Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,2401
Dolar
Arrow
34,4862
İngiliz Sterlini
Arrow
43,5545
Altın
Arrow
2962,0000
BIST
Arrow
9.550

Gramsci’nin hapishane defterlerinden “hegemonya” kavramına bakmak

Bu hafta jürisinde bulunduğum “Hegel, Marx ve Gramsci’de Sivil Toplum Devlet İkiliğinin Diyalektik Gelişimi” başlıklı  bir tez, beni Antonio Gramsci’nin Hapishane Defterlerinde ele aldığı hegemonya kavramı üzerinde yazmaya teşvik etti.

Hatırlanacağı üzere, Gramsci’nin ortaya attığı düşünce ve kavramlar, sadece Marksist çevrelerde değil, -akademide- siyasal bilimler, sosyoloji ve tarih alanında yaygın bir şekilde kullanılır olmuştur. Ben de bugün Gramsci’nin hegemonya kavramı çerçevesinde İtalyan ve Alman tarihinde otoriter rejimlerin kurulmasını ve günümüz Türkiye’sini irdelemeye çalışacağım.

GRAMSCİ KİMDİR? 

Gramsci, ciddi sağlık sıkıntılarıyla 46 yıl sürdürebildiği hayatının erken döneminde İtalyan Sosyalist Partisi'nin Avanti, L'Ordine Nuovo gibi yayın organlarında etkin bir düşünce ve siyaset adamıydı. 1921’de İtalyan Komünist partisinin kurucu önderleri arasında yer aldı. Komintern’e (1922) üye olarak katıldı. 1924’de seçildiği İtalyan parlamentosundan 1926’da milletvekilliği düşürülerek hapse atıldı. Düzmece bir mahkemede yargılanarak son 10 yılını Mussolini zindanlarında geçirdi. Bu yıllarda Hapishane Defterleri adıyla bilinen yazılarını kaleme aldı. 30 defter, 3000 sayfadan oluşan yazılarında bir çok teorik konuyu ele aldı. Defterler,  yakın arkadaşı Cambridge’li iktisatçı Piero Sraffa tarafından muhafaza edilerek entelektüel kamuoyuna sunulacaktır. 

Antonio Gramsci, Marksist analiz enstrümanları kullanmakla birlikte siyasal düşünce tarihinde etkili olmuş  Machielli’den Sorel’e kadar bir çok düşünürden yaralanmıştır. Özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra, Marksist okullar altyapı/ üstyapı sorunlarına daha fazla eğildiler. Hegemonya, tarihsel blok, devletin ideolojik aygıtı, devletin baskı aygıtı, organik ve geleneksel aydınlar gibi Gramsci literatürünün özgün kavramları analizlerde yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. Bunun nedeni, toplumsal değişme ve devrimler bahislerinde Ortodoks Marksizmin ekonomik determinizme -uzun dönemde-  yaptığı vurgunun yarattığı sorunlardı. 

Gramsci’nin ileri sürdüğü kavram ve görüşler, Louis Althusser, Perry Anderson, Nikos Poulantzas, Eric Hobsbawn gibi yazarlarlarca irdelenmiştir. Bu isimler, 80’lerde Birikim çevresinin önemsediği Marksgil yazarlar  olarak Türkçeye çevrildiler. DİA (Devletin ideolojik aygıtı)  ve DBA (devletin baskı aygıtı) kavramlarıyla bu yayınlarda karşılaşmıştım. Ben de Gramsci ile bu yıllarda rahmetli Nur Vergin Hocamın siyaset sosyoloji  derslerinde tanışmış oldum.    

HEGEMONYAYI NASIL TANIMLAYABİLİRİZ?

Bir sınıf iktidarının aslında bir toplumsal özne olan bağımlı sınıfların çıkarlarının da bu iktidar bloku tarafından gerçekleştirileceğine inandırılmaları hali olarak tanımlanabilir.

