Cemal Gürsel kimdir?
1961 demokrasinin cumhurbaşkanlarından ikisi- Cemal Gürsel ve Cevdet Sunay- Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadeleye katılmışlardı. İkisi de 1918’de İngilizlere esir düşmüş, Mısır’da esir kamplarında tutulmuşlardı. Esir mübadelesi ile ülkeye döndükten sonra Anadolu’ya geçerek Türk İstiklal Savaşı’na katıldılar.
Harbiye ve kurmay okullarını zaferden sonra bitirdiler. Bu Gürsel ve Sunay için öğrenci iken savaşa katılmak anlamına geliyordu. Her ikisi de eski rejimin tasfiyesini ve Cumhuriyet devrimlerini, Atatürk ve İnönü devirlerini gördüler. Çok partili siyasal hayatın ilk deneyimlerini gözlemleme imkanı buldular. Çok partili siyasal hayatın askerlere kaotik gelen bir yönü olmakla birlikte Türkiye’nin yönünün Büyük Atatürk’ten bu yana Batı uygarlığı ve demokrasi olduğunu çok iyi biliyorlardı. Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanlığını bu bağlam içinde değerlendirmek doğru olur.
Gürsel, 1957’de orgeneral rütbesiyle, karargahı Erzurum’da bulunan III. Ordu’nun komutanı olmuş, sonra da Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getirilmişti. Ordunun bel kemiği olan Kara Kuvvetleri Komutanı olması 27 Mayıs’ın akıbeti açısından önemlidir.
Gürsel, eskiden beri orduda babacan tavırlarıyla “Cemal Aga” olarak tanınan bir generaldi. Eğer Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un görev süresi 3 yıl daha uzatılmasa, Cemal Gürsel’in Genelkurmay Başkanı olması mümkündü.
Cemal Gürsel, 27 Mayıs’ı örgütleyen komutan değildir. Ancak kuvvet komutanı olarak, ordudaki kaynaşmadan haberdardı. 27 Mayıs öncesi Savunma Bakanı Ethem Menderes’e 12 maddelik bir mektup göndererek izinli olarak-emekli olmak üzere- İzmir’e gitmişti. Mektubun içeriği -bazı yazarlar tersini iddia etseler de- darbe heveslisi bir generali değil, çok partili siyasi hayatı ve demokrasiyi kurtarmaya yönelik bir yol haritasını göstermekteydi.
Cemal Gürsel, ihtilalcilerden habersiz değildi. Ancak kadrosu hakkında kapsamlı bir bilgisi yoktu. 27 mayıs sabahı durumun muğlak olduğu saatlerde, komitenin ilk problemi, Üçüncü Ordu Komutanı Ragıp Gümüşpala’nın yönetimin meşruiyetini sorgulayan, askeri hiyerarşi sorunu çıkarması oldu. Gümüşpala, Komite’nin başında kendisinden daha kıdemli bir general yoksa, Komite’yi dağıtmakla tehdit etmişti. Gerçekten de, MBK’de, Birinci Ordu Komutanı Org. Fahri Özdilek dışında ordu komutanı düzeyinde general yoktu.
Orduda en önemli sorun yeni hiyerarşinin nasıl kurulacağı idi. Bu aynı zamanda komitenin yapısı ile yakından ilgiliydi. İhtilalin fiili lideri Tümgeneral Cemal Madanoğlu, Cemal Gürsel’in, Komite’nin başına getirilmesini örgütledi. Gürsel, ihtilalcilerin enterne ettiği Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun, Hava Kuvvetleri Komutanı Tekin Arıburun gibi isimler tasfiye edilince, en yüksek rütbeli komutan konumuna yükselmişti. Onun Komite’nin başına getirilişi, Gümüşpala dahil, ordu içindeki askeri hiyerarşi sorununu çözdü.
