YAZIMIN İÇERİĞİ HAKKINDA
Can Atalay’ın milletvekilliği ile ilgili bu yazımı yazarken, Müzeyyen Gözden Atasayan, Tolga Şirin, Korkut Kanadoğlu, Kemal Gözler, Sibel İnceoğlu ve İbrahim Kaboğlu hocaların makalelerinden yararlandım.
Öncelikle belirtmeliyim ki, Anayasa Mahkemesi, Can Atalay kararlarında, bir süper temyiz mercii gibi davranmamış, yerindelik denetimi de yapmamıştır. Temel hak ihlalinden kaynaklanan Anayasaya aykırılığın giderilmesini sağlayacak kararlar vermiştir.
AYM ilgili kararlarında vurgulandığı üzere Anayasanın 14.maddesi ile 83. maddesinin norm alanları farklıdır. 14. maddenin amacı yasama dokunulmazlığına istisna teşkil eden suçları belirlemek değildir.
Bana göre 83. maddede tanımlanan yasama dokunulmazlığı sadece “ağır cezayı gerektiren suçüstü halinde” öne sürülemez. Örneğin: Bir milletvekilin genel kurulda bir başka milletvekilini öldürmesi gibi. (Türkiye’de yaşandı bu hatırlayınız)
CAN ATALAY KİMLİĞİNİN İKTİDAR AÇISINDAN ANLAMI
Can Atalay, iktidarın doğrudan sorumlu olduğu bir çok felaketin mağdurlarının avukatlığını yapmıştır. Bu başlı başına iktidar sahiplerinin epey sinirlerine dokunan bir şeydi.
Bu olaylardan bazılarını ifade etmek gerekirse Soma Faciası, Ermenek Maden Kazası, Adana Öğrenci Yurdu Yangını, Çorlu Tren Kazası.
Bunların yanısıra Atalay, Taksim Dayanışmasının yanında tavır aldı. Bu platform, 40’lardan beri şehirde özel bir yeni olan Taksim Gezisini yok etme planına karşı örgütlenen insanlardı. Bu sivil, demokratik, hukuka uygun meşru bir durumdu. Demokratik, anayasal bir haktı. İktidar yurttaşların “toplanma ve gösteri yürüyüşü hürriyetini” korumak yerine kriminalize etmeyi tercih etti. Kendi siyasi planları gereği.
Yeri gelmişken bazı hatırlatmalar yapmak isterim. Gezi Parkı eylemleri başladığında MHP muhalefetteydi. Devlet Bahçeli eylemleri haklı buluyordu. AKP hükümetine demediğini bırakmıyordu. 2013’ün MHP’sine göre insanlar anayasal haklarını kullanıyorlardı. İki kişiyi daha size hatırlatmak isterim. Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu da Millet İttifakına katıldıktan sonra müşteki sıfatıyla Gezi Davasında imzası olanlar arasında olmadıklarını, hatta zamanın başbakanını uyarmaya çalıştıklarını söylediler.
Meselenin zıvanadan çıkması iktidarın şiddet dozunu arttırması nedeniyle oldu. İktidar gösterilere suhuletle yaklaşmak yerine platformu ezme yoluna gitti. Kanımca olayın özü şudur: Dönemin başbakanı bu olayları “şahsi iktidarına yönelik” ciddi bir tehdit olarak gördü.
Bir not daha düşmek isterim. Siyasi tarihimiz şunu gösteriyor ki 1 Mayıs 1977 felaketi dahil olmak üzere bir çok olayda yurttaşların toplantı ve ifade hürriyetlerini kriminalize eden provakatif gruplar hemen devreye girmiştir.
Gezi Parkı eylemleri sırasında da benzer bir senaryo yaşandığını söyleyebilirim. Protestoculara aşırı sol örgütler dahil oldu. Bence denetimli bir şekilde. Buna yol verenlerin “derin bazı işlerle” alakalı olduklarından eminim. 1 Mayıs 1977’de olduğu üzere.
Böylece İktidar olayları ayaklanma girişimi, hükümeti devirmeye kalkışma suçu olarak kriminalize etme olanağına kavuştu. Sonrası malum.
İKTİDARIN GEZİ PARKI’NI ORTADAN KALDIRMA DÜŞÜNCESİNDE GERÇEK AMACI NEYDİ?