Her devletin zor aygıtının (DBA) yanısıra, rıza üretimini sağlayan ideolojik, kültürel hegemonya araçlarına ihtiyacı vardır. Gramsci’nin Hapishane defterlerinde söz ettiği üst yapı kurumu budur. Diğer bir ifadeyle, sınıf iktidarı zor aygıtlarının dışında- ve yanısıra- ideolojik alanda da gerçekleşir. Aksi halde egemen sınıf hegemonyayı sadece zor aygıtını kullanarak sürdürmek zorunda kalırdı. Bu da iktidarın hızla erezyona uğramasına yol açar. Yani hegemonyanın sürekliliğini sağlayan asıl güç devletin ideolojik aygıtlarındadır. 

İTALYA’YI FAŞİZME GÖTÜREN ETMENLER 

Birinci Dünya Savaşı İtalya’nın bütün siyasi yönünü değiştirmiştir. Avrupa’nın en köklü partilertinden biri olan Sosyalist Parti 1919 ve 1921 seçimlerinden güçlenerek çıkmıştı. Parti, işçi sınıfı ve aydınlar arasında son derece örgütlüydü. Gittikçe güç kazanıyordu. Parti Bolşevik devriminin etkisi altında bölündü. Parti II. Enternasyonale bağlı kalırken, Komintern çizgisindeki Gramsci ve arkadaşları Komünist Partisi'ni  kurdular. 1921’de sosyalistler %24, komünistler %4 oy aldılar. Mussolini, merkezde ve sağda bulunan bütün partileri, sola karşı Ulusal Faşist Partisi çatısı altında birleştirdi. Savaş sonu siyasi konjonktür solda bölünmeye yol açarken, sağda, faşist parti  etrafında sola karşı bir cephe oluşturma ile sonuçlandı.  

Netice itibariyle, 1920’ler İtalyasında, bir çok sol parti olmasına rağmen, Mussolini’nin kurduğu ittifak-seçim sistemi değiştirilerek – 2/3 çoğunluğu sağladı. Bütün sol partiler zamanla kapatıldı. Yasa dışı ilan edildi. Gramsci dahil bir çok solcu entelektüel ve siyasetçi hapse atıldılar. 

Kısacası, İtalya sola doğru kayarken, hatta komünistler Petersburg benzeri konseyler (Sovyetler) kurmayı  planlarken faşizm İtalya’nın üstüne oturdu. Nouva Roma rejimi yeni hegemonyayı inşa sürecine hızla başladı. 

ALMANYA’DA BENZER GELİŞMELER 

Almanya Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgi ile çıktı. Prusya İmparatorluğu’nun çözülüşü, Kaiser II. Willhelm’in  sürgüne gidişi, Weimar’da parlamenter bir demokrasi kurulması sonucunu verdi. Almanlar Cumhuriyeti Sosyal Demokrat Karl Ebert öncülüğünde kurdular. Ekim Devriminin yaratığı sollaşma ortamı revizyonist partilerin  örgütlenmesine neden oldu. Merkezde konumlanmış sağ partilerin ekonomik kriz ve olağanüstü enflasyon karşısında sorumluluk almaktan çekinmeleri  karşısında Nasyonel Sosyalistler (Naziler) hızla güçlenmeye başladılar. 1925’ten 1933’e kadar devam eden bu süreç Hindenburg’un Hitler’i Şansölye (başbakan) ataması ile sonuçlandı. Bu görevlendirme, Alman tarihinde büyük bir dönüşümün kapısını aralamış oldu. Yeni rejim, Reichtag yangını ve kristal geceyi organize ederek bütün muhalefeti ortadan kaldırdı. Sıra artık yeni hegemonyayı kurmaya gelmişti. Hitler ve son derece yetenekli ekibi bunu gerçekleştirmekte zorlanmayacaklardı.  

