Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,2401
Dolar
Arrow
34,4862
İngiliz Sterlini
Arrow
43,5545
Altın
Arrow
2962,0000
BIST
Arrow
9.550

Bir nostalji yazısı: Dalan’dan Erdoğan’a İBB seçimleri (1984-1994)

Belediye Başkan adayı Hüsamettin Cindoruk Şark Kahvesinde 

Yıl 1984, İstanbul Siyasal’da öğrenciyim. Kapalıçarşı’da Şark Kahvesi’ne uğruyoruz sık sık arkadaşlarla. Fiyatlar şimdiki gibi uçmuş değil. 12 Eylül rejimi sona ermiş, ANAP, 1983 Kasımında yapılan seçimlerde - veto sistemi  sayesinde - iktidara gelmişti. Yakında mahalli idareler seçimi yapılacak. İlk kez gerçek anlamda çok partili seçim  yapılacak Türkiye’de. Belediye ve il genel meclisi seçimleri. 

Biz çaylarımızı yudumlarken birden ortalık karıştı. Oldukça kalabalık bir politikacı grubu kahveyi doldurdu.  Karşımızda gördüğümüz kişi Hüsamettin Cindoruk’tu. Demirel’in mutemet adamı. DYP’nin İstanbul İl başkanı, İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığına aday gösterilmişti. Populist halka inme tavırlarıyla epey bir tokalaşma seansı yaşandığını hatırlıyorum. Onu ve partisini önemsemiyormuş bakışlarla olayı izledik. 

Biz en çok Kenan Evren’e ve Turgut Özal’a kızıyoruz malum nedenlerle. Demirel ve ekibine karşı hafif bir sempati var. Cindoruk Yassıada’da Demokratların avukatı. 

Yeni Gündem Dergisi yeni çıkmaya, mülakatlar yayınlamaya başlamış,  avukat Hüsamettin Bey’le de bir mülakat  yapılacak daha sonra. Uzun diktatörlük yıllarından sonra bu tür yayınları demokrasi şöleni keyfiyle okuyoruz o günlerde. 12 Eylül’ün kurduğu düzene  karşı olan herkes Demirel’in verdiği “hukuk devleti” mücadelesine hak veriyor. Başbakan Özal ise yasakları biz koymadık ki pişkinliği içinde. 

Saraçhane meydanında SODEP mitingi

Biz İÜSBF’liler Necdet Calp’in partisini Kenan Evren’den icazetli olarak görüyor ve beğenmiyor, Erdal İnönü’nün   Sosyal Demokrasi Partisini (SODEP) destekliyorduk. Yıllar sonra gelen görevli serbestinin verdiği coşkuyla SODEP’in mitingine gittik. Daha önce, İsmail Cem’in de konuşmacı olduğu bir kapalı salon toplantısı Pera Palas’ta  yapılmıştı,  ona da gitmiştik. Soruların yazılı  olarak  alındığı  toplantıda Algan Hacaloğlu benim  sorumu okumamıştı. Mitingte “SODEP  seçmen elele… Korel Göymen göreve” diye slogan attığımızı hatırlıyorum.

Korel Göymen hoca SODEP’ten belediye başkan adayı olarak gösterilmişti. Biz hocayı beğenmiştik. Ama halkımız  beğenmemişti. Bizim  için çok iyi bir adaydı Korel Göymen Hoca. Dış görünüşü, eğitimi, konuşma tarzı itibariyle  tipik bir cumhuriyet elitiydi. Doçentti, İngiltere’de  kamu yönetimi öğrenimi  görmüştü. Şimdiki terminoloji ile söylersek hocanın GPA, ALES, LES, dil puanları çok yüksekti. Ama mülakatta elenecek adaydı. 

Erdal Bey de orada idi. Parti genel başkanı fizik profesörü Erdal İnönü ve  İstanbul adayı Korel Göymen “lecture tadında”  konuşmalar  yaptılarsa da  bizim coşkumuz  konuşmaların çok önündeydi. Epey keyifle döndüğümüzü hatırlıyorum mitingden.  