AKP iktidarının (o tarihte 61. Hükümet) Taksim’in laik cumhuriyet kimliğini silmek gibi bir gündemi olduğu malumunuzdur. Bunun yolu Osmanlıcılığı meydan üzerinden hakim kılmaktı. Günümüzde Taksim’e gittiğinizde bunu apaçık görürsünüz. Cumhuriyetin ortadan kaldırdığı “Ecdat yadigarı Topçu kışlası” söylemi sadece bir paravan işlevi görüyordu.
AKP iktidarı, Taksim Gezi Parkına, Kışlayı güya ihya etmek görüntüsü altında bir AVM dikmek niyetindeydi. Bu niyetin iki yönlü işlevi olacaktı. Birincisi, Gezi Parkı, İnönü’nün cumhurbaşkanlığı döneminde yapılmıştı. Hatta belediye tarafından verilen resmi adı : İnönü Gezisi idi. Bu proje ile iktidar İsmet Paşa’nın ismini bir yerden daha silmiş olacaktı. İkinci yön ise yandaş sermayeye yeni bir rant alanı açmaktı.
Meselenin bir de fiziki yönü vardı. Taksim Cumhuriyet Anıtını fiziki olarak ezen karşı devrim hamlesinin ivmesini arttırmak. Cumhuriyetin İstanbul halkına kazandırdığı Gezi Parkını yok ederek alanda iktidar ideolojisini egemen kılmak. Cumhuriyet Devrimini simgeleyen anıtı cüceleştirmek. (Pietro Canonica, 1928)
GEZİ PARKINI KİM YAPMIŞTI?
Gezi Parkını büyük bir gayretle İstanbul halkına kazandıran Dr. Lütfi Kırdardır. Kırdar, tek parti döneminin başarılı bir bürokratı idi. Atatürk ve İnönü’nün cumhurbaşkanı olduğu yıllarda İstanbul valiliği yapmıştı. Kırdar kanun gereği aynı zamanda belediye başkanı idi. CHP’den milletvekilliği de yapmıştı. Tutucu çevreler onun 1957’den sonraki DP’li kimliğini önemserler. Dr. Kırdar, öncelikle İttihatçıdır. Sonra cumhuriyetin vali, milletvekili ve bakanı olmuştur.
Kırdar, şimdi Maçka Parkında gözlerden uzak bir köşede duran “Atlı İnönü” heykelinin fikir babasıdır. Heykeli Akademi’den Prof. Rudolf Belling yapmıştı. Dr. Kırdar, o heykeli Gezi Parkı girişine koymayı düşünüyordu. Kaidesi de yapılmıştı.
Kırdar’ın mümeyyiz özelliği başarılı bir tek parti bürokratı olmasıdır. Onda “dinci sağın sahiplenebileceği” hiçbir şey yoktur. Dr. Kırdar, yanlış zamanda yanlış yerdeydi. Hayata talihsiz vedası bununla ilgilidir. Yassıada’da duruşma sırasında ölümü iktidar partisi tarafından istismar edilmektedir o kadar.
CAN ATALAY’IN GEZİ PARKI DAVASINA DAHİL EDİLMESİ
Öyle sanıyorum ki bu davada yargılanan Osman Kavala, Can Dündar ve Can Atalay iktidar çevrelerinin en çok husumetini çeken isimlerdir. Kavala ve Dündar malum nedenlerle. Can Atalay ise iktidara şiddetli mukavemeti nedeniyle.
Can Atalay, Gezi Parkı platformu savunucusu konumunda iken Gezi Parkı Davası sanıklarından oluvermiştir. Aynı İmamoğlu’nun avukatının birden bire sanık olup tutuklanması gibi. Atalay, bu davada tutuklanmış, yargılanmış, milletvekili seçilmeden kısa bir süre önce ilk derece mahkemesinde mahkum edilmişti.
Netice itibariyle, Can Atalay, bir avukat olarak iktidarın sorumlu olduğu her felakette mağdurların yanında yer almış, savunmalarını üstlenmişti. Sonunda kendisi de iktidara en büyük kitlesel meydan okuma olan Gezi Parkı olaylarını kriminalize eden davanın içine atıldı. TCK 312 torbasına atılanlardan biri de o oldu. Açılan davada mahkum edildi.
KARARDA DİKKAT ÇEKEN BİR MUHALEFET ŞERHİ
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi 25 Nisan 2022’de TCK 312’den Kavala’yı müebbet hapis cezası verdi. İçlerinde Atalay’ın da bulunduğu diğer sanıkları örgütlü suça iştirak (fer’an zimethal) suçundan 18 yıla mahkum etti. Kavala ve diğer sanıkların mahkumiyetleri başka bir yazının konudur. Burada sadece Atalay’ın durumu ele alınmıştır. Beni Atalay’ın Türkiye İşçi Partili olma kimliği ilgilendirmiyor. Seçilmiş milletvekili olması ilgilendiriyor. Seçilmişin hukuku ona vekalet veren milletin hukukudur.