Biraz geri gidersek, Spartakistler’in sosyal demokrat hükümet tarafından ezilmesi sağın önünü açmıştı. Genç Weimar cumhuriyeti çoğulculuk ortamından- kısa sayılabilecek bir sürede- III. Reich totaliterizmine sürüklendi. Bunun nedeni olarak, Alman egemen sınıflar  ittifakının çıkarlarını optimum bir şekilde gözetecek başka bir siyasanın  üretilememiş olması gösterilebilir. Cumhurbaşkanı Hindenburg (Dünya Savaşında mareşal) bu seçeneksizlik ortamında Hitleri başbakan atamak zorunda  kaldı. Egemen sınıfların yeni hegemonya ideolojisi Führer etrafında korporatist Alman devleti oldu. 

ALMANYA VE İTALYA’NIN ORTAK YÖNÜ

İki ülkede de, yeni hegemonyanın inşa sürecinde, kutsanan tarihi referanslar vardır. Almanlar, Kutsal-Roma Cermen imparatorluğunu I. Reich, Bismark’ın 1871’de kurduğu Prusya İmparatorluğunu II. Reich olarak görürler. III. Reich ise bu görkemli tarihi mirası daha da ileri götürecek olan ise Nazi Almanyasıdır. 

İtalya’ya gelince, Mussolini, 1922’deki Roma’ya büyük yürüyüşten sonra, Kral  III. Emmanuel’in iktidar alanını tamamen boşaltıp diktatörlüğünü ilan etti. Ulusal Faşist Parti (PNF) dışında diğer partiler yasaklandılar. Mussolini, kendini Duçe ilan ederek, Faşizmi İtalyan toplumuna hakim kılmak için coşkulu  mitingler tertip etmeye başladı. İtalyan kültürünü antik Roma değerlerine dayandırmayı temel amaç edindi. Yeni devlet Nouva Roma olacaktı. 

Hitlerin Kavgam'da gösterdiği hedef, Cermenlerin yeni altınçağına ulaşılmasıydı. Bu Cermenlerin dünya hegemonyası ütopyası ile gerçekleşecekti.  

Duçe ve Führer, Birinci Dünya Savaşından çıkan iki ülkenin toplumsal ortamında mayalanmış psiko-patolojik önderler oldular. Onların gözünde ideal vatandaş bütün varlığıyla parti-devlet-ulus üst kimliğinde erimiş bir hücre olmalıydı. Faşist ve Nasyonel Sosyalist seremoniler bunun sayısız örnekleriyle doludur. 

Ancak her iki toplumun da sosyalizm çizgisinde sollaşmanın eşiğinden döndüğü unutulmamalıdır. Almanya’da  Spartakist hareketi, İtalya’da ise, özellikle sanayileşmiş Kuzey’de işçi konseylerinin-İtalyan Komünist partisinin  yarattığı sınıfsız toplum heyecanı içinde oldukları tarihe not düşülmelidir. 

Sonra her iki ülke tam tersi bir cereyanın anaforunda totaliter bir yapıya yöneldi. Her iki ülkenin yeni rejimlerinin hegemonya ideolojilerinde eski bir çağ vardı: Reich ve Roma. Almanlar için Svastika, İtalyanlar için Fasces hegemonyanın sembolleri oldular. Yaklaşık 20 yıl süren nazizm ve faşizm pratiği insanoğlunun kötülük sınırlarının  sınandığı rejimlere dönüştü.  

TÜRKİYE’DE CUMHURİYET İDEOLOJİSİ

Türkiye’nin de İtalya ve Almanya gibi-farklı bir evrim çizgisi izleyerek- mutlak ve meşruti monarşi deneyimleri olmuştu. Osmanlı Türkiyesi, Paris  Barış Konferansında büyük ölçekli bir  travma ile karşılaşmıştı. Bu travmanın yarattığı koşullar Anadolu İhtilalini cumhuriyete doğru götürdü. Eski rejimden çıkış, bir milli kurtuluş zaferi ile gerçekleştirildi. Türkler, Atatürk’ün önderliğinde bir ulus devlet kurdular. Cumhuriyet devrimlerinin başından beri hedefi muasır medeniyetti. Bunun mantıki sonucu hukuk devleti ve demokratik toplum düzeninden başka bir şey olamazdı. Türkiye’nin yönü buydu. Birçok aksayan yönü olmasına rağmen bu hedefe ulaşıldı da. 

