Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
34,9385
Dolar
Arrow
32,5064
İngiliz Sterlini
Arrow
40,8451
Altın
Arrow
2441,0000
BIST
Arrow
10.087

Bu bir masal değil, kusursuz bir cinayet planı

Topluluğun hafızasında, ortak dramatik izler bırakan olayların, bir korku masalı formunda kaydedildikten sonra, bu hatırlamaların üzerine yeni bir hikâye yazılarak, ritüeller ve bilinçaltı senaryolar ile, sürekli tekrarlanıyor olmaları, nasıl bir mantık ile açıklanabilir?

Anadolu'da, özellikle kadınlar bir araya geldiklerinde, gece vakti, yaşlı kadınlar tarafından, gençlere anlatılan masallar vardır.

Anlatıcı ürpererek anlatır, dinleyenlerin sırtından soğuk rüzgârlar geçer. Dualar ile başlayan hikâye, tövbeler ile devam eder, "evlerden ırak olsun" fısıltıları ile bitirilir. Kadınlar, genç kızlar, kız çocuklar, zihinlerine ekilmiş bu tohumlar ile uykularına yollanırlar.

"Falanca evden, bevancaların kızı, düğününden bir gece önce" diye başlar hikâye. İsmi cismi bellidir bu kızın. Bu da dinleyenleri ihtimallerin daha da yakınına iter. "Neden sonra, bir ses çalınmış gece vakti kızın kulağına" diye devam eder hikaye, "iblis soyundan bir cinmiş bu. Sese doğru yürüdükçe yürümüş kız, yalın ayak. Ta ki bir uçurumun kıyısına varasıya. Sonra … bırakmış kendini kayalıklardan, Fırat'ın kıyısına. Sessiz sedasız gömmüşler oracığa…"

Fırat ve Dicle'nin suları, bu kadınların ellerindeki kader çizgileri gibi, hiç değişmeden akar binlerce senedir. Kadim kültüründen söz ettiğimiz Mezopotamya, hâlâ beşiğidir kadın cinayetlerinin. Sayısız kültürün geçtiği topraklarda, değişmeyen tek şey, geleneğe kurban verilen kadınlardır.

Halk arasında cinlerin fail olarak suçlanıp, katillerin aklandığı bu cinayetler, jandarma, ya da polis arşivlerine intihar vakası olarak kaydedilir.

Tecavüz eden caniler, uzun ömür yaşayıp, ecelleri ile ölürken, hayatını yaşamadan katledilen kız çocuğu, namazı bile kılınmadan toprağa karışır. Kimse üzerine konuşmak istemese de, herkes içten içe bilir olayın iç yüzünü.

Bu sebeple belki de, kendi vicdanlarında temizlemeye çalışırlar kız çocuğunun hatırasını. Çocuk kızın öldüğü yerde, bir ağaç biter aylar sonra. Annesi ya da bacısı dikmiştir geçenin bir vakti aslında, gömüldüğü yer kaybolmasın diye. Dua etmeye gidebilsinler diye.

Bir anda biten ağacı, mucize sayar köy halkı. Kırklara, yedilere karıştırıp, kutsal ilan eder katledilmiş kız çocuğunu. Adak alanına dönüştürülür cinayet mahali. İnsanlar gelin gibi süsledikleri adak koyunlarının boğazını, buradaki ağacın altında keserler. "Adağım var, kan dökeceğim" derler üstelik. Koyunun eti, tıpkı kızın yalanlara karışmış cinayeti gibi, parçalara bölünerek anlamsızlaştırılır. Yenilir yutulur bir halde sunulur ahaliye.

BU BİR MASAL DEĞİL, KORKUNÇ BİR CİNAYET PLANI…

Travmatik bir hikâyeyi yok saymak için, beyinlerinde bir tür bölünme yaşayan insanların, oluşturdukları patolojik, yeni bir hafıza. Ancak bu durumun patolojik olması, kötü niyetle yapılmış, bilinçli bir plan olmadığı anlamına gelmiyor. Hikâye halk arasında hem bu tür cinayetleri işleyenlere olayın üzerinin nasıl örtüleceğini öğretiyor, hem de dinleyenlere temkinli olmalarını salık veriyor.

Çünkü kız çocuklarının yaşadıkları tecavüzler, çoğunlukla aile içinde yaşanıyor. Baba, erkek kardeşler, enişte, dede, amca, dayı, ya da akraba çocukları. 

Her halükârda, olayın aile dışına çıkmasına izin verilmez.

Sonuç olarak ellerinde, hamile ya da bekaretini kaybetmiş bir kız vardır. Kızın anlattıklarına en başta annesi inanmaz.

Evine ekmek getiren, kocasının ve oğullarının hayatını mı koruyacak, yoksa eninde sonunda "elin malı" olacak bir kız çocuğunu mu?

Başına gelen felaket yüzünden çaresizlik içerisinde kıvranan çocuğun, geçirdiği sinir krizleri, bayılma nöbetleri, cinlere yorulur. Senaryoyu desteklemek için, eve cinci hoca çağırılır, böylece kızın normal olmadığı etrafa duyurulur. Artık herkes her şeye inanmaya hazırdır.

İlk baskıyı anne oluşturur: "Kocamın, oğullarımın başını mı yakacaksın?" dediğinde, kız çocuğu, evin içerisinde, hayatını kurtaracağına inandığı tek kişiyi de, annesini de kaybeder.

Evin erkekleri tarafından uğradığı fiziksel ve psikolojik şiddetten sonra, çıkış ümidini tamamıyla kaybederek, kendisini ölüme gönderen ailesine son bir iyilik yapar. Küçük kardeşleri babasız annesiz kalmasın diye, mecbur bırakıldığı intihara ikna olur. Gazetelerde "Namus cinayeti mi, intihar mı?" diye bir küçük köşeyi işgal eder, yaşamadığı hayat polis arşivlerine düşürülerek dosyası kapatılır.