Gürsel’in, Milli Birlik Komitesi Başkanlığıyla birlikte Devlet Başkanı, Hükümet Başkanı, Genelkurmay Başkanı ve Başkomutanlık sıfatlarını uhdesine alması bir zorunluluktu. Gürsel’in varlığı, MBK’nin esas itibariyle orta alt rütbede subaylardan oluşumunu dengelemiş oldu. Komite’de yer almak isteyen bazı oportünist isimler hızla devre dışı bırakılarak kadro netleşti ve Resmi Gazete’de ilan edildi.
Komite’nin birinci sorunu, ihtilale bağlı yeni bir komuta kademesi kurmak olacaktı. Fahri Korutürk ve Gümüşpala dahil orduda gerçekleştirilen geniş tasfiye –daha sonra Emekli İnkılap Subayları- sonrası ordu, Org. Cevdet Sunay’ın Genelkurmay Başkanlığı altında göreli olarak stabil hale getirildi. Bu yapı, Sunay’ın 1966’da cumhurbaşkanı olacağı tarihe kadar büyük ölçüde korundu.
27 MAYIS’IN İDEOLOJİSİ VE KADROLARI
27 Mayıs 1960 özü itibariyle bir küçük burjuva eylemidir. Yönetime el koyan MBK, sınıfsal olarak Türk modernleşmesinin önderlerinin içinden çıktığı, bürokratik sınıfın bir fraksiyonunu temsil ediyordu. Bu yönüyle, 27 Mayıs 1960’ı bir Jön Türk eylemi olarak nitelememiz mümkündür.
İhtilale bir de uluslararası konjonkürü açısından bakmak gerekir. Türk Ordusu 1950’lerde Kuzey Atlantik ittifakına sokulmuştu. Türkiye’de 50’ler “ Hür Dünyacılığın, Amerikancılığın ve anti-komünizmin” şampiyonluğunun yapıldığı bir dönemdir. Ana Muhalefet Partisi’nin özde buna bir itirazı yoktu. Sadece detaylarda bazı şerhleri olmuştu. Kuzey Atlantik ittifakı üyesi bir ülkenin, uzun süreli askeri bir idare ile yönetilmesi eşyanın tabiatına aykırıydı. Bu nedenle Türkiye, sorunlu da olsa çok partili demokrasi çizgisinde devam etmek zorundaydı.
27 MAYIS VE 12 EYLÜL AYNI ŞEY DEĞİLDİR
Milli Güvenlik Konseyi rejimi, egemen sınıfların sorunlarını neo-liberal politikalar doğrultusunda çözecek bir diktatörlük rejimiydi. 12 Eylül, soğuk savaş, antikomünizm ve Türkiye’nin Kuzey Atlantik İttifakı içindeki yeri bağlamında anlaşılabilir. Milli Güvenlik Konseyi rejimi uluslararası kapitalizme, bir çevre ülkesi olarak bağlanan Türkiye kapitalizminin ve egemen sınıfların ihtiyaçlarına denk düşen uzun süreli bir kapalı rejim olarak tanımlanabilir.
27 Mayıs’ın arkasında egemen sınıflar ittifakı yoktur. Tersine ondan rahatsız olan askeri bürokrasinin bir kanadı vardır. 27 Mayıs 1960 bu sınıfsal ve tarihi bağlam içinde değerlendirilmelidir. 27 Mayıs, 12 Eylül’den pek çok yönüyle ayrılır. 27 Mayıs’ın tek hasmı Demokrat Parti iktidarıdır. Diğer partilerle sorunlar yaşansa da onlar meşruiyeti sorgulanan aktörler değillerdir. Milli Birlik Komitesi döneminde Türkiye’de bir askeri rejim vardır ama siyasi partiler de vardır. Kurucu Meclis’te temsil edilen ve yeni kurulan partilerdir bunlar: AP, YTP, TİP gibi.
