Belediye Başkan adayı Hüsamettin Cindoruk Şark Kahvesinde
Yıl 1984, İstanbul Siyasal’da öğrenciyim. Kapalıçarşı’da Şark Kahvesi’ne uğruyoruz sık sık arkadaşlarla. Fiyatlar şimdiki gibi uçmuş değil. 12 Eylül rejimi sona ermiş, ANAP, 1983 Kasımında yapılan seçimlerde - veto sistemi sayesinde - iktidara gelmişti. Yakında mahalli idareler seçimi yapılacak. İlk kez gerçek anlamda çok partili seçim yapılacak Türkiye’de. Belediye ve il genel meclisi seçimleri.
Biz çaylarımızı yudumlarken birden ortalık karıştı. Oldukça kalabalık bir politikacı grubu kahveyi doldurdu. Karşımızda gördüğümüz kişi Hüsamettin Cindoruk’tu. Demirel’in mutemet adamı. DYP’nin İstanbul İl başkanı, İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığına aday gösterilmişti. Populist halka inme tavırlarıyla epey bir tokalaşma seansı yaşandığını hatırlıyorum. Onu ve partisini önemsemiyormuş bakışlarla olayı izledik.
Biz en çok Kenan Evren’e ve Turgut Özal’a kızıyoruz malum nedenlerle. Demirel ve ekibine karşı hafif bir sempati var. Cindoruk Yassıada’da Demokratların avukatı.
Yeni Gündem Dergisi yeni çıkmaya, mülakatlar yayınlamaya başlamış, avukat Hüsamettin Bey’le de bir mülakat yapılacak daha sonra. Uzun diktatörlük yıllarından sonra bu tür yayınları demokrasi şöleni keyfiyle okuyoruz o günlerde. 12 Eylül’ün kurduğu düzene karşı olan herkes Demirel’in verdiği “hukuk devleti” mücadelesine hak veriyor. Başbakan Özal ise yasakları biz koymadık ki pişkinliği içinde.
Saraçhane meydanında SODEP mitingi
Biz İÜSBF’liler Necdet Calp’in partisini Kenan Evren’den icazetli olarak görüyor ve beğenmiyor, Erdal İnönü’nün Sosyal Demokrasi Partisini (SODEP) destekliyorduk. Yıllar sonra gelen görevli serbestinin verdiği coşkuyla SODEP’in mitingine gittik. Daha önce, İsmail Cem’in de konuşmacı olduğu bir kapalı salon toplantısı Pera Palas’ta yapılmıştı, ona da gitmiştik. Soruların yazılı olarak alındığı toplantıda Algan Hacaloğlu benim sorumu okumamıştı. Mitingte “SODEP seçmen elele… Korel Göymen göreve” diye slogan attığımızı hatırlıyorum.
Korel Göymen hoca SODEP’ten belediye başkan adayı olarak gösterilmişti. Biz hocayı beğenmiştik. Ama halkımız beğenmemişti. Bizim için çok iyi bir adaydı Korel Göymen Hoca. Dış görünüşü, eğitimi, konuşma tarzı itibariyle tipik bir cumhuriyet elitiydi. Doçentti, İngiltere’de kamu yönetimi öğrenimi görmüştü. Şimdiki terminoloji ile söylersek hocanın GPA, ALES, LES, dil puanları çok yüksekti. Ama mülakatta elenecek adaydı.
Erdal Bey de orada idi. Parti genel başkanı fizik profesörü Erdal İnönü ve İstanbul adayı Korel Göymen “lecture tadında” konuşmalar yaptılarsa da bizim coşkumuz konuşmaların çok önündeydi. Epey keyifle döndüğümüzü hatırlıyorum mitingden.
Sandıklar kapandığında, sonuç bizim için hayal kırıklığı oldu tabii. Özal’ın adamı Bedrettin Dalan seçimi kazanmıştı. Bir başka üzüntümüz Özal’ı temsil meşruiyeti krizine sokacak bir oy oranına indirmek şöyle dursun, halkımız Özal’a verdiği desteği daha da arttırmıştı. Dalan İTÜ MMF elektrik şubesi mezunu bir mühendisti. Oldum olası bakışlarından rahatsız olduğum bir politikacıydı kendileri o zamanlar.