Sandıklar kapandığında, sonuç bizim için hayal kırıklığı oldu tabii. Özal’ın adamı Bedrettin Dalan seçimi  kazanmıştı. Bir başka üzüntümüz Özal’ı temsil meşruiyeti krizine  sokacak bir oy oranına indirmek  şöyle dursun, halkımız Özal’a verdiği desteği  daha da  arttırmıştı. Dalan İTÜ MMF elektrik  şubesi  mezunu bir mühendisti. Oldum olası bakışlarından rahatsız olduğum bir politikacıydı kendileri o zamanlar. 

Sonuç itibariyle, SODEP bu seçimlerden  hem İstanbul’da hem de Türkiye genelinde 2. Parti olarak çıktı. Yeni demokrasi devrinin ilk gerçek seçiminde milli irade  Özal’a değil  parlamento içi  muhalefet partilerine kırmızı  kart göstermişti. 

İsmet Paşa’nın özel kalem müdürü Necdet Calp’in  Halkçı Partisi ve Kenan Paşa’dan torpilli Sunalp Paşa’nın MDP’si  baraj altı olma seviyesine düşmüşlerdi. Seçimlerin  en önemli sonucu şu oldu:  gerçek  muhalefet  partileri parlamentoda  temsil edilmiyorlardı. 

Bedrettin Dalan İstanbul’un ilk büyükşehir belediye başkanı 

Geçenlerde Yeditepe Üniversitesinde bir panele katılmıştım. Yemekhanede kaptan şapkası ile Mütevelli Heyeti Başkanı Dalan’la karşılaştım. Mütebessim bir şekilde  bana bakınca  ben de  hafif  bir baş  selamı verdim.  80’lerde ona duyduğum  menfi  hissiyat geçmişti herhalde. Ergenekon/Balyoz  kumpas davalarında Haberal Hoca gibi  onu da tutuklamak istediler.  Sanırım  5 yıl  yurtdışında-kanser tedavisi  görerek- yaşamak zorunda  kaldı. 

Dalan’ın belediye başkanlığı  Menderes  tarzında  geçti.  İdari yargı kararlarını uygulamadı. Yargıya aldırmadan  sahillere  kazıklı  yolları yaptı. Arnavutköy, Sarıyer, Üsküdar -Harem ve diğerleri. 50’lerde Menderes’in  başlattığı yıkarak  modernleşme mantığının  80’lerdeki  versiyonuydu  Dalan. 

Şimdilerde İstanbul’a tamamen çökmüş bulunan  uluslararası  sermayenin  ilk etütlerinin yapıldığı ve ANAP etrafında kümelemiş egemenlerin tatlı  rant alanları  keşfetmeye başladığı yıllar oldu bu yıllar. .

Meşrutiyet’te  bir yangın sonucu  metruk kalan Çırağan Sarayı’nın bahçesi,  derme çatma basamaklarla Beşiktaş’ın Şeref Stadı olarak kullanılıyordu. Böylesine muhteşem bir mekan böyle atıl kalamazdı. Kapitalizme kazandırılmalıydı. Dalan Çırağan’ı, duvarlarında yaratıcı- yıkıcılık gedikleri açarak, şimdilerde zengin- Ortadoğu  düğünlerinde kullanılan bir otele dönüştürdü. 

KBB  mütehassısı Prof. Dr. Nurettin Sözen’in belediye başkanlığı  

Büyükşehir belediyesi  kanununun mucidi Özal’dır.  Eğitim ve sağlığı  özelleştirdiği gibi  mahalli idareleri de özelleştirebilirdi, o kafada bir adamdı. Ama o zamanlar Türkiye’de Anayasa Mahkemesi olduğundan  çekinmiş olmalı. 

80’ler  Özal’ın elinde kalemiyle “icraatın içinden”  ve orta direk masalları ile geçti. İşin hakikati, Atatürk cumhuriyetini vahşi kapitalizme teslimden ibaretti. Bir de sürekli bahsettiği bir şey daha vardı: statükoculuk. Bu Atatürk devrimlerine,  hukukun üstünlüğüne ve kamu işletmeciliğine  bağlı  devlet demekti. Özal bu kurucu ilkeleri demirperde ülkesi adetleri olarak yorumluyordu. 

Özal, 1984’ten sonra  yükselen  demokrasi  dalgası karşısında bir manevra yapmak ihtiyacını  hissetti. 1987’de referandum çalımıyla ,  “abisi” Demirel’i siyaseten gömmek  istedi.  Başarılı olamadı.  Siyasi yasaklar  kalkınca, eskiler sahaya  döndüler. Siyasetin bütün denklemi  değişti. 1987 seçimleri, Türkiye’de  her şeyin değiştiğini göstermişti. 