Cumhuriyetin dayandığı kimlik Türk milli kimliği idi. Zayıf tarafı devletin küçük burjuva devrimcileri tarafından kurulmuş olmasıydı. Türk burjuvazisi demokratik devrim yapabilecek gücü olan bir sınıf değildi. Eski rejimin  tasfiyesini sessizce onaylayan bir müttefik olmaktan öteye gidemedi. Cumhuriyetin ilk seksen yıllık serüveninde laiklik ve siyasal çoğulculuk temelinde bir doğrultu benimsendi. Rejimin meşruiyet kaynağı yakın zamanlara kadar buydu. 

YENİ HEGEMONYA DEĞERLERİ 

1950 sonrasında pusulanın gösterdiği yön yavaş yavaş kaymaya başladı. Son yirmi yıldır kültürel paradigması, ideolojik öncülleri, referansları, cumhuriyet öncesine dayanan bir anti tez egemen hale gelmiştir. 

Cumhuriyetin kurucu ilkeleri hiç anılmaksızın, onun yerine devlet kutsanmaya başlandı. Devletin de iktidarla özdeşleştildiği yeni bir evreye girilmiş oldu. Cumhuriyet’in 100. yılı kutlamaları, iktidarın arkasında mevzilenen partiler tarafından devlet aygıtının kutsanması şeklinde icra edildi.   

Geçmişte yaşandığı tahayyül edilen iki altın çağ, yeni rejimin referanslarını-hegemonya değerlerini oluşturmaktadır. Ağırlıklı değer asr-ı saadetdir. Aşağı yukarı o kıymette görülen Osmanlı’nın Viyana kapılarına  dayandığı yüzyıllardır. Günümüz Türkiyesinde hegemonya ideolojisi sünni Müslümanlıktır. Yeni hegemonyanın ekonomi politiği ise, uluslararası sermayeye, bir çevre ekonomisiyle eklemlenen yeşil sermaye kapitalizmidir.

Ecdad referanslarının içeriği emperyal bir askeri toprak devleti olan Osmanlı’dır. Rejimin kendini meşrulaştırma temeli laik demokratik toplum değildir. İktidarın böyle bir üstyapı bloku kurmasının nedeni de, yirminci yüzyılın sonuna kadar iktidarı elinde tutan seküler burjuvazinin hegemonya alanından çekilerek yerini sermayenin İslamcı,  anti-laik, Osmanlıcı franksiyonuna terk etmiş olmasıdır. 

Hegemonya –1950’den beri- yine aynı sınıftadır. Ama geçmişte ikincil, arka planda kalmış bir fraksiyon önderliği ele almıştır. Adım adım kurduğu rejim ile Ottoman Reich olma hevesindedir. 

Günümüz Türkiyesinde hegemonyanın kültürel ögelerini, sokak  röportajlarında sıklıkla görüyoruz. Birçok yurttaş ekonomik ve sosyal  sıkıntılardan uzun  uzun şikayet ettikten sonra her şeyin sorumlusunun iktidar değil  muhalefet (CHP)  olduğunu  söyleyerek  bizi çıldırmamın eşiğine getirmektedirler.   Böylesi  bir   mantık yürütmenin (uslamlama)  gerçek nedeni devleti elinde tutan  sınıf hegemonyası altında efsunlanmış olmalıdır. 