Bu kararda dikkat çekici bir nokta, yargılama heyetinden bir yargıç, karara muhalefet etmişti. Bahse konu yargıç, dosyada dinleme kayıtlarından başka bir delil olmadığını ve 18 Haziran 2013’te verilen dinleme kararının “hükümeti devirme suçuna” dayanmadığını, örgüt kurma isnadıyla “dinleme kararı verildiğini, “dinleme izni ile isnat edilen suçun bir ilgisinin olmadığını ” ileri sürdü. Bu gerekçelerle zanlıların beraat ve tahliyeleri yönünde oy verdi. Karşı oy gerekçesini muhalefet şerhine yazdı.
13. Ağır Ceza’nın verdiği mahkumiyet kararları, Temyiz Mahkemesinde onaylandı. (28 Eylül 2023) Bu tarih itibariyle Can Atalay milletvekili seçilmişti. Ama yargılandığı davada tutukluydu. Bu bahiste en önemli nokta burasıdır.
TBMM’İN 28. DÖNEMİNDE SEÇİLEN HATAY MİLLETVEKİLLERİ
14 Mayıs 2023 seçimleriyle teşekkül eden 28. Dönem TBMM’inde Hatay vilayeti 11 milletvekili ile temsil edilmektedir: milletvekilerinin partilere göre sandalye dağılımı şöyledir. AKP 4, CHP 3, İYİP 1, MHP 1, SP 1, TİP 1.
Hatırlatayım: Saadet Partisi Hatay milletvekili Necmettin Çalışkan CHP listesinden Meclis’e girmişti. Kılıçdaroğlu’nun ikram ettiği milletvekilliklerin biri de Hatay’dan oldu.
Biraz daha geriye gidersek, 27. Dönemde Barış Atay Mengüllüoğlu, HDP listesinden 24 Haziran 2018’de Hatay milletvekili seçilmişti. 11 Ekim’de TİP saflarına katıldı.
Barış Atay, Hatay’da TİP’in TBMM’ne milletvekili gönderme şansı yüksek olduğundan yerini Gezi davasında yargılanmakta olan Can Atalay’a bıraktı. Kendisi Antalya’dan aday oldu. Seçilemedi. Atalay Hatay’dan seçildi. O tarih itibariyle tutukluydu. Henüz hakkında kesin hüküm yoktu.
SEÇİM SONUÇLARININ İLANI VE ATALAY’IN DURUMU
Seçim sonuçlarının Resmi Gazetede ilanı le birlikte Can Atalay, yasama sorumsuzluğu ve dokunulmazlığını kuşanmıştır. Hakkında yargılamanın durması ve tahliye edilmesi gerekirdi. Akabinde de TBMM’de ant içerek görevine başlaması beklenirdi. Ama öyle olmadı.
Bana göre dokunulmazlığın başlama anı seçim sonuçlarının resmen ilanı anıdır. Bu görüş TBMM Başkanlarından Refik Koraltan’ın da (DP) görüşüdür. 1957 seçimlerinde Osman Bölükbaşı tutuklu iken yeniden Kırşehir milletvekili seçilmişti. Bölükbaşı hakkında verilen yasama dokunulmazlığının kaldırılması kararının önceki yasama dönemine ait olduğunu 11. Dönemde milletvekili seçilen Bölükbaşı’nın yeniden dokunulmazlık kazanması nedeniyle hakkında yargılamanın durdurulması ve Meclis’e iltihakı gerektiğini söylemişti. Öyle de oldu. 2023 seçimlerinden sonra da Atalay için aynı usulün uygulanması gerekirdi. Üç çeyrek asır sonra TBMM başkanı bunu yapmak şöyle dursun. Tam tersini yaptı. Mehmet Haberal, Mustafa Balbay, Enis Berberoğlu, Ömer Faruk Gergerlioğlu vakalarında olduğu gibi Meclis başkanlığa makamında oturan kişi muhalif partiden seçilmiş bir milletvekilinin TBMM’ne katılımını engelleyen bir tutum takınmıştır.
