Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,2401
Dolar
Arrow
34,4862
İngiliz Sterlini
Arrow
43,5545
Altın
Arrow
2962,0000
BIST
Arrow
9.471

Cadı avı ve kadın düşmanlığı

Avrupa ve Amerika, tarihlerine karanlık harflerle yazılan cadı avı travmalarını, turistik eğlencelere ve sinema filmlerine dönüştürerek, suçlarını kabul etmenin bir yolunu arar sürekli. Tıpkı İsviçreli Mimar Peter Zumthor'un, Norveç'in doğusunda, 1662 ve 1663 yılları arasında cadılık suçlamasıyla yakılan 77 kadın ve 14 erkeğin anısına, hem bir itiraf hem de bir utanma abidesi olarak inşa ettiği yapıtta, yaşanan dehşetin yasını, hiç sönmeyen ateşin etrafındaki aynalar aracılığıyla bütün dünyanın vicdanına yansıtması gibi.

(from gallery of Steilneset Memorial / Peter Zumthor)

 

Keşke bu dehşet verici durumun anıtlarda kaldığını söyleyebiliyor olsaydık. Medeni toplumların kat ettiği mesafeyi düşündüğümüzde, rasyonel aklın sınırlarına hiçbir şekilde sığmayan cadı avı prosesleri, farklı motifler, farklı maskeler ile hâlâ karşımıza çıkmaktadır.

Katolik yardım organizasyonu Missio Aachen'in verilerine göre; Ortadoğu, Güney Asya, Kuzey Afrika, Orta Asya ve Doğu Asya gibi dünyanın farklı yerlerindeki 40'tan fazla ülkede, hala cadılık suçlaması ile işkencelerden geçirilip, ölümcül saldırılara maruz kalan kadınlar var

Uluslararası Katolik yardım Organizasyonu Missio Achen tarafından 'Cadılık suçlamasına karşıtlık günü' olarak ilan edilen 10 Ağustos, önemini Papua Yeni Gine'nin bir köyünde yaşayan, 10 Ağustos 2012 tarihinde cadılıkla suçlanarak, köy halkı tarafından günlerce işkence edildikten sonra öldürülen bir kadının, Martyrium sıfatı alabilmiş olmasından ileri geliyor.

1610 ve 1615 yılları arasında, Katolik Kilisesi'nin kültüre hâkim olduğu coğrafyalarda, tahmini sayısı 2000 ile 3000'i bulan öldürülme gerekçeleriyle günümüzde hâlâ kadın cinayetlerine sebep olan cadı avının gerekçeleri neredeyse birebir aynı.

Sebepler, katiller tarafından her ne kadar şeytanlar, ruhlar gibi dini-spiritüel bir düzleme çekilmeye çalışılsa da, esas sebepler, para, rekabet, miras, yahut kadınlar üzerindeki sahiplik iddiasından daha ileri gitmiyor.

Nedense cadı avcılarının bütün içgüdülerini harekete geçiren siren sesi, özgür, bağımsız, güçlü, becerikli ve akıllı kadınlar oluyor. Daha düne kadar isim verilmeyen, mülk olarak alınıp satılan bir varlığın, kendi hayatı üzerinde özgürce tasarrufta bulunması, bu katillerin nezdinde eşyanın tabiatına aykırı olduğundan, bu kadınlara ve bu özellikleri gösteren kız çocuklarına var güçleriyle saldırıyorlar. 

Dikkat çeken şudur ki, bu coğrafyaların her birinde hâkim olan dini eğilim Katolik Hristiyanlık değildir. Yani bu kadınların öldürülme nedeni, özellikle bir dinin mensubu olmalarından ve bu dinin kuralları dışına çıkmalarından ötürü değil.

Cadılık emaresi taşıdığı iddia edilen kadın tipolojisi, din ve kültür ayırt etmeksizin neredeyse aynı özellikleri gösterdiğinden, bu cinayetler cadı avı olarak nitelendirilememekte; dünya istatistiklerine ise kadın cinayetleri başlığı altında yansıtılmaktadır.

Peki, din, dil, ırk ayırt etmeksizin, kadınların dünyanın birçok farklı yerinde erkekler tarafından katledilmelerine sebep olan bu ortak lanetler silsilesi nedir?

Bunu tek tek analiz etmek yerine, bu coğrafyaların ortak özelliklerinden ve bu bölgelerde kadının durumunu ve içerisinde kalması beklenen çerçeveyi tanımlamak, belki de durumu açıklamak açısından daha pratik bir yöntem olacaktır.