Sonuç itibariyle, SODEP bu seçimlerden hem İstanbul’da hem de Türkiye genelinde 2. Parti olarak çıktı. Yeni demokrasi devrinin ilk gerçek seçiminde milli irade Özal’a değil parlamento içi muhalefet partilerine kırmızı kart göstermişti.
İsmet Paşa’nın özel kalem müdürü Necdet Calp’in Halkçı Partisi ve Kenan Paşa’dan torpilli Sunalp Paşa’nın MDP’si baraj altı olma seviyesine düşmüşlerdi. Seçimlerin en önemli sonucu şu oldu: gerçek muhalefet partileri parlamentoda temsil edilmiyorlardı.
Bedrettin Dalan İstanbul’un ilk büyükşehir belediye başkanı
Geçenlerde Yeditepe Üniversitesinde bir panele katılmıştım. Yemekhanede kaptan şapkası ile Mütevelli Heyeti Başkanı Dalan’la karşılaştım. Mütebessim bir şekilde bana bakınca ben de hafif bir baş selamı verdim. 80’lerde ona duyduğum menfi hissiyat geçmişti herhalde. Ergenekon/Balyoz kumpas davalarında Haberal Hoca gibi onu da tutuklamak istediler. Sanırım 5 yıl yurtdışında-kanser tedavisi görerek- yaşamak zorunda kaldı.
Dalan’ın belediye başkanlığı Menderes tarzında geçti. İdari yargı kararlarını uygulamadı. Yargıya aldırmadan sahillere kazıklı yolları yaptı. Arnavutköy, Sarıyer, Üsküdar -Harem ve diğerleri. 50’lerde Menderes’in başlattığı yıkarak modernleşme mantığının 80’lerdeki versiyonuydu Dalan.
Şimdilerde İstanbul’a tamamen çökmüş bulunan uluslararası sermayenin ilk etütlerinin yapıldığı ve ANAP etrafında kümelemiş egemenlerin tatlı rant alanları keşfetmeye başladığı yıllar oldu bu yıllar. .
Meşrutiyet’te bir yangın sonucu metruk kalan Çırağan Sarayı’nın bahçesi, derme çatma basamaklarla Beşiktaş’ın Şeref Stadı olarak kullanılıyordu. Böylesine muhteşem bir mekan böyle atıl kalamazdı. Kapitalizme kazandırılmalıydı. Dalan Çırağan’ı, duvarlarında yaratıcı- yıkıcılık gedikleri açarak, şimdilerde zengin- Ortadoğu düğünlerinde kullanılan bir otele dönüştürdü.
KBB mütehassısı Prof. Dr. Nurettin Sözen’in belediye başkanlığı
Büyükşehir belediyesi kanununun mucidi Özal’dır. Eğitim ve sağlığı özelleştirdiği gibi mahalli idareleri de özelleştirebilirdi, o kafada bir adamdı. Ama o zamanlar Türkiye’de Anayasa Mahkemesi olduğundan çekinmiş olmalı.
80’ler Özal’ın elinde kalemiyle “icraatın içinden” ve orta direk masalları ile geçti. İşin hakikati, Atatürk cumhuriyetini vahşi kapitalizme teslimden ibaretti. Bir de sürekli bahsettiği bir şey daha vardı: statükoculuk. Bu Atatürk devrimlerine, hukukun üstünlüğüne ve kamu işletmeciliğine bağlı devlet demekti. Özal bu kurucu ilkeleri demirperde ülkesi adetleri olarak yorumluyordu.
Özal, 1984’ten sonra yükselen demokrasi dalgası karşısında bir manevra yapmak ihtiyacını hissetti. 1987’de referandum çalımıyla , “abisi” Demirel’i siyaseten gömmek istedi. Başarılı olamadı. Siyasi yasaklar kalkınca, eskiler sahaya döndüler. Siyasetin bütün denklemi değişti. 1987 seçimleri, Türkiye’de her şeyin değiştiğini göstermişti.