Gelişmeleri hatırlayalım: Anayasa Mahkemesi tutuklu milletvekili Atalay’ın “seçilme ve siyasi faaliyette bulunma ve kişi hürriyeti ve güvenliği haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle aldığı kararı “gereği için” ilk derece mahkemesine gönderdi. Bundan sonraki gelişmeleri kronolojik olarak izlediğimizde yargıda siyasallaşmanın ne boyutlarda olduğunu anlarız. Bir de atama ve yükseltilmelere bakmanızı öneririm.

TBMM BAŞKANLIĞI’NIN YASAMA MECLİSİ ÜYESİNİN HUKUKUNU KORUMA ÖDEVİ VARDIR
Türkiye Büyük Millet Meclisi, devleti ve cumhuriyeti kuran üstün iradenin adıdır.
Yargıtay’ın ilgili ceza dairesinin, Can Atalay’ın yasama dokunulmazlığından yararlanmaması gerektiğine mesnet olarak gösterdiği “Anayasanın 14. maddesi temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılmaması” ile ilgilidir. Bu nedenle norm alanı farklıdır. Madde hiçbir şekilde Atalay’ın tutukluluk halinin devamını gerektirecek bir anlam taşımaz.
Ayrıca bu maddede, “bu hükümlere aykırı faaliyetlerde bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler kanunla düzenlenir “ demektedir. Bu nedenlerle temyiz merciinin “seçilmiş yasama meclisi üyesi” hakkında verdiği kararı hukuk devleti ilkesine aykırı buluyorum. Hakkında kesin hüküm kararı verilmeden seçilmiş milletvekilinin tahliye edilmemesi kabul edilemez.
TBMM üyeliği Birinci Meclisten itibaren çok önemsenen bir statüdür. TBMM, 1920’den başlayarak, kendi üyesini korurken aslında kendi hükmi şahsiyetini korumaktadır.
Milletvekilliği, Meclis Başkanlığı ve genel kurul tarafından hassasiyetle korunmuştur. İstisnası sadece “vatana ihanet ve düşmana iltihaktır”.
1950’de Demokratlar iktidara geçinceye kadar, dokunulmazlık dosyaları tamamiyle adli mülahazalarla ele alınmıştır. Dosyalar çoğunlukla yasama döneminin sonuna ertelenmiştir.
Milli mücadele, erken cumhuriyet ve tek parti dönemlerinde meclislerin uygulaması genel de bu yönde olmuştur.
1961’DEN GÜNÜMÜZE TBMM BAŞKANLIĞI
TBMM başkanlığı partizanlığa yer olmayan bir makamdır. Elbette bu makamda oturan kişi bir partilidir. Büyük bir ihtimalle bu kişi çoğunluk partisine mensuptur.
1961’den 2002’ye kadar TBMM başkanları muhalefetin de kabul edebileceği saygın isimler arasından seçilirdi. Seçilen isimler de anayasa ve parlamento teamülleri gereği tarafsızlık konumlarına özen göstermeye çalışırlardı.
Size bu konuda iki örnek isim gösterebilirim: Ferruh Bozbeyli ve Cahit Karakaş.
Meclis başkanlığına seçilen milletvekilleri kendi partisiyle ilişkilerini, anayasa, içtüzük ve teamüller gereği asgariye indirir. Siyaset üstü davranmaya özen gösterirlerdi.
AKP iktidarı bu konuda da cumhuriyet meclislerinin yerleşik uygulamalarından gittikçe uzaklaştı. Bülent Arınç’la başlayan partizan başkanlık tutumu, İsmail Kahraman ve Mustafa Şentop döneminde iyice belirginleşti. Numan Kurtulmuş döneminde zirveye taşındı.
AKP’li başkanların bazı tutum ve davranışları tarafsızlık anlayışlarını anlamak bakımından yeterince anlamlıdır. Hatırlarsanız Arınç “dindar bir cumhurbaşkanı seçeceğiz” demişti. Seçildi de. İsmail Kahraman’a gelince, kendisinin çeşitli vesilelerle belirttiği üzere Kahraman “açıkça” laikliğe karşıdır. Bu cumhuriyetin kurucu ilkelerinden birine karşıyım demektir. Kahraman’ın cumhuriyeti olsa olsa “teokratik cumhuriyettir”. İdeolojisi böyle olan bir isim cumhuriyeti kuran meclisimize başkanlık mevkiine getirilmiştir. Mustafa Şentop, yazdığı makale ile “anayasada gösterilen iki dönemden fazla cumhurbaşkanı seçilemez” hükmünü üç veya belki daha fazla” biçiminde yorumlama başarısını göstermiştir. Şentop makalesinde çok ilginç bir kavram da üretti: “görev süresini sıfırlama”
Görevdeki başkan Kurtulmuş’un oraya nasıl geldiğini anlamak için siyasi kariyerine kısa bir göz atmak yeterlidir. 2012’ye kadar Kurtulmuş şiddetli bir AKP muhalif idi. Muhalif Kurtulmuş ile, partisini kapatıp, iktidara iltihak etmiş Kurtulmuş arasındaki farkı görmek için videolara kronolojik olarak bir göz atmanızı tavsiye ederim. Bizim pek anlamadığımız siyaset belki de bu olsa gerek.