Ancak askeri diktatörlük koşullarında yönetebilecek Türkiye kapitalizmi tökezlemeye başlayınca, Özal, mahalli idareler seçimlerini altı ay öne alabilmek için siyasi tarihimizin en tuhaf referandumunu yaptı. Sonuç 1989’un   habercisiydi. Özal’ın önerisi  %64  oyla  reddedildi. Siyasi etik gereği istifa  etmesi  gerekirdi. Tabii  ki etmedi. Böyle bir  sonuç karşısında Türkiye’de  istifa edecek tek bir politikacı  vardı: Bülent Ecevit.  Özal alaturka  politikacı  tavrıyla olayı önemsemezmiş gibi  göründü. 

Özal’ın anayasası değiştirme ve mahalli idareler seçimlerini öne alma hamlesi reddedilince seçimlerin 1989    Martında yapılması kesinleşti. Bu arada bizim SODEP, Halkçı Parti ile birleşmiş, SHP (Sosyaldemokrat Halkçı Parti) adı altında tüzel kişilik kazanmıştı. Erdal İnönü partiye genel başkan seçilmiş, ara milletvekiliği seçiminde parlamentoya girmişti.1987 seçimlerinden itibaren Demirel de parlamentodaydı. 

Genel yerel seçimler,  iktidar  açısından güvenoylaması sayılır.  İktidarı devirmenin yolu, arkasındaki  oy oranını  temsil meşruiyetini sınırlarına kadar düşürmeyi başarmaktır. Özal’ı erken seçime zorlamanın yolu bu olabilirdi. 

Bundan başka, bu seçimde tuhaf bir şey oldu. Özal, seçim kanununu değiştirerek seçim pusulasında başkan  adaylarının isimlerinin değil sadece siyasi parti logolarının yer almasını sağladı. Bu aslında seçmenin oy verdiği  kişiden bihaber olması anlamına geliyordu. Bu çok  antidemokratik tutumdu. Bu arada, yaratıcı- yıkıcı belediye  başkanımız Bedrettin Dalan bu kararı yükselen karizmasına yönelik bir tırpanlama girişi olarak yorumladı.   Başbakan’ın  bu operasyonuna  tuhaf gazete ilanlarıyla  yanıt verdi. Sanki ANAP’tan özerk  bir Bedrettin Dalan Partisi varmış gibi davranıyordu. 

Büyük bir özgüvenle girdiği seçimi  kaybettikten sonra, ANAP’tan ayrıldı. Demokrat Merkez Parti’yi   kurdu. Partisi bir varlık gösteremeyince Demirel’e iltihak etti. 1991’de İstanbul milletvekili seçildi. Dalan 1994 ‘de Çillerli DYP’nin İstanbul  belediye başkanı adayı olarak bir kez  daha şansını  deneyecekti. 

Eski Türkiye’de ekonomik gidişatın  seçim sonuçlarını radikal bir şekilde etkileyebildiği bir siyasal hayat  yaşanmıştı. Bunun  ilk  somut  örneği, 1979 ara seçimlerinde  Ecevit Hükümetinin aldığı oy oranıdır.  Ecevit başkanlığındaki CHP, 1977  seçimlerinde %42  oy almayı başaran bir parti iken,  iç güvenlik ve ekonomik  sorunlar  karşısında başarısız olunca -1979 ara seçimlerinde- oy oranı %20’lere düşmüş ve Bülent Bey  istifa  etmişti.  İkinci örnek, 1989 seçimlerinde ANAP’ın karşılaştığı  hezimet olmuştur. İktidar partisinin Türkiye ortalaması %21.80'e  düşmüştü.  Bu  fevkalade önemli sonuç karşısında Demirel -Özal’a-şöyle  demişti. %21.80’le iktidar  olamazsın. İktidar olsan da muktedir olamazsın. Beşte bire  düşmüşsün. İstifa et. Özal bu çağrıyı umursamamıştı. Seçimin  genel seçim değil, yerel seçim olduğu belirmişti. 