1961 ANAYASASININ SINIFSAL KARAKTERİ
1961 anayasasında kuvvetler ayrılığını güçlendirmesi, ihtilalin küçük burjuva niteliğinin bir sonucudur. Bu nedenle çoğunluk iktidarı zayıflatılmış; yürütme, yargı ve diğer kurumlarla sıkı bir denetim altına alınmıştır. Anayasada kamu özgürlüklerinin ele alınış biçimi ve genel olarak 1961 demokrasinin kurumlar demokrasisini temel almasının nedeni budur.
CEMAL GÜRSEL’İN YENİ ANAYASAL DÜZENİN KURULMASINDAKİ ROLÜ
Gürsel’in Milli Birlik Komitesi başkanlığını kabul ettikten sonra göğüslemek zorunda kalacağı ilk büyük sorun, demokrasiye dönüş programı konusunda, Komite içinde yaşanan ayrışma oldu. Daha sonra 14’ler olarak anılacak olan uzun süreli askeri yönetim yanlısı kanat tasfiye edilerek bu sorun çözüldü. Gürsel’in imzası bulunan bir kararname ile Komite feshedilip yeniden kuruldu. Bu, askeri rejimin demokrasiye dönüş yanlısı bir heyet tarafından yönetilmesi anlamına gelecekti.
Gürsel’in yeni Anayasal düzene geçiş konusunda farklı etkiler altında kaldığı bir dönem oldu. İlk ortaya çıkan tutum Anayasa’nın “akademik” bir mesele olduğu yönündeydi. Bilim adamlarının hazırlayacağı bir metnin Komite tarafından kabul ve ilanı ile Türkiye’nin yeni anayasasının yürürlüğe girebileceğini ifade eden bir çevre vardı. Örneğin, Ord. Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu bu görüşteydi. Bu tez, ihtilalcileri “kurucu iktidar” sayıyordu. Bu görüş kamu hukuku açısından yanlış değildi. Ancak Ankara ve İstanbul komisyonları arasındaki görüş ayrılıkları, Anayasa kabul sürecinin salt akademik bir iş olmadığı sonucunu verdi.
Demokrasiye yeniden dönüşün yeni bir anayasa ile mümkün olacağı belirginleşince, anayasa yapımına temsili bir meşruiyet kazandırmak zarureti ortaya çıktı. Kurucu Meclis Yasası ile Temsilciler Meclisi kuruldu. Kurucu Meclis Kanunu’nda Devlet Başkanının doğrudan 15 üye seçme hakkı öngörülmüştü. Gürsel bu yetkisini toplumda tanınmış kişileri seçerek kullandı. Abdurrahman Nafiz Gürman ve Kazım Orbay’ın dışında Orhan Köprülü, Behçet Kemal Çağlar, Esat Çağa gibi isimlerin yanısıra Hermine Agavni Kalustyan ve Kaludi Laskari gibi azınlık temsilcileri de atadığı isimler arasındaydı.
Sonunda 27 Mayıs 1960’tan tam bir yıl sonra tamamlanan Anayasa metni, Türkiye’nin ilk halk oylaması ve göreli güçsüz bir çoğunlukla (%62) kabul edildi. Yeni Türkiye’nin (İkinci Cumhuriyet) Anayasal düzeni belli olmuştu.
Bu arada devrik Demokrat Parti yöneticilerinin Yassıada Yüksek Adalet Divanı’nda yargılanma sürecinin sonuna yaklaşılmıştı. Divanın kararlarını tasdik yetkisi-sadece idam cezaları için- MBK ve Temsilciler Meclisinden oluşan Kurucu Mecliste olması gerekirdi. Fakat ne ilginçtir ki Temsilciler Meclisi kararlar öncesinde çalışmalarına son verdi. Bu bence Meclisin sorumluluk almamak için verdiği bir karardı. Silahlı Kuvvetler Birliğinin baskısı altında Komite, yasama yetkisinin tek başına kendisinde bulunduğu yargısıyla dosyaları görüştü. Yapılan oylamada-Gürsel’in olumsuz oyuna rağmen- 9’a karşı 13 oyla (oy çokluğuyla) cezalar onaylandı. Cezaların infazı bir ay sonra yapılacak olan TBMM (Senato ve Millet Meclisi) seçimlerine gergin bir hava ile gidilmesine neden oldu. 15 Ekim 1961 seçimleri Türkiye’yi bir yeni ile tanıştırdı: Hiçbir siyasi parti seçimi kazanamamış, iktidar ortada kalmıştı.