Ancak askeri diktatörlük koşullarında yönetebilecek Türkiye kapitalizmi tökezlemeye başlayınca, Özal, mahalli idareler seçimlerini altı ay öne alabilmek için siyasi tarihimizin en tuhaf referandumunu yaptı. Sonuç 1989’un habercisiydi. Özal’ın önerisi %64 oyla reddedildi. Siyasi etik gereği istifa etmesi gerekirdi. Tabii ki etmedi. Böyle bir sonuç karşısında Türkiye’de istifa edecek tek bir politikacı vardı: Bülent Ecevit. Özal alaturka politikacı tavrıyla olayı önemsemezmiş gibi göründü.
Özal’ın anayasası değiştirme ve mahalli idareler seçimlerini öne alma hamlesi reddedilince seçimlerin 1989 Martında yapılması kesinleşti. Bu arada bizim SODEP, Halkçı Parti ile birleşmiş, SHP (Sosyaldemokrat Halkçı Parti) adı altında tüzel kişilik kazanmıştı. Erdal İnönü partiye genel başkan seçilmiş, ara milletvekiliği seçiminde parlamentoya girmişti.1987 seçimlerinden itibaren Demirel de parlamentodaydı.
Genel yerel seçimler, iktidar açısından güvenoylaması sayılır. İktidarı devirmenin yolu, arkasındaki oy oranını temsil meşruiyetini sınırlarına kadar düşürmeyi başarmaktır. Özal’ı erken seçime zorlamanın yolu bu olabilirdi.
Bundan başka, bu seçimde tuhaf bir şey oldu. Özal, seçim kanununu değiştirerek seçim pusulasında başkan adaylarının isimlerinin değil sadece siyasi parti logolarının yer almasını sağladı. Bu aslında seçmenin oy verdiği kişiden bihaber olması anlamına geliyordu. Bu çok antidemokratik tutumdu. Bu arada, yaratıcı- yıkıcı belediye başkanımız Bedrettin Dalan bu kararı yükselen karizmasına yönelik bir tırpanlama girişi olarak yorumladı. Başbakan’ın bu operasyonuna tuhaf gazete ilanlarıyla yanıt verdi. Sanki ANAP’tan özerk bir Bedrettin Dalan Partisi varmış gibi davranıyordu.
Büyük bir özgüvenle girdiği seçimi kaybettikten sonra, ANAP’tan ayrıldı. Demokrat Merkez Parti’yi kurdu. Partisi bir varlık gösteremeyince Demirel’e iltihak etti. 1991’de İstanbul milletvekili seçildi. Dalan 1994 ‘de Çillerli DYP’nin İstanbul belediye başkanı adayı olarak bir kez daha şansını deneyecekti.
Eski Türkiye’de ekonomik gidişatın seçim sonuçlarını radikal bir şekilde etkileyebildiği bir siyasal hayat yaşanmıştı. Bunun ilk somut örneği, 1979 ara seçimlerinde Ecevit Hükümetinin aldığı oy oranıdır. Ecevit başkanlığındaki CHP, 1977 seçimlerinde %42 oy almayı başaran bir parti iken, iç güvenlik ve ekonomik sorunlar karşısında başarısız olunca -1979 ara seçimlerinde- oy oranı %20’lere düşmüş ve Bülent Bey istifa etmişti. İkinci örnek, 1989 seçimlerinde ANAP’ın karşılaştığı hezimet olmuştur. İktidar partisinin Türkiye ortalaması %21.80'e düşmüştü. Bu fevkalade önemli sonuç karşısında Demirel -Özal’a-şöyle demişti. %21.80’le iktidar olamazsın. İktidar olsan da muktedir olamazsın. Beşte bire düşmüşsün. İstifa et. Özal bu çağrıyı umursamamıştı. Seçimin genel seçim değil, yerel seçim olduğu belirmişti.
Özal istifa davetini umursamadığı gibi, bu temsil zaafına rağmen, parlamentodaki ANAP çoğunluğuna dayanarak Evren’in yerine Çankaya’ya çıkmış, Yıldırım Akbulut’u başbakan atayarak fiili başkanlık rejiminin ilk denemelerini gerçekleştirmişti.
Özal’ın başbakanlığı ve Dalan’ın belediye başkanlığı zamanında Boğaziçinde HTR hocasıydım. Bir yandan da doktora yapıyordum. Beş yılımız onlarla geçmişti. Belediye seçimleri yaklaşıyordu.1989 Martında seçimler yapılacaktı.