Avrupa'da, 16 yaşını doldurmuş bir kız çocuğu istediği zaman evinden ayrılabilir. Devlet tarafından kirası, aylık yeme içme masrafları karşılanır. Okulu bitirebilmesi ve bir meslek edinebilmesi için resmi kurumlar tarafından desteklenir. Genç kız hayatını planlarken yalnız bırakılmaz. Kendisine eşlik etmesi için, alanında uzman bir mentor tayin edilir. Hiçbir şekilde ne ailesine ne de bir erkeğe muhtaç olmasına izin verilmez. Devlet burada tüzel bir aile vazifesi görür.

Sonuçta ne mi olur? Genç kız ailesi tarafından işkenceye maruz kalmaz. Eline bir urgan ve bir sandalye verilip "namusumuzu kurtar" denilerek intihara mecbur bırakılmaz. Yediden yetmişe herkesin söylediği yalanlarla, topluca işlenilen bir cinayetin üstü örtülerek, ailenin namusu için kurban edilmez.

Aynı genç kız, bir başka ülkede, dilediği gibi dünyayı gezen, dans eden, kahkahalar atan, istediği mesleği seçebilen, ümit dolu, pırıl pırıl bir genç kız olabiliyorken, bizim ülkemizde, bir korku filminde bile dayanamayacağımız bir hikâye ile toprağa karışıyor.

 Akl-ı selim insanlar, bu çocukların muhafaza ve rehabilite edildiği, yeni bir sisteme ihtiyaç var derken, Türkiye’deki milletvekillerinden yükselen sesler, şiddetli boyutlarda çaresiz hissettiriyor.

Devlet seviyesinde, basına karşı yapılan açıklamalarda, kadınların erkekler tarafından sahiplenilmesi gerektiği konuşuluyor...

Devrin başbakanlarından biri, "Dul kadınların maaşlarının kesilmesi, yaşlı erkeklerin mağduriyetini gidermek için gereklidir, çünkü parası olan kadınlar, mecbur kalmadıkları için, karısı ölen yaşlı erkeklerle evlenmiyorlar" diyebiliyor.

İsmini zikrederek önem atfedilmemesi gereken yeni milletvekillerinden bir diğeri ise; "Kadınların, bir erkeğin tek karısı olmak gibi bir hayalden uzaklaşması gerektiğini" bütün varlığı ile savunurken, "Dinimizde bir erkeğin dört karısı olabilir, ayrıca özgür kadın olarak pavyonda çalışmak mı, yoksa bir adamın bilmem kaçıncı karısı olmak mı daha iyi?" diyerek çıtayı iyice yükseltiyor.

Bu zat-ı namuhtereme, binlerce başarılı bilim kadınının, başarılı iş kadınlarının, dünyayı ileriye taşımış olan kadın politikacıların isimlerini tek tek saysak bile zihnindeki pavyon ve ev ortamı çatışmasını çözebileceğimizi zannetmiyorum.

Kız çocuklarını, ya da genç kadınları koruyabilecek olan tek kurum; kültür, din ve gelenekler tarafından kutsanmış olan aile olarak görülüyor. Ancak fail aile olunca, geriye genç kızı koruyacak hiçbir kuvvet kalmıyor. Dolayısıyla, devletin koruyucu kutsallığı, aile kurumunun üzerinde olmalıdır. Devlet, aileye rağmen çocuğun koruyuculuğunu birinci derecede üstlenmelidir.

Tek tek ailelerin içerisini denetlemek imkânsızdır elbette. Ancak hayatı tehlikeye girdiğinde, bir insanın sokakta kalmayacağını, satılmayacağını, öldürülmeyeceğini bilerek, tüzel bir aile güvencesi veren devlete sığınabilmesi gerekir. Kendisine bir ev, geçineceği kadar para ve eğitim olanaklarının sağlanacağını bilmelidir ki korkmadan kurtarabilsin kendini yaşadığı durumdan. 

Mütemadiyen katiller ve kadın düşmanları oluşturan, ataerkil toplum yapısında, kadının güçlendirilmesi ve korunması vazifesi devletindir. Boşanırsa kendisini öldürmekle tehdit eden bir adamla evlendikten sonra değil, en başından daha çocuk yaşlardayken güçlendirilmelidir kız çocukları.  Aksi halde intiharlarının ve cinayetlerinin vebali, aile içi faillerden daha çok devletin dolayısıyla hepimizin omuzlarındadır.

Devlet erkânı, basının karşısına geçip, kadını zayıflatmaktan, kadın özgürlüğünün zararlarından, çok eşliliğin faydalarından konuşacak kadar adab-ı muaşeret kaidelerini yok sayıyorsa, ki islamda bile çok eşlilik ancak zaruri hallerde konu edilir, gereksiz yerlerde konu edilmesi ayıp olarak karşılanır.

Parlamentoda, memleket meseleleri, halkın içerisinde bulunduğu mağduriyet, dünyayı bir felakete sürükleme ihtimali olan savaşlar yerine, adap ve edebe tevessül etmeden pavyonlardan, pavyon masalarındaki şehvetten, dul kadınların evlilik tercihlerinden, kadınları sahiplendirmekten söz ediliyorsa, bu dervişlerin ne fikrine ne de zikrine güvenmemek gerekir.

Vel hasıl-ı kelam, Türkiye Cumhuriyeti devletinin üzerine kurulduğu temeller, bu derece şiddetli bir akıl erozyonuna uğratılamayacak kadar kıymetlidir.