Özal istifa davetini umursamadığı gibi, bu temsil zaafına rağmen, parlamentodaki ANAP çoğunluğuna dayanarak Evren’in yerine Çankaya’ya çıkmış, Yıldırım Akbulut’u başbakan atayarak fiili başkanlık rejiminin ilk denemelerini  gerçekleştirmişti.

Özal’ın başbakanlığı ve Dalan’ın belediye başkanlığı zamanında Boğaziçinde HTR hocasıydım. Bir yandan da doktora yapıyordum. Beş yılımız onlarla geçmişti. Belediye seçimleri yaklaşıyordu.1989 Martında seçimler  yapılacaktı.

Onları sermayenin adamı olarak görüyor ve her geçen gün daha çok sinirleniyordum. Demirel’e eski kızgınlığım  gitmiş yerini-ortalıkta telaffuz etmediğim- bir sempatinin aldığını bile söyleyebilirim. Kenan Evren’e yazdığı “hukuk  devleti ve demokrasi dersi” mahiyetindeki mektubu hislerime tercüman olmuştu. Özal’ın akademik personele  yaptığı maaş zammı bazı arkadaşlarda tereddütlere yol açmıştı. Hatta Dalan belediyesini beğeniyorlardı. Adam  hukuka aykırı işler yapıyor ama çalışıyor minvalinde laflar ediyorlardı. Benim için  önemli olan doğru politik tavırdı. Bu da 12 Eylül ürünü olan bu iki aktörün tam karşısında pozisyon almaktı.

Oyumuz elbette soldan yana olacaktı. Yani o tarih itibariyle Sosyaldemokrat Halkçı Parti. Erdal Bey’in demokrat tavırları, şakaları hoşuma gidiyordu. En çok beğendiğim tarafı ise “ben bu işi bana ihtiyacınız olduğu  için yapıyorum, çok da derdim değil  yani”  diyen yüz ifadesiydi. Gerçekten de öyleydi. Benim için daha da önemlisi O, İsmet Paşa’nın oğluydu. Gazi’nin emanetiydi, zeytin dalları arasına saklanarak okları yukarı  dönmüş Halk Fırkasına (SHP) oy vermek boynumuzun borcuydu.

Neticede, SHP’nin adayı eski tarz bir CHP’li oldu: Nurettin Sözen. Sözen, Cerrahpaşa Tıp’ta KBB  profesörüydü. Yüz ifadesi SBKP politbüro üyelerini çağrıştırsa da, iyi niyetliydi.

1989 belediye seçimlerini SHP kazandı. Yani benim de oy verdiğim aday. Bunun nedeni adayın muhteşem siyasi performansı değildi. Özal kapitalizminin halkı “limon gibi sıkmasıydı”.  SHP bu gerçeği seçim afişlerine yansıtmıştı. 

Nurettin Sözen Hoca’nın belediye başkanlığı performansına değinmeden önce, seçim sonuçları üzerine birkaç söz  etmek isterim. Birinci dikkat çekici nokta,  ANAP’ın İstanbul’da gerilediği gerçeği idi. Dalan’ın Özal’dan özerk  politikası işe yaramamıştı. Parti’nin oy oranı %26’ya gerilemişti.   

Bir başka ilginç olay, Özal’ın eski maliye vekili Vural Arıkan DYP’nin adayıydı. ANAP tek başına iktidara geldikten sonra Özal’la ilk siyasi sürtüşme Vural Arıkan ile yaşanmıştı. Başbakan Özal, 1982 anayasasında yeni bir siyasi müessese olan “bakan azlini” ilk kez Arıkan’a uyguladı. Cumhurbaşkanı Kenan Evren başbakanın talebi üzerine  Maliye Bakanlığından azletti. Sanırım bu siyasi tarihimizdeki ilk bakan azliydi. İkincisi de İsmail Özdağlar olmalı. Arıkan, başarısız bir  parti kurma (Vatandaş Partisi) deneyiminden sonra, Özal’ın alternatifi DYP’ye geçti. Sağda DYP’nin ANAP’ın rakibi olduğu bu seçimlerde ortaya çıktı.DYP İstanbul’da %13.5 oy ile üçüncü parti oldu. 