GÜRSEL’İ SİYASİ AKTÖRLER KARŞISINDA ELİNİ GÜÇLENDİREN ETMENLER
Komite her ne kadar 27 Mayıs ihtilalini temsil ediyorsa da, iktidarı sivillere bırakma niyetini/düşüncesini, eylem ve tasarruflarıyla zaten ortaya koymuş bulunuyordu. Bu itibarla, ordudaki müdahaleci fraksiyonlara karşı Milli Birlik Komitesi’nin varlığı bir güvenceydi.
Bu nedenle, siyasi partilerin Cemal Gürsel Paşa’nın etrafında kenetlenmeleri kendileri için bir zorunluluktu. Partilerle yapılan Yuvarlak Masa Toplantıları ve seçimlerden sonra imza edilen Çankaya Protokolü sürecinin ana aktörü Cemal Gürsel’di. Devletin başında bulunan Cemal Gürsel’in, ‘‘Memleketi bu halde bırakamam’’ sözlerinde saklı olan anlam buydu.
25-26 EKİM 1961 GÜNLERİNDE TBMM VE SİYASİ ORTAM
TBMM, ilk defa Kurucu Meclis tarafından kullanılan III. Meclis binasında toplandı. Geçişin hangi koşullarla olacağına ilişkin en büyük karine, o an için hala Devlet Başkanı sıfatını taşıyan Org. Cemal Gürsel’in üniforma ile gelmesiydi. II. Cumhuriyetin Birinci Meclisi, kendiliğinden Birleşik Toplantı halinde idi. Senato’nun nerede toplanacağı bile belli değildi. Gürsel’in üniforma ile yaptığı bu konuşma, son derece tarihi bir önemi haizdir.
Arkasından 1961 Kurucu Meclisi açılırken olduğu üzere MBK’nin ikinci en kıdemli üyesi (eski 1. Ordu Komutanı Fahri Özdilek) kısa bir konuşma ile meclisi yönetmek üzere Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu kürsüye davet etti. Artık süreç çalışmaya başlamıştı. Geçici Başkanlık Divanı Meclis üyelerinin yemin töreni işini tamamladı. Bunlar 25 Ekim günü oldu. Ertesi gün gündem Cumhurbaşkanı seçimi olacaktı. Çankaya Protokolü uyarınca ortaya konan tek aday Tabii Senatör Cemal Gürsel 150 civarındaki boş oya karşılık 432 oyla Türkiye’nin dördüncü Cumhurbaşkanı seçildi. Bunu Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosunun kendi başkanını seçmesi takip edecekti. Artık en önemli eşik aşılmıştı. Cemal Gürsel’in Devlet Başkanlığı ve MBK Başkanlığından Cumhurbaşkanlığı statüsüne geçişi, TBMM’nin her iki kamarasının Anayasa’da gösterilen usul ve esaslarla çalışmaya başlaması anlamına gelecekti. Ordunun Cemal Aga’sı, artık Türkiye’nin dördüncü cumhurbaşkanı olmuştu.
ALİ FUAT BAŞGİL’İN ADAYLIĞI
Başgil Hoca’nın müfrit AP’liler tarafından- parti lideri Gümüşpala’nın imzaladığı Çankaya Protokolüne rağmen- “reisicumhurluk” hayaliyle aklının çelinmesi ne sayısal ne siyasal olarak akılcı bir zemine oturmuyordu. Adaylığı gerçekçi değildi. Aday olsa bile anayasada gösterilen çoğunluğa ulaşması imkansızdı. Adalet Partisi milletvekili ve senatörleri çoğunlukla protokole sadık kalırlardı. Ekrem Alican’ın YTP’si zaten oy vermezdi. CKMP (Bölükbaşı’nın partisi) İnönü’ye karşıydı ama bu Demokrat Parti’nin “adamı” sayılan Başgil’i desteklemeleri anlamına gelemezdi.