Onları sermayenin adamı olarak görüyor ve her geçen gün daha çok sinirleniyordum. Demirel’e eski kızgınlığım gitmiş yerini-ortalıkta telaffuz etmediğim- bir sempatinin aldığını bile söyleyebilirim. Kenan Evren’e yazdığı “hukuk devleti ve demokrasi dersi” mahiyetindeki mektubu hislerime tercüman olmuştu. Özal’ın akademik personele yaptığı maaş zammı bazı arkadaşlarda tereddütlere yol açmıştı. Hatta Dalan belediyesini beğeniyorlardı. Adam hukuka aykırı işler yapıyor ama çalışıyor minvalinde laflar ediyorlardı. Benim için önemli olan doğru politik tavırdı. Bu da 12 Eylül ürünü olan bu iki aktörün tam karşısında pozisyon almaktı.
Oyumuz elbette soldan yana olacaktı. Yani o tarih itibariyle Sosyaldemokrat Halkçı Parti. Erdal Bey’in demokrat tavırları, şakaları hoşuma gidiyordu. En çok beğendiğim tarafı ise “ben bu işi bana ihtiyacınız olduğu için yapıyorum, çok da derdim değil yani” diyen yüz ifadesiydi. Gerçekten de öyleydi. Benim için daha da önemlisi O, İsmet Paşa’nın oğluydu. Gazi’nin emanetiydi, zeytin dalları arasına saklanarak okları yukarı dönmüş Halk Fırkasına (SHP) oy vermek boynumuzun borcuydu.
Neticede, SHP’nin adayı eski tarz bir CHP’li oldu: Nurettin Sözen. Sözen, Cerrahpaşa Tıp’ta KBB profesörüydü. Yüz ifadesi SBKP politbüro üyelerini çağrıştırsa da, iyi niyetliydi.
1989 belediye seçimlerini SHP kazandı. Yani benim de oy verdiğim aday. Bunun nedeni adayın muhteşem siyasi performansı değildi. Özal kapitalizminin halkı “limon gibi sıkmasıydı”. SHP bu gerçeği seçim afişlerine yansıtmıştı.
Nurettin Sözen Hoca’nın belediye başkanlığı performansına değinmeden önce, seçim sonuçları üzerine birkaç söz etmek isterim. Birinci dikkat çekici nokta, ANAP’ın İstanbul’da gerilediği gerçeği idi. Dalan’ın Özal’dan özerk politikası işe yaramamıştı. Parti’nin oy oranı %26’ya gerilemişti.
Bir başka ilginç olay, Özal’ın eski maliye vekili Vural Arıkan DYP’nin adayıydı. ANAP tek başına iktidara geldikten sonra Özal’la ilk siyasi sürtüşme Vural Arıkan ile yaşanmıştı. Başbakan Özal, 1982 anayasasında yeni bir siyasi müessese olan “bakan azlini” ilk kez Arıkan’a uyguladı. Cumhurbaşkanı Kenan Evren başbakanın talebi üzerine Maliye Bakanlığından azletti. Sanırım bu siyasi tarihimizdeki ilk bakan azliydi. İkincisi de İsmail Özdağlar olmalı. Arıkan, başarısız bir parti kurma (Vatandaş Partisi) deneyiminden sonra, Özal’ın alternatifi DYP’ye geçti. Sağda DYP’nin ANAP’ın rakibi olduğu bu seçimlerde ortaya çıktı.DYP İstanbul’da %13.5 oy ile üçüncü parti oldu.
Solda, Ecevit’in DSP’si 1987 genel seçimlerinde, %8.5 oyla baraj altında kalmış, milyonlarca oy çöpe gitmişti. Bu kez İstanbul seçimlerinde Mukbil Zırtıloğlu ile ciddi bir başarı göstermişti. (%12)
Dinci sağ, 12 Eylül öncesindeki temsil tabanına yeniden ulaşmış, Recep Tayyip Erdoğan Refah Partisi’nin Beyoğlu ilçe belediye başkan adayı olarak %23 oy oranı ile 2. sırada seçimi bitirmişti. Bu bölünme ortamında Nurettin Sözen %36 oyla İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı seçildi.
Bu seçim benim hayatımda verdiğim oyla sonucu değiştirdiğimi düşündüğüm ilk seçim olmuştur. Dalan’ın devrildiği ertesi sabah Demirel’in köprüsünden otobüsle derse giderken kendimi şehri işgalden kurtaran cephenin bir üyesi olarak hissetmiştim.