Solda, Ecevit’in DSP’si 1987 genel seçimlerinde, %8.5 oyla baraj altında kalmış, milyonlarca oy çöpe gitmişti. Bu kez İstanbul seçimlerinde Mukbil Zırtıloğlu ile ciddi bir başarı göstermişti. (%12) 

Dinci sağ, 12 Eylül öncesindeki temsil tabanına yeniden ulaşmış, Recep Tayyip Erdoğan Refah Partisi’nin Beyoğlu  ilçe belediye başkan adayı olarak %23 oy oranı ile 2. sırada seçimi bitirmişti. Bu bölünme ortamında Nurettin Sözen  %36 oyla İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı seçildi. 

Bu seçim benim hayatımda verdiğim oyla  sonucu değiştirdiğimi düşündüğüm ilk seçim olmuştur. Dalan’ın  devrildiği   ertesi sabah Demirel’in köprüsünden otobüsle derse giderken kendimi şehri işgalden kurtaran cephenin bir üyesi  olarak hissetmiştim.

Gelelim benim de katkılarımla seçilen Nurettin Sözen’in belediye başkanlığına, ben hocanın başkanlığını biraz  Atatürk devri vali- belediye başkanı Muhittin Üstündağ’ınkine benzetirim. İyi niyetli ama bürokratik devlet geleneği içinde. Sağcıların çok iyi becerdiği popülizmden uzak bir kamu yönetimi anlayışı. 

Tabii ki bu tarz, çıkar çevrelerini şiddetle rahatsız etti. Dalan döneminde şehrin büyüyen rantından iştahla yararlanan sermaye Sözen’i topa tutmak için hiçbir fırsatı kaçırmadı. Eski Türkiye’nin “main stream” medyası da sürekli vurdu Sözen’e.

Oysa ki Sözen, tramvay, metro gibi toplu taşıma yöntemlerinin altyapısını planlayan, hatta uygulamaları başlatan başkan olmuştur. Ayaspaşa Park Oteli inşaatının imar hukuku sınırlarına indirilmesi gibi adımları atmıştır. 

AKP döneminin ecdadcı politikacıları selatin camilerinin arkasından yükselen-kendi verdikleri ruhsatlarla- gökdelenleri dikenlere “ben bu arkadaşlara kırgınım” dediler sadece. Sözen kanunun gereğini yaptı. 

Tekrar Sözen’e dönersek, hocanın biraz talihsiz olduğunu söylemeliyim. O göreve geldiğinde kentin su kaynakları  sınıra dayanmıştı. Barajlardaki su stokları durumu ancak idare ediyordu. Sözen’in görevde bulunduğu yıllarda aşırı  yağışsızlık su kesintilerine neden olunca sağcılara gün doğdu. Gusül abdesti sorunlarından söz edilmeye, tek parti  dönemi tekerlemelerinden “Geldi İsmet  kesildi kısmet” sözleri hatırlatılmaya başlandı. Yalova’dan büyük balonlarla su getirme, yağmur bombası atma gibi teşebbüsler sağ kamuoyunun Sözen’i iyice alaya almasına yetti. 

Bence SHP’yi ve Nurettin Bey’i bitiren, temizlik işçileri grevi oldu. Kişisel olarak, maden ve temizlik işçilerinin en yüksek ücretlendirmeyi hak eden emek kesimleri olduğu düşüncesindeyim. Toplu iş sözleşmesi görüşlerinde çok ciddi artışlar sağlanmasına rağmen sendika greve gitti.  İşte halkımızın yıldırım hızıyla SHP’den kaçmasına sebep olan bu grev ve çöp dağları oldu. Grev bittiğinde SHP’nin (bunu Halk Partisi olarak okumak  doğru olur) üstü kalın  bir kırmızı kalemle bir kez daha çizildi.

Bir başka olay ise, İSKİ  skandalıydı. Türk sağının muhteşem skandallarının boyutlarıyla karşılaştırıldığında  “devede kulak sayılabilecek skandalda” bir de gönül meselesi faş olmuştu. Neticede Sözen, olayı örtbas etmeye çalışmak yerine, yargıya intikal etmesini sağlamasına rağmen töhmet altında kalmaktan kurtulamadı. 

Şimdi aradan bu kadar zaman geçtikten sonra bile Sözen susuzluk ve çöp dağlarıyla anılıyor. Kimse onu hukuka uygunluğu önemseyen, temizlik işçilerine en yüksek ücreti veren bir yönetici olarak hatırlamıyor. Oysa ki, “milletin adamları” belediyeyi alınca, temizlik işlerini taşerona verip, güvencesiz asgari ücretlerle çalıştırdıkları işçilerle sorunu  toptan hallediverdiler. 