1961 ANAYASASI’NIN KURUCU CUMHURBAŞKANI: CEMAL GÜRSEL
Cumhurbaşkanlığı makamı, Atatürk ve Çankaya ile özdeşleşmiştir. 1924 Anayasası gereği, tek parti devrinde ve çok partili siyasal hayata geçildikten sonra da Cumhurbaşkanı siyasetin dışında değildi. Atatürk ve İnönü CHP’li kimliğini, Bayar ise Demokrat Partililiğini muhafaza etmişlerdi.
1961 anayasası ise, cumhurbaşkanlığı makamını farklı düzenledi. Yeni anayasanın cumhurbaşkanı, artık kuvvetler birliğinin ve meclis üstünlüğünün uygulandığı bir siyasal rejimin değil, devlet erklerinin bölündüğü, yumuşak kuvvetler ayrılığının uygulandığı parlamenter rejimin devlet başkanıydı. Cemal Gürsel bir gün tabii senatörlük yaptıktan sonra ertesi gün cumhurbaşkanı seçilmişti. Bu nedenle konumu, Atatürk, İnönü ve Bayar’dan çok farklıydı.
KİM HÜKÜMETİ KURACAK?
Cumhurbaşkanı Gürsel, o zamana kadar (1923’ten 1961’e kadar) hiçbir Cumhurbaşkanı açısından sorun teşkil etmeyen bir sorunla karşı karşıya gelmişti. Atatürk, İnönü ve Bayar’ın karşılaşmadığı bir sorundu bu: Hükümeti kurma sorunu. TBMM’de hükümeti tek başına kurabilecek bir çoğunluk partisi yoktu. Bir koalisyon hükümeti kurulma zarureti vardı. Hatta bütün partilerin katılacağı bir Milli Koalisyondan da söz edildi. Bu öneri elbette siyasetin mantığına aykırı idi. Ama askeri kanatta milli koalisyon fikri müspet karşılanmıştı. Şu nedenle, Ordu, seçimler yoluyla iktidara gelemeyen CHP’yi iktidara getirmek için darbe yaptı deniliyordu. MBK ve ordu, CHP tarafından kışkırtılarak darbe yapmakla suçlanıyordu. İşte bu söylemin izale edilmesi için bütün siyasi partilerin temsil edildiği bir hükümet kurulabilirdi. O zaman iktidar bütün partilere verilmiş olurdu. Böylece ordu ‘‘CHP’yi iktidara getirmek için darbe yaptılar’’ suçlamasından kurtulmuş olurdu. Doğal olarak bu formülün gerçekleşmesinin önünde bir çok engel vardı: Başta CKMP lideri Osman Bölükbaşı’nın sekter tutumu. Osman Bölükbaşı’nın demagojik tutumu, Kurucu Meclis döneminden itibaren sorun yaratıyordu. Ve bu durum Milli Birlik Komitesi tarafından hoşnutsuzlukla karşılanıyordu. İşte bu koşullar altında Türkiye’nin ilk koalisyon hükümeti İnönü’nün başkanlığında CHP ve AP arasında kurulacaktı.
İNÖNÜ HÜKÜMETLERİ VE CUMHURBAŞKANI GÜRSEL
İnönü’nün Adalet Partisi ile biraz da şartlar gereği kurduğu koalisyon hükümeti siyasal tansiyonu düşürmesi gerekirdi. Tahminlerin tersine, iktidarı paylaşmak, AP’lilere suhulet getirmedi. Gerilimi arttırarak inisiyatif üstünlüğü elde etmeye çalıştılar.