Hegemonyanın  değiştiğini gösteren birkaç  örnek  vermek gerekirse, devletimizin kurucusu Atatürk’ün Sultan Vahdettin ile ilgili  olarak sarfettiği  “hain” ifadesinin , bir belediye başkanı  tarafından  telaffuz edilmesinin  yeni  hegemonyanın asli ve tali  siyasi aktörleri-AKP ve MHP-  cenahında yol açtığı infialdir. Belediye Başkanı-önce- ecdad argümanıyla şiddetle  kınandı. Sonrad a bir cumhuriyet savcısı  başkan  hakkında  soruşturma başlattı.  Oysa ki Atatürk  bu ifadeyi  Nutuk da  kullanmıştı. cumhuriyet savcısı  hanedanın  hukuku, cumhuriyete  ve onun  kurucu önderine karşı  korumuş oldu. Bunun anlamı herhalde bundan başka bir şey olamazdı.  

Anlamlı  bir başka gösterge ise, Diyanet İşleri başkanının, harp okullarının mezuniyet törenleri  dahil bütün  törenleri dinşelleştirme işlevini üstlenmiş olmasıdır. Bu da hegemonyanın  rıza üretimini  dine  dayandırdığını  gösteriyor. Atatürk  cumhuriyetinin meşruiyeti bilim, fen ve  maarif ordusu üzerinden  yeniden  üretilirken günümüzde bu-bütün  teşkilatıyla- din kurumu üzerinden  hayata geçiriliyor.

Bir başka hegemonya değişimi  göstergesi ise, Donanmanın, cumhuriyetin 100. yılında Vahdettin Köşkünde-konuşlanmayı-anlamlı bir şekilde tercih etmiş olan - yeni hegemonyayı selamlamış olmasıdır. 

Türkiye’de hegemonya  değişimi örneklerini-dozu artarak- medya dünyasında  görmek mümkündür. Muhteşem Yüzyıl dizisine öfkeyle  şahlanan karşı hegemonya kurma iştiyakı Diriliş Ertuğrul ile  başladı.  Payitaht Abdülhamid  ile pekişti. Bunu iktidar tarafından  akıtılan geniş kaynaklarla desteklenen   malum diğer diziler izledi. Kolayca anlaşılacağı üzere, her dizinin  sonuç mesajı aynıdır: iktidar önderliğinin meşrulaştırılması. Abdülhamid dizinde “İngiliz  sefire tokat sahnesinde” olduğu gibi. 

 İKTİDARIN GİTTİĞİ YÖN 

İktidarın bir Ottoman Reich  hayali içinde olduğunu görüyoruz. Türkiye’nin mevcut siyasal  rejimini Ersin Kalaycıoğlu hocam  neo-patrimonyal sultanizm olarak  tanımlıyor.  Ben de hocama  katılıyorum. Hocam bir mülakatında  bu rejimin  beş özelliğinden  söz ediyor.  Bunların tamamı Türkiye’de mevcut. Birincisi kuvvetler ayrılığının tersi olarak hükümet ve devlet arasındaki farkların bulanıklaşması. Yasamanın hiçbir etkinliğinin kalmaması, iktidar partisinin hem hükümete hem de devlete hâkim olmasıyla bir  parti devletinin oluşması. İkincisi, kişiselliğin yönetim üslubuna egemen olması, kurumların kıymetinin kalmaması, Üçüncüsü mevcut anayasa, yasa ve genel olarak her kuralın seçici olarak uygulanması veya yönetimde hiç dikkate  alınmaması. Dördüncüsü çoğulculuğun ortadan kaldırılarak  liderin sınırsız iktidarının kurulması. Beşincisi ekonomi kurallarının çarpıtılarak kayırma ekonomisi halinde işlemesi. 

Sonuç itibariyle, hegemonya en son Sancaktepe’de İmamoğlu’nun Cuma  namazına gelişini sorgulayan hacı abi tarafından temsil edildi. Kendisine neden camiye geldin denilebildi. Bu olay  yeni  hegemonyanın  sınır  tanımama  eğilimde olduğunu gösteriyor. Bu nedenle -daha fazla- ne olabileceği  belirsizdir.