Gelelim benim de katkılarımla seçilen Nurettin Sözen’in belediye başkanlığına, ben hocanın başkanlığını biraz Atatürk devri vali- belediye başkanı Muhittin Üstündağ’ınkine benzetirim. İyi niyetli ama bürokratik devlet geleneği içinde. Sağcıların çok iyi becerdiği popülizmden uzak bir kamu yönetimi anlayışı.
Tabii ki bu tarz, çıkar çevrelerini şiddetle rahatsız etti. Dalan döneminde şehrin büyüyen rantından iştahla yararlanan sermaye Sözen’i topa tutmak için hiçbir fırsatı kaçırmadı. Eski Türkiye’nin “main stream” medyası da sürekli vurdu Sözen’e.
Oysa ki Sözen, tramvay, metro gibi toplu taşıma yöntemlerinin altyapısını planlayan, hatta uygulamaları başlatan başkan olmuştur. Ayaspaşa Park Oteli inşaatının imar hukuku sınırlarına indirilmesi gibi adımları atmıştır.
AKP döneminin ecdadcı politikacıları selatin camilerinin arkasından yükselen-kendi verdikleri ruhsatlarla- gökdelenleri dikenlere “ben bu arkadaşlara kırgınım” dediler sadece. Sözen kanunun gereğini yaptı.
Tekrar Sözen’e dönersek, hocanın biraz talihsiz olduğunu söylemeliyim. O göreve geldiğinde kentin su kaynakları sınıra dayanmıştı. Barajlardaki su stokları durumu ancak idare ediyordu. Sözen’in görevde bulunduğu yıllarda aşırı yağışsızlık su kesintilerine neden olunca sağcılara gün doğdu. Gusül abdesti sorunlarından söz edilmeye, tek parti dönemi tekerlemelerinden “Geldi İsmet kesildi kısmet” sözleri hatırlatılmaya başlandı. Yalova’dan büyük balonlarla su getirme, yağmur bombası atma gibi teşebbüsler sağ kamuoyunun Sözen’i iyice alaya almasına yetti.
Bence SHP’yi ve Nurettin Bey’i bitiren, temizlik işçileri grevi oldu. Kişisel olarak, maden ve temizlik işçilerinin en yüksek ücretlendirmeyi hak eden emek kesimleri olduğu düşüncesindeyim. Toplu iş sözleşmesi görüşlerinde çok ciddi artışlar sağlanmasına rağmen sendika greve gitti. İşte halkımızın yıldırım hızıyla SHP’den kaçmasına sebep olan bu grev ve çöp dağları oldu. Grev bittiğinde SHP’nin (bunu Halk Partisi olarak okumak doğru olur) üstü kalın bir kırmızı kalemle bir kez daha çizildi.
Bir başka olay ise, İSKİ skandalıydı. Türk sağının muhteşem skandallarının boyutlarıyla karşılaştırıldığında “devede kulak sayılabilecek skandalda” bir de gönül meselesi faş olmuştu. Neticede Sözen, olayı örtbas etmeye çalışmak yerine, yargıya intikal etmesini sağlamasına rağmen töhmet altında kalmaktan kurtulamadı.
Şimdi aradan bu kadar zaman geçtikten sonra bile Sözen susuzluk ve çöp dağlarıyla anılıyor. Kimse onu hukuka uygunluğu önemseyen, temizlik işçilerine en yüksek ücreti veren bir yönetici olarak hatırlamıyor. Oysa ki, “milletin adamları” belediyeyi alınca, temizlik işlerini taşerona verip, güvencesiz asgari ücretlerle çalıştırdıkları işçilerle sorunu toptan hallediverdiler.
Nurettin Beyle ilgili asıl püf noktası bence şuydu: kafa olarak bürokratik devlet geleneğini temsil ediyordu Nurettin Bey. Bu anlayış, kentin rantına çöken menfaat çevrelerinin işlerini kolaylaştırmıyor, zorlaştırıyordu. Kolay kayırmalarla elde edilen ihalele bir telefonla edinilen ruhsatlar devri geride kalmıştı. ANAP’la iyice semirmiş kent burjuvazisinin ve varoşlarda yükselen tamahkar esnaf- müteahhitlerin çıkarlarına hizmet etmiyordu. Asıl mesele buydu.