Bu coğrafyalar, genellikle ekonomik açıdan az gelişmiş ülkeler kategorisinde olsalar da, sadece ekonomi bu yaşananları açıklamak için yeterli bir payda değildir. Bu cinayetlerin ortak paydası, dini teamüllerin ve geleneklerin toplum içerisinde hâkim olduğu, nevrotik irrasyonalitenin topluluk normları içerisinde kabul edilebilir uygulamalar olarak algılandığı coğrafyalardır.

Çok yakın tarihe kadar kadının dünyadaki statüsünü anlamak için, sanırım Eski Ahit Yaratılış kitabındaki şu ayetler ile başlamak yanlış olmaz:

2:18 "Adem'in yalnız kalması iyi değil. Onun için uygun bir yardımcı yapayım." 

2:20 "Adem bütün hayvanlara, gökte uçan kuşlara ve yeryüzündeki her yaratığa ad verdi. Ama Adem için ona uygun bir yardımcı bulunamadı."

2:21-22 "Adem'e derin bir uyku verdi. Uykuya daldığında onun kaburga kemiklerinden birini aldı, yerini etle kapattı. Aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yarattı ve onu Adem'e getirdi (hediye etti)."

diyerek “ kadının dünya üzerindeki anlam arayışı sürecini tamamlar“

 

Yani kadın, erkek egemen kültürde yaratıcı tarafından erkeğe, yalnız kalmasın diye verilmiş olan yardımcı bir hediyedir. Kavram yabancı gelmedi değil mi? İslam alimlerinin yazılarını biraz eşelediğinizde ise karşınıza "fıtrat" kelimesi çıkıyor.

Kadın fıtrat ehlidir, kararlarını zekâsına, akli yeteneklerine göre değil, duygularına göre verir, yani insan ile hayvan arasında bir yer atfederler kadına.

Düşünme ve muhakeme kabiliyeti yoktur, bu sebepledir ki şer'i mahkemelerde tek bir kadının şahitliği kabul edilmez; fıtratı üzere amel ettiğinden doğru kararlar veremez. Dolayısıyla İslami temayülde kadının erkeği boşama hakkı yoktur, asla yalnız yaşaması caiz değildir, muhakkak "sahiplendirilmesi" gerekir.

Yani, lamı cimi yok. Kadının erkek egemen dünyadaki pozisyonu "mülk" olarak tayin edilmiştir. Alınıp satılabilen, istenip verilebilen, geldiği aileye göre satış bedeli değişen bir varlıktır.

Evleninceye kadar, cinsellik hariç bütün fiziki kullanım hakları babasında olan kadının, evlilik seremonisiyle cinsellik dahil bütün kullanım hakları kocasına devredilir.

Genç erkeğe, çoğunlukla babası tarafından, karısı olmak üzere satın alınmış olan bu hediyenin; boşanma, sınırsız miras, kendi başına seyahat etme, doğum kontrolü, yüksek ihtisas, çalışmak, istediği giysiyi seçebilmek, kendi başına sokağa çıkmak, istediği insanlarla görüşebilmek gibi hakları yoktur.

Hatta vücudunun ne kadarını gösterebileceğine, saçlarını gösterip gösteremeyeceğine, eteğinin boyuna, pantolon giyip giyemeyeceğine, saçını nasıl toplayacağına, hangi ses tonuyla konuşacağına, kahkaha ile gülüp gülemeyeceğine, yürürken başını yerden kaldırıp kaldırmayacağına; önce babası, sonra kocası, yaşlandığında ise oğlu ya da erkek kardeşleri karar verir.

Bütün hakları elinden alınmış, bütün arzuları törpülenmiş, birey olma ihtimali yok sayılmış, cinselliği, fiziksel gücü, maddi manevi bütün varlığı kocasının hizmetine sunulmuş genç kadından; her şeye rağmen, memnuniyetle itaat etmesi ve köleliğinden haz duyması beklenir.

Bunca bireysel hak ihlaline rağmen kadının kocasına minnetle tapınması, rasyonel akıl çerçevesinde açıklanması mümkün olan bir durum değildir. Bunu izahın tek yolu jenerasyonlar boyunca dini ve geleneksel baskılara maruz kalan kadının, çocukluğundan itibaren defalarca karakteri kırılarak, geleneksel ve dini korkutmalar ile, her gün yeniden tahayyülünün çok üzerindeki bir otoritenin emirlerine boyun eğdirildiği bir yetiştirme tarzına maruz kalmasıdır.

Ve sonunda olgun yaşa gelip de babasından istenildiğinde, genç kadın, bir erkeğin kendisini başka bir erkekten istiyor olmasını ve dahi verilecek olması fikrini garipsemez.

Tüllü beyaz elbisesinin üzerine, bekaret mührü olarak bağladığı kırmızı kurdele ile tescilli tasdikli olarak, baba evinden, koca evine gönderilir. Babasının kulağına fısıldadığı ürpertici cümleye bile, babasının ellerine kapanarak sevgiyle karşılık verir: "Gelinlikle çıktığın bu eve ölmeden geri dönemezsin."