Koalisyon hükümetinin ana siyasal gerilim konusu Yassıada mahkumlarının affı olacaktı. Adalet Partisi kanadının bir anlamda tek gündemi buydu. İnönü samimiyetle aftan yanaydı ama bunu tedrici bir siyasetle halletmenin doğru olacağına inanıyordu. Sebep de, ordunun bir kurum olarak Demokrat Parti bileşenlerinin yeniden örgütlenmesine şiddetle karşı olmasıydı. Neticede Birinci İnönü Hükümeti en zayıf noktasından koptu. Türkiye’nin ilk koalisyon hükümeti 25 Haziran 1962’ye kadar görevde kalabildi.
Gürsel’in Cumhurbaşkanlığı döneminin siyasi tarihimiz açısından en önemli olayları bence Talat Aydemir’in (1962-63) darbe teşebbüsleridir. Darbe teşebbüslerinin, ülkenin başkentinde yeni anayasaya ve seçilmiş parlamentoya rağmen eyleme geçirilebilmiş olması, o günlerin siyasi atmosferini kavramak açısından anlamlıdır. Eğer Aydemir cuntası başarılı olsaydı Türkiye’de nasıl bir idare kurulacağı kuşkulu olduğu gibi, parlamento ve hükümetle birlikte IV. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in devrileceği gerçeği dikkate alınırsa Türkiye kritik bir eşikten dönmüş oldu.
Gürsel’in Cumhurbaşkanlığı döneminde esas itibariyle İnönü’nün kurduğu istikrarsız hükümetlerle ülke idare edilmiştir. İnönü hükümetlerinin bütün zayıflığına, hatta zaman zaman “çeker giderim” restlerine rağmen ülkenin içinde bulunduğu koşullar İnönü’süz bir hükümetin kurulmasını imkansız kılıyordu. Yine İnönü başkanlığında kurulan ve 1962 Haziranı’ndan 1963 Aralık ayına kadar devam eden ikinci koalisyon da (CKMP ve YTP ile) kendisi Başkan Kennedy’nin cenaze töreni dolayısıyla ABD’de bulunduğu sırada (manidar bir şekilde) koalisyon ortaklarının çekilme kararı almalarıyla sona erdi.
Üçüncü İnönü Hükümeti ise (Bağımsızların desteğiyle kurduğu hükümet) salt çoğunluğa bile sahip değildi. İzafi (göreli) çoğunlukla görevde bulunuyordu. Aslına bakılırsa, İnönü’nün 1964 yılı başında yeni bir hükümet kurmak gibi bir niyeti yoktu. Fakat Kıbrıs olaylarının patlak vermesi, Kanlı Noel olayları, 1930’lardan beri çok müspet devam eden Türk-Yunan ilişkilerinin bozulmasına neden oldu.
Türkiye’nin böylesine gergin bir ortamda Lozan baş müzakerecisi ve Atatürk’ün başvekili-aynı zamanda- İkinci Adam İnönü’süz bir dış siyaset yürütemeyeceği açıktı. Bu nedenle bütün siyasi partiler İnönü’ye karşı olmalarına rağmen, 1964 Türkiyesinde onu ön safta görmek istiyorlardı. ABD başkanı Johnson’ın mektubu üzerine ilişkilerin gerginleşmesi İnönü’yü seçeneksiz bırakıyordu. CHP’nin karşısındaki partiler hem İnönü’ye muhalefet ediyorlar, hem de böyle bir ortamda onun ön planda olmasını istiyor, sorumluluk almaya teşebbüs etmiyorlardı.
SÜLEYMAN DEMİREL SEÇENEĞİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
Cumhurbaşkanı Gürsel’in birlikte çalıştığı üç başbakandan (İnönü, Ürgüplü, Demirel) en çok görevde kalan İnönü olmuştur. İnönü 3,5 yıl içinde iki darbe girişimini bastırdıktan sonra Johnson mektubu ve Kıbrıs meselesi ile karşılaşmış, eski Demokratların affı ve siyasi haklarının iadesi gibi çetrefilli konularla başa çıkmaya çalışmıştı.