Nurettin Beyle ilgili asıl püf noktası bence şuydu: kafa olarak bürokratik devlet geleneğini temsil ediyordu Nurettin Bey. Bu anlayış, kentin rantına çöken menfaat çevrelerinin işlerini  kolaylaştırmıyor, zorlaştırıyordu. Kolay  kayırmalarla elde edilen ihalele bir telefonla edinilen ruhsatlar devri geride kalmıştı. ANAP’la iyice semirmiş kent burjuvazisinin ve varoşlarda yükselen tamahkar esnaf- müteahhitlerin çıkarlarına hizmet etmiyordu. Asıl mesele  buydu. 

KBB uzmanı belediye başkanımız kentin hukukunu -hastasına biraz sert davranan bir hekim tarzıyla- korumaya çalışıyordu ama nafile. Bununla ilgili bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim. Sultanahmet civarında bindiğim bir taksinin sürücüsünün yorumu bugün bile aklımdadır. Sözen toplu taşıma projesi (metro) kararını belediye meclisinden çıkardıktan sonra projeyi  uygulamaya başlamıştı. Bu nedenle taksilerin güzergahı biraz dolambaçlı hale gelmişti. Taksici toplu taşıma projesini kastederek “Nurettin aklı işte” demişti asabiyetle. Türk sağcılığının kısa özeti  bu sözde saklıdır. Günlük çıkarlar uzun dönemli kamu yararının üstündedir her zaman. 

1994 belediye seçimleri 

Bu seçimler Türkiye’nin son 30 yıllık kaderini belirleyen seçimler olmuştur. Öncelikle seçim öncesininin  değerlendirilmesi  doğru olur. ANAP,  1991’de iktidardan düşmüş, SHP-DYP koalisyonu anlamlı bir icraat yapamadan-Turgut Özal vefat edince- Demirel cumhurbaşkanı seçilmiş, merkez  sağ ve solda bütün taşlar   yerinden oynamıştı. Çiller ve Mesut Yılmaz merkez sağın birbirini tüketen demagojik aktörlerine dönüşmüşlerdi. 

Erdal Bey’in “ben artık siyaseti bırakıyorum, sıkıldım bu işten" kararını vermesi üzerine, solda uzun kurultaylar ve genel başkan değişimleri süreci yaşandı. Bu arada CHP tüzel kişiliğinin yeniden kurulması, partinin Deniz Baykal’ın elinde kalması, DSP başkanı Ecevit’in Baykal nefreti gibi faktörler, solda dağılmayı daha da arttırdı. Solda artık birbiriyle rekabet eden parti  sayısı üçe çıktı: SHP, DSP ve Baykal’in CHP si.

Benim kanaatime göre, İslamcılığın çekirdek kadrosu merkezin olanaklarına iştahla bakan, esnaf, küçük sanayi ve ticaret sermayesiydi. Bu sermaye metropolde komprador burjuvazi tarafından engelleniyordu. Bu dinamikler, taşrada    daha serbest gelişme imkanı bulmasına rağmen yine küçük ve orta ölçekli sermaye sınırlarını aşamıyordu. 1994’te  İstanbul belediye başkanı seçilen Erdoğan da, kentin levanten merkezine çok yakın bir semtte doğup büyümüştü.  Siyasi kariyer istekliliğinin altında eski hegemonyaya mekân olarak da çok yakın bir bölgede yaşamış olması yatar. Erdoğan, belediye başkanlığına güçsüz bir temsili oranla seçildi. %25.  

Refah’ın seçimi kazanmasını sağlayan birkaç etmen ileri sürülebilir. Önce sağdan başlayalım. Demokrat Parti ve Adalet Partisi’nin siyasi mirasi ANAP ve DYP’nin  yeni genel başkanları tarafından paylaşılamıyor, iki parti birbirini   tüketiyorlardı. Solda ise birbiriyle rekabet  halinde üç parti vardı. 