Kurtulmuş’un TBMM başkanlığı, yürütme ile mesafenin şeklen bile korunmadığı bir dönem oldu. Kurtulmuş’u TBMM başkanı kimliği ile tanımlamakta zorlanıyorum. Daha ziyade AKP’li bir başkanvekili gibi bir izlenim bırakıyor.
Can Atalay’ın TBMM üyeliği ile ilgili Anayasa Mahkemesi kararları TBMM başkanı olarak onu da bağlar. Kararların gereğini “hemen yerine getirmesi” gerekirdi. Onun yerine, yürütme ve iktidar yargısı cephesine katıldı. Bu durumu hukuken izah etmek zor. Tümünün nedenlerini siyasi hayatının evrelerinden anlamak mümkün diye düşünüyorum.
Kurtulmuş, TBMM üyesinin Anayasa Mahkemesi kararı gereği korunması gereken hukukunu korumak yerine onu Meclisten ıskat etme cephesine katılmıştır.
Bu konuda bir tek kişi iktidarın ne yaptıklarının çok farkındaydı: AKP’li başkanvekili Bekir Bozdağ. Başkanlık Divanının önünde anayasaya, içtüzüğe, parlamenter usullere aykırı bir yolla gelmiş bir yazı vardı. Onun bu yazıyı okuturken yüzünü kaplayan ifade tedirginliğin ötesinde korkuydu. Çünkü şunu çok iyi biliyordu ki yaptıkları iş anayasaya aykırı idi.
GERÇEKTEN BİR ANAYASA KRİZİ OLDU MU?

AYM ile Yargıtay arasında çıktığı söylenilen “Anayasa krizinin” sorumlusu Anayasa Mahkemesi değildir. Eğer varsa böyle bir kriz sorumlusu siyasi iktidardır. İktidar, Yargıtay’ın arkasına mevzilerek sanki iki yüksek mahkeme arasında yetki tartışması varmış gibi bir hava yaratmaya çalışmıştır. AYM yetkisi dairesinde kararlar vermiş. Temyiz mercii ise yetki aşımında bulunmuştur.
CAN ATALAY’IN YASAMA DOKUNULMAZLIĞI VAR MI? YOK MU?
Can Atalay, 14 Mayıs 2023 tarihinde yapılan seçimlerde Hatay milletvekili seçilmiştir. Seçim sonuçlarının YSK tarafından resmen ilanından itibaren milletvekili dokunulmazlığını kazanmıştır. Hangi andan itibaren milletvekilliği statüsünün kazanıldığı konusunda kamu hukukunda bazı farklı düşünceler var. Benim yakın olduğum görüş: seçim mazbatasının oluşturulması anı değildir. Meclise katılma, yemin etme de değildir. Bunlar tamamlayıcı işlemlerdir. Adayın seçildiğinin resmen ilanı “seçilmiş milletvekilinin yasama dokunulmazlığını” iktisap etme anıdır. Ben böyle düşünüyorum.
Netice itibariyle, 28. Dönemde milletvekili seçilen Can Atalay’ın tahliye edilmemesi, “milli iradenin tecelli etmesi” ilkesine aykırı düşer. Bugün için hukuki durum şudur: Hatay milletvekili Can Atalay, Anayasamıza ve parlamento hukukuna aykırı bir şekilde yürütmenin elindedir. Bu fiili bir durumdur. Hukuki dayanağı yoktur.

ANAYASA MAHKEMESİ KARARININ OKUTULMASI
30 Ocak 2024’te Bekir Bozdağ’ın okuttuğu milletvekilliğinin düşürülmesi kararı, TİP, CHP ve Atalay’ın avukatları tarafından AYM’ye götürüldü. 22 Şubat 2024’te Anayasa Mahkemesi 10’a karşı 4 oyla şu kararı verdi. “hak ihlaline rağmen milletvekilliğinin düşürülmesi yok hükmündedir”
AKP’li Meclis Başkanı, AKP’li meclis başkanvekilleri, AYM kararının TBMM Başkanlık Divanından okutulmaması için sonuna kadar direndiler.