KBB uzmanı belediye başkanımız kentin hukukunu -hastasına biraz sert davranan bir hekim tarzıyla- korumaya çalışıyordu ama nafile. Bununla ilgili bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim. Sultanahmet civarında bindiğim bir taksinin sürücüsünün yorumu bugün bile aklımdadır. Sözen toplu taşıma projesi (metro) kararını belediye meclisinden çıkardıktan sonra projeyi uygulamaya başlamıştı. Bu nedenle taksilerin güzergahı biraz dolambaçlı hale gelmişti. Taksici toplu taşıma projesini kastederek “Nurettin aklı işte” demişti asabiyetle. Türk sağcılığının kısa özeti bu sözde saklıdır. Günlük çıkarlar uzun dönemli kamu yararının üstündedir her zaman.
1994 belediye seçimleri
Bu seçimler Türkiye’nin son 30 yıllık kaderini belirleyen seçimler olmuştur. Öncelikle seçim öncesininin değerlendirilmesi doğru olur. ANAP, 1991’de iktidardan düşmüş, SHP-DYP koalisyonu anlamlı bir icraat yapamadan-Turgut Özal vefat edince- Demirel cumhurbaşkanı seçilmiş, merkez sağ ve solda bütün taşlar yerinden oynamıştı. Çiller ve Mesut Yılmaz merkez sağın birbirini tüketen demagojik aktörlerine dönüşmüşlerdi.
Erdal Bey’in “ben artık siyaseti bırakıyorum, sıkıldım bu işten" kararını vermesi üzerine, solda uzun kurultaylar ve genel başkan değişimleri süreci yaşandı. Bu arada CHP tüzel kişiliğinin yeniden kurulması, partinin Deniz Baykal’ın elinde kalması, DSP başkanı Ecevit’in Baykal nefreti gibi faktörler, solda dağılmayı daha da arttırdı. Solda artık birbiriyle rekabet eden parti sayısı üçe çıktı: SHP, DSP ve Baykal’in CHP si.
Benim kanaatime göre, İslamcılığın çekirdek kadrosu merkezin olanaklarına iştahla bakan, esnaf, küçük sanayi ve ticaret sermayesiydi. Bu sermaye metropolde komprador burjuvazi tarafından engelleniyordu. Bu dinamikler, taşrada daha serbest gelişme imkanı bulmasına rağmen yine küçük ve orta ölçekli sermaye sınırlarını aşamıyordu. 1994’te İstanbul belediye başkanı seçilen Erdoğan da, kentin levanten merkezine çok yakın bir semtte doğup büyümüştü. Siyasi kariyer istekliliğinin altında eski hegemonyaya mekân olarak da çok yakın bir bölgede yaşamış olması yatar. Erdoğan, belediye başkanlığına güçsüz bir temsili oranla seçildi. %25.
Refah’ın seçimi kazanmasını sağlayan birkaç etmen ileri sürülebilir. Önce sağdan başlayalım. Demokrat Parti ve Adalet Partisi’nin siyasi mirasi ANAP ve DYP’nin yeni genel başkanları tarafından paylaşılamıyor, iki parti birbirini tüketiyorlardı. Solda ise birbiriyle rekabet halinde üç parti vardı.
Solun en büyük partisi SHP -Erdal Bey’in iyi niyetiyle- 1991’de HEP ile seçim ittifakı yapmıştı. Erdal İnönü, Demirel sözüyle, Kürt realitesinin yarattığı sorunların mecliste temsille çözülebileceğini düşünüyordu. Bu temsil olanağı daha yemin töreninde ayrılıkçı gösteriye dönüştü. Bunu Tuzla’da yedek subay öğrencilere yönelik katliamının Hatip Dicle tarafından “savaş hali” olarak yorumlanması izledi. Bu tutumlar SHP tabanında öfke ile karşılandı. Hatırlanacağı üzere, bundan sonra Ecevit’in DSP’si hep yükselen parti olacaktır.