Johnson Mektubunun, basında patladığı günlerde, Ragıp Gümüşpala İstanbul Ortaköy Lido tesislerinde aniden öldü. Gümüşpala’nın ölümü üzerine toplanan Parti Olağanüstü Kongresinden müfrit kanadın önderi Bilgiç’in değil, inşaat yüksek mühendisi Süleyman Demirel’in- muhtemelen ABD’nin de desteğiyle-parti genel başkanlığına büyük bir çoğunlukla seçilmiş olması onun 1965’te Başbakan adaylığına bir karine idi.
III. Hükümetini kerhen sürdüren Başbakan İnönü, 1965 bütçesi 225 oyla reddedilince istifa etti. 1961 Kasımında, o günün koşullarında mümkün olmayan CHP dışındaki partilerin hükümeti kurması seçeneği AP listesinden Kayseri Senatörü olan Suat Hayri Ürgüplü başkanlığında gerçekleşti.
Demirel Demokrat Parti devrinde iktidar tarafından kollanan bir yüksek bürokrattı. DP’li geçmişi öne çıkarılmadığı sürece Demirel’in iktidar adaylığı sorun teşkil etmezdi. Öyle de oldu. Gürsel, Adalet Partisi 1965 seçimlerini kazandığında bundan endişe duymamıştır. Çünkü Demirel’in cumhurbaşkanı ve ordunun kırmızı çizgilerinin neler olduğunun bilincinde- meseleleri suhuletle halletme adamı-olduğundan emindi.
Gürsel artık istediğini bulmuştu. Bu Demirel’di. Demirel 27 Mayıs’ı orduya da parti tabanına da unutturmak istiyordu. İleride de görüleceği üzere, bazı müfrit Adalet Partililerin tersine, orduya yakınlaşarak “tarafsızlaştırma” siyaseti uygulayacak ve bunda 12 Mart’a kadar başarılı olacaktı.
O, Demokrat Parti’nin mirasçısıydı ama TSK ile bir gerginlik yaratma niyetinde olmadığı belliydi. Hem Çankaya’daki Gürsel’e, hem kısmen sükûnete ulaşmış Sunay yönetimindeki orduya, senatodaki tabii senatörlerden oluşan Milli Birlik Grubuna “sorun yok” mesajı vermeye özen gösterdi. Hatta tabii senatörler Demirel’in başbakanlığını olumlu karşıladılar. Sonuç itibariyle, 27 Mayıs ideolojisi, Anayasası, teorik olarak hegemonyayı elinde tutuyordu ama siyasi iktidar Demokrat Parti’nin halefi Adalet Partisi’ne geçmiş oldu.
GÜRSEL’İN SAĞLIK DURUMU VE MAKAMIN BOŞALMIŞ SAYILMASI
Cemal Gürsel ömrü vefa etseydi 1968’e kadar görevde kalacaktı. 1965 seçimlerinden sonra göreve gelecek olan parlamento yine TBMM üyeleri içinden birisini Çankaya’ya çıkaracaktı. Gürsel’in ciddi sağlık sorunları vardı. 1966 Şubat’ından itibaren durumu ağırlaştı. Tedavi maksadıyla ABD’ye götürüldü. Geri getirildiğinde komadaydı. Durumunun geri dönülmez bir şekilde devam etmesi üzerine 38 kişilik geniş bir sağlık kurulu raporuyla “cumhurbaşkanlığı makamının boşalmış sayılmasına” karar verildi. TBMM, cumhurbaşkanlığı makamına Cevdet Sunay’ı seçti.
CEMAL GÜRSEL’İN CUMHURBAŞKANLIĞININ DEĞERLENDİRİLMESİ
AKP iktidarının yarattığı ağır ideolojik hegemonya, tarihi neredeyse darbeciler ve demokratlar arasında geçen mücadele olarak takdim ediyor. İslamcılık siyaseti- ideolojisi ve kökenleri itibariyle Demokrat Parti’yle hiçbir alakası olmamasına rağmen-Menderes mitosundan nemalanmaya devam ediyor. Bu egemen görüşe göre, 27 Mayıs 1960 meşru hükümete karşı gerçekleştirilmiş bir darbedir. Cemal Gürsel Kenan Evren’in erken dönem bir prototipidir.
