her kibar Japon bir panter oldu. Demek ki, kuyruk ve nizam de kıtlıkta değil, bollukta olurmuş.
Kısacası, meseleleri uç halleri ile değil de, kapsayıcı bütünsellik içinde ele aldığımızda, anlayabiliyoruz. Ama işte bunu da, kendisini perdelemeye çalışan, kapitalizm engelliyor.
Çok Okunanlar
Hasan Arat'tan Fenerbahçe'ye Rafa Silva'lı 'Talisca' yanıtı
Fenerbahçe En-Nesyri için Al-Nassr'den gelen rekor bonservisi reddetti
İUP maaşı ödeme tarihi ne zaman? İUP maaşları ne zaman yatacak?
22 Kasım 2024 burç yorumları
Atatürk için 21 Kasım 1938'de yapılan resmi cenaze töreninin fotoğrafları
Bu akşam TV'de ne var? 21 Kasım Perşembe TRT 1, Kanal D, Star TV, Show TV, ATV
BEDAŞ 22 Kasım'da İstanbul'da elektrik kesintisi yaşanacak mahalleleri açıkladı
21 Kasım 2024 reyting sonuçları: Perşembe günü hangi yapım birinci oldu?
Bakan Yusuf Tekin'den Teğmen Ebru Eroğlu ve diğer teğmenleri kurtaracak karar!
Teğmenlerin avukatlarından MSB'ye sert yanıt