Tekrar 1994 belediye seçimlerine dönersek, aşırı hırpalanmış SHP’ye İstanbul Belediye Başkanlığını kazandıracak yeni birisi bulunmalıydı. Bulundu da. Ömer Zülfü Livaneli olacaktı bu yeni isim. Livaneli aktif siyasete ilgisini zaman içinde kaybetse de, parti liderliği dahil sol siyasetle çok ilgiliydi. Livaneli’nin seküler kesimde- benim pek hoşlanmadığım- bir karizması vardır. Bu sayede seçim kazanılabilir diye düşünülüyordu.
Anketler, DYP karşısında hala büyük sermayenin (İstanbul burjuvazisi) partisi görünümünü sürdüren ANAP’ın adayı İlhan Kesici’nin veya Livaneli’nin seçimi alabileceği sonucunu gösteriyordu. Ama medya rüzgarı Livaneli’nin yelkenini şişirmek için kullanılıyordu. Bu arada yeniden kurulan CHP de aday çıkarttı. Bu bir eski 68’liydi: Ertuğrul Günay. Çok ironik bir şekilde Günay ilerde AKP milletvekili ve Kültür bakanı olacaktır. Ecevit’in DSP’si Bayrampaşa Belediye başkanı Necdet Özkan’ı aday gösterdi.
Bu seçimler medya yönlerdirmesinin belirgin bir şekilde etkili olduğu bir seçim oldu. Anketler seçim günü yaklaştıkça, Livaneli’nin, SHP’nin kaybettiği krediyi geri kazandığını ve %28 oyla seçimi önde bitireceğini müjdelemeye başladı. Hatta bu sonuçlar tam sayfa gazete ilanına dönüştüler.
Bu seçimde iki sürpriz aday daha vardı. Bunlardan ilki ANAP kurucusu ve eski belediye başkanı Bedretti Dalandı. Dalan bu kez Çiller’in saflarında yarışacaktı. MHP’nin adayı oldukça ilginç bir isimdi. Uluslararası çapta bir mimar ve kent planlamacısı olan Ahmet Vefik Alp idi bu isim. Alp’in MHP’den adaylığının ülkücü çevrelere yakınlığı ile bir ilgisi yoktu. Alp, MHP adaylığını, “Diğer partileri de düşünmüştüm ama, önce bu arkadaşlar teklif ettiler. Kabul ettim." şeklinde açıklayacaktı. Bugünden baktığımızda galiba en iyi aday oldu.
Seçimlerden kısa bir süre önce karşılaştığım bir tablo beni kuşkulandırdı. Gene de pek ehemmiyet vermedim. Ümraniye-Üsküdar yolu üzerinde şaşırtıcı büyüklükte bir gösterici grubunun ortasına düştüm. Kitle trafiği felç etmişti. Bu insanlar kent yoksullarıydılar. Büyük bir şevkle sloganlar atıyorlardı: “İstanbul’a başkan, Tayyip Erdoğan” Eski istanbul'un çevresinde büyümüş yeni semtlerin insanlarıydı bunlar. Kitle şehrin merkezini talep ediyordu. Çelik Gülersoy’un Çamlıca’daki elitist Turing tesislerinde gözleme ve saç kavurma yemek, çay içmek istiyorlardı. İstedikleri oldu. Mehmet Şevki Eygi’nin seçtiği hat levhaları altında yemek yiyor, resimler çektiriyorlar. Bunlara hiçbir itirazım yok. Demoskratos bir yerde bu zaten. Ancak otuz yıldır bir yanılsama içindeler: Daha da yoksullar ve iktidarda olduklarını sanıyorlar. Değiller.
Çok Okunanlar
BEDAŞ açıkladı... İstanbul'da elektrik kesintisi
23 Kasım 2024 günlük burç yorumu
Fenerbahçe-Kayserispor muhtemel 11 belli oldu
Yalı Çapkını dizisinde ayrılık
Verona- Inter maçında Hakan Çalhanoğlu oynayacak mı? 11'de yer alıyor mu?
Kenan Yıldız Milan - Juventus maçında ilk 11'de mi? Maç ne zaman, saat kaçta?
Al-Nassr'da kadroya alınmayan Talisca'nın gitmesine bu formülle izin verecek!
Av. Turan Karakaş hayatını kaybetti
Gazeteler Kılıçdaroğlu'nun davasını nasıl gördü?
Conor McGregor'a cinsel tacizden ceza