Solun en büyük partisi SHP -Erdal Bey’in iyi niyetiyle-  1991’de  HEP ile  seçim ittifakı yapmıştı. Erdal İnönü,  Demirel sözüyle, Kürt realitesinin yarattığı sorunların mecliste temsille çözülebileceğini düşünüyordu. Bu temsil olanağı daha yemin töreninde ayrılıkçı gösteriye dönüştü. Bunu Tuzla’da yedek subay öğrencilere yönelik katliamının Hatip Dicle tarafından “savaş  hali” olarak yorumlanması izledi. Bu tutumlar SHP tabanında öfke ile  karşılandı. Hatırlanacağı üzere, bundan sonra Ecevit’in DSP’si hep yükselen parti olacaktır. 

Tekrar 1994 belediye  seçimlerine dönersek, aşırı hırpalanmış SHP’ye  İstanbul Belediye Başkanlığını kazandıracak  yeni birisi  bulunmalıydı. Bulundu da. Ömer Zülfü Livaneli olacaktı  bu yeni isim. Livaneli aktif siyasete ilgisini zaman içinde kaybetse de, parti liderliği dahil sol siyasetle çok ilgiliydi. Livaneli’nin seküler kesimde- benim pek hoşlanmadığım- bir karizması vardır. Bu sayede seçim kazanılabilir diye düşünülüyordu. 

Anketler, DYP karşısında hala büyük sermayenin (İstanbul  burjuvazisi)  partisi  görünümünü sürdüren ANAP’ın   adayı İlhan Kesici’nin veya Livaneli’nin seçimi  alabileceği sonucunu gösteriyordu. Ama medya rüzgarı Livaneli’nin yelkenini şişirmek için kullanılıyordu. Bu arada yeniden kurulan CHP de aday çıkarttı. Bu  bir eski 68’liydi: Ertuğrul Günay.  Çok ironik bir şekilde Günay ilerde AKP milletvekili ve Kültür bakanı olacaktır. Ecevit’in DSP’si Bayrampaşa Belediye başkanı Necdet Özkan’ı aday gösterdi. 

Bu seçimler medya yönlerdirmesinin belirgin bir şekilde etkili olduğu bir seçim oldu. Anketler seçim günü yaklaştıkça, Livaneli’nin, SHP’nin kaybettiği  krediyi geri kazandığını ve %28 oyla seçimi önde bitireceğini müjdelemeye başladı.  Hatta bu sonuçlar tam sayfa gazete ilanına dönüştüler.

Bu seçimde iki  sürpriz aday daha vardı. Bunlardan ilki ANAP kurucusu ve eski belediye başkanı Bedretti Dalandı. Dalan bu kez Çiller’in saflarında yarışacaktı. MHP’nin adayı oldukça ilginç bir isimdi. Uluslararası çapta  bir mimar ve kent planlamacısı olan Ahmet Vefik Alp idi bu isim. Alp’in MHP’den adaylığının ülkücü çevrelere yakınlığı ile bir  ilgisi yoktu. Alp,  MHP adaylığını, “Diğer partileri de düşünmüştüm ama, önce bu arkadaşlar teklif ettiler. Kabul ettim." şeklinde açıklayacaktı. Bugünden baktığımızda galiba en iyi aday oldu. 

Seçimlerden kısa bir süre önce  karşılaştığım bir tablo beni kuşkulandırdı. Gene de pek ehemmiyet vermedim. Ümraniye-Üsküdar yolu üzerinde şaşırtıcı büyüklükte bir gösterici grubunun ortasına  düştüm. Kitle trafiği felç etmişti.  Bu insanlar kent yoksullarıydılar. Büyük bir şevkle sloganlar atıyorlardı: “İstanbul’a başkan, Tayyip Erdoğan” Eski istanbul'un çevresinde büyümüş yeni semtlerin insanlarıydı bunlar. Kitle şehrin merkezini talep ediyordu. Çelik Gülersoy’un Çamlıca’daki elitist Turing tesislerinde gözleme ve saç kavurma yemek, çay içmek istiyorlardı. İstedikleri oldu. Mehmet Şevki Eygi’nin seçtiği hat levhaları altında  yemek yiyor, resimler çektiriyorlar. Bunlara hiçbir itirazım yok. Demoskratos  bir yerde bu  zaten. Ancak otuz yıldır bir yanılsama içindeler: Daha da yoksullar ve iktidarda  olduklarını sanıyorlar. Değiller.