Bir başka ifadeyle, Türkiye’nin dördüncü Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, “darbeciliğin atası” sayılmaktadır. Bugün bu ideolojik hegemonya altında, Türk siyasi tarihinde Cemal Gürsel’in oynadığı rol üzerine nesnel bir değerlendirme girişimi bile ağır bir taarruz riski almak anlamına gelebilir.
Bana göre, Gürsel, 1961 demokrasisinin kurucu Cumhurbaşkanıdır. 27 Mayıs 1960’ta Milli Birlik Komitesi başkanı olma konumundan başlayarak yeni anayasal düzene geçerken siyasal kimliği değişmiştir. Çankaya’ya çıktıktan sonra da 1961 Anayasasının öngördüğü siyasal düzenin cumhurbaşkanı olmuştur.
Parlamenter kuvvetler ayrılığına dayanan yeni rejim döneminde Gürsel’in en büyük dayanağı İsmet İnönü’nün varlığıydı. Buna sivil otoriteye bağlılığını kanıtlamış olan Cevdet Sunay eklenmelidir. 1965 şubatına kadar İnönü’nün kurduğu hükümetler; zayıf çoğunluğa rağmen Talat Aydemir başkaldırıları, Kıbrıs sorunu, Johnson Mektubu, eski Demokratların affı gibi konuları göğüsledi. İnönü’nün 1965’te başbakanlıktan çekildiği zamana kadar birçok denge yerine oturdu.
Bundan sonra Gürsel, Adalet Partisi’nin iktidara yürüyüşüne sorun çıkarmadı. Burada Suat Hayri Ürgüplü’nün başbakanlığı ve Demirel’in 1965 seçimlerini kazanıp iktidar olması sürecindeki karşılıklı itidalli tutum önemlidir. Neticede, 1965 seçimleri Türk siyasetinde yeni bir denge kurmuş oldu. Bu Demirel başkanlığındaki Adalet Partisi iktidarı ve 1961’den 1965’e kadar iyice yıpranmış olan CHP’nin Ana Muhalefet Partisi olduğu yeni dönem olacaktır.
Cemal Gürsel, Evren’den daha çatışmalı bir ortamın içinden çıkarak cumhurbaşkanı olmasına rağmen, Kenan Evren’in-1983’den 1987’ye kadar- yaptığı gibi siyasetin taraflarından biri gibi davranmamıştır. Cemal Gürsel soldan ve sağdan kırmızı çizgileri olan, Batı yanlısı, laik cumhuriyetçi bir figürdü. Gürsel ve 27 Mayıs’ı, Kenan Evren ve 12 Eylül ile özdeşleştirmek bir çok bakımdan yanıltıcıdır. Bu nedenle Gürsel, siyasi tarihimizde bir darbenin liderinden ziyade 1961 demokrasisinin kurucu Cumhurbaşkanı olarak anılmalıdır.
Çok Okunanlar
BEDAŞ açıkladı... İstanbul'da elektrik kesintisi
23 Kasım 2024 günlük burç yorumu
Fenerbahçe-Kayserispor muhtemel 11 belli oldu
Yalı Çapkını dizisinde ayrılık
Verona- Inter maçında Hakan Çalhanoğlu oynayacak mı? 11'de yer alıyor mu?
Kenan Yıldız Milan - Juventus maçında ilk 11'de mi? Maç ne zaman, saat kaçta?
Al-Nassr'da kadroya alınmayan Talisca'nın gitmesine bu formülle izin verecek!
Av. Turan Karakaş hayatını kaybetti
Gazeteler Kılıçdaroğlu'nun davasını nasıl gördü?
Conor McGregor'a cinsel tacizden ceza