Numan Kurtulmuş, CHP’nin Can Atalay’ın milletvekilliği gündemli toplantı çağrılarını dikkate almadı. Ancak TBMM’de “güzel tarihi anlar” da olur. Muhalefet partileri de içtüzük gereği başkanvekili sıfatıyla TBMM’ye başkanlık ederler. Bu sayede iktidarın Kurtulmuş ve Bozdağ üzerinden yürüttüğü kararı okutmama politikası CHP’li başkanvekili tarafından aşıldı. CHP’li başkanvekili Gülizar Biçer Karaca 16 Nisan 2025 tarihinde AYM’nin Can Atalay hakkında verdiği kararı TBMM Başkanlık Divanından okuttu. Genel Kurul’da bu kararın okutulması ile birlikte Atalay’ın milletvekilliği hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde tescil edilmiş oldu.

BENCE TÜRKİYE NE KADAR GERİLEDİ?
Bana göre AYM’nin kararını uygulamamak için “dosya gezdirilmiştir” Oysa ki AYM kararları, yasama, yürütme ve yargı organlarını bağlar. Anayasa Mahkemesi kararlarına “uymuyorum. Saygı da duymuyorum” denemez. İş bununla da kalmadı. Cumhuriyet tarihimizde bir ilk yaşandı. Dosyanın en son gittiği Daire Anayasa Mahkemesi kararına olumlu oy veren üyeler hakkında suç duyurusunda bulundu. Olayın böyle bir veçheye bürünmesi Türkiye’de yargının “Cumhuriyetin 102. Yılında nereye geldiğini gösterir.
Türk Anayasa Mahkemesi rejim yargısı yapan “Supreme Court”tur. Anayasallık denetiminin anlamı bana göre budur. AYM, herhangi bir yargı yeri yerine geçerek karar vermez. Kararlar hakkında karar verir. O kararın gereği ne ise ilgili makam ve merciler yerine getirir.
Bu olayda kararın muhatapları, TBMM Başkanlığı, Yürütme, ilk derece mahkemesi ve temyiz mahkemesidir.
Ben epey bir süredir Türkiye’de hukuk güvenliğinin olmadığını düşünüyorum. İlk zamanlar Türkiye’nin siyasal rejimindeki dönüşümü “yasama meclisinin yetkileri budandığı için” 1876’ya kadar geriledik diye düşünüyordum. Keyfi tutuklamalar arttıkça herhalde durumumuz “kanunilik ilkesinden de geriye” gitti diye düşünmeye başladım. Bu “Tanzimat Öncesi” demektir.
Maalesef ulaştığım son nokta ise şudur: 2007’den bu yana ise siyasi iktidar, “millletin seçilmiş vekillerinin” anayasadan kaynaklanan haklarını adeta işlevsiz kılma çabası içinde görünüyor. “1689 Bill of Rights”ın kabulünden bu yana, parlamento üyesinin en önemli hakları, “söz hürriyeti ve tevkiften masuniyet” olup aynı zamanda bu haklar liberal demokrasinin temel ilkelerindendir. Hür dünyanın bütün parlamentolarında hassasiyetle korunan bu ilkeler son 20 yıldır gittikçe önemsizleştirilmiş, 2017 Anayasa değişikliğinden sonra da muhalif kesim için adeta yok düzeyine indirilmiştir. TBMM’nin kendi hukukuna sahip çıkması temennisiyle.
Çok Okunanlar
Bez Bebek'in görüntü yönetmeninden olay Evrim Akın açıklaması
CHP'nin İmralı kararı AKP'de şok etkisi yarattı!
En yüksek maaş promosyonu veren bankalar belli oldu
5 ay sonra görülecek davada nasıl beraat kararı verilir?!
Ortaya çıkan ses kayıtlarına yanıt verdi
AKP'li Birinci'den 'CHP en doğru kararı verdi' çıkışı
Oğuzhan Uğur ve Hacı Yakışıklı arasında 'dönüş' tartışması
Sosyal medyada gençlerin silahlı paylaşımı
Kemal Kılıçdaroğlu'ndan CHP'ye 'rüşvet ve yolsuzluk' uyarısı
İmralı kararı sonrası ilk miting Zonguldak'ta