Şiddetli değil mi? Kızcağız, bekaretini korumanın verdiği gururla, çıkar evinin kapısından. Doğru dürüst arkadaşlık edemediği, aynı evde hiç yaşamadığı, birlikte tatile gidemediği, sarılıp uyuyamadığı, yani neredeyse hiç tanımadığı bir adamla o gece sevişmek üzere evinden çıkarılır.

Kurbanlık koyun gibi, yüzüne örtülen kırmızı tülden, sağına soluna takılan altınlardan, kolundan tutularak bir adamın karısı olarak verilmekten rahatsız olmaz.

Zaten yasa da kaba bir şekilde "Sizleri kari koca ilan ediyorum" demez mi? Adam "koca" isminde bile bir hakimiyet sıfatıyla kadının kocası, yani emir buyuranı olurken, kadın ise kabalaştırılmış ve aşağı çekilmiş bir terimle efendi olana ait olan "karısı" olur. Ve bunu da garipsemez.

Erkekler arasında keyifle verilen vaazlarda, "Eğer Tanrı olmasaydı, kadınlar kocalarına taparlardı" cümlesi nedense en vazgeçilmezler listesindedir. Hristiyanlıkta da, Yahudilikte de durum daha farklı değildir.

Erkek egemen kültür, kadın karşısındaki yetersizliğini ve düşük egosunu, bu tür cümleler ile tatmin etmekten asla geri durmaz. Kendilerine kutsal efendi statüsü veren bu sistemi, var güçleri ile korumaya çalışırken, dinin ve geleneklerin kırbacını, çaresizleştirdikleri kadınların omuzlarında, öldüresiye şaklatırlar.

Erkek dünyası tarafından çizilmiş bu tablonun dışına çıkmak isteyen kadınlar ise, öldürülme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Tarihin karanlık Katolik sayfalarında cadı ilan edilerek katledilen kadınların öldürülme sebepleri de, bu kuralların dışına çıkma denemelerinden başka sebepler değildi.

Katolik dünyadaki eril otoritelerin vazifesini başka coğrafyalarda cinci hocalar, kocakarılar, mollalar, ve benzeri kanaat bildiricileri ifa ederken; bu tarzdaki eril anlayışa göre, mülk olarak ilan edilen kadının, sahibine itaatsizlik ederek kendi hayatı hakkında tasarrufta bulunma isteği, erkekler tarafından öldürülmesi için yeterli bir gerekçe olarak görülür.

Bu öldürülmelerin gerekçeleri itibariyle cadı avlarından hiçbir farkı yoktur. İnsanlık hikâyesinin en başından beri, sadece kısmi fiziki üstünlüğü sebebiyle kadını kendisine eşdeğer görmeyen erkekler tarafından başlatılan bu av, hâlâ bütün şiddetiyle devam etmektedir.

Rasyonaliteden ve bilimden uzaklık, topluluk halinde yaşama temayüllerinin hâla binlerce yıl önceki dini metinlerle belirleniyor olması, geleneklere dönüşmüş dogmatik metinlerin tartışmaya kapalı olması, bütün bu cinayetlerin arkasındaki sebepler olarak sıralanıyor ve biliniyor olsa da, bu bilme hali, cadılık iddiasıyla yakılan, zina suçuyla meydanlarda taşlanarak öldürülen, namus cinayeti adı altında katledilen, özgürlükleri ellerinden alınmış köleleştirilmiş karanlığa itilmiş, intihara zorlanmış kadınların varlığını ortadan kaldırmaya yetmiyor.

 

Erkeklerin kadınlar üzerindeki sahiplik, efendilik iddiaları, bu doğrultuda oluşturulmuş aile yapısı, yüzde 50'sini kadınların oluşturduğu bir dünyada, devletler, sivil toplum kuruluşları, dernekler, entellektüel otoriteler, okullar, üniversiteler ve kurumlar düzeyinde yeniden ve yeniden sistematik bir biçimde konuşulmalı.

Bu konu sadece kadınlar arasında değil, en çok da erkekler arasında tartışılmalı.

Bir erkek özgürlüğünü kısıtladığı köleleştirdiği dizginlediği bir kadınla yaşamaktan haz alıyorsa, öncelikle kendi ruhundaki mazoşist efendiyi sorgulamalı. Çünkü efendi olmak bir köle sahibi olmayı gerektirir, ki bu da her halükarda zorbalık içeren bir delilik halidir.

Köleniz gibi davrandığınız bir insandan size hayat arkadaşı olmaz, ancak düşman olur. Şayet köleniz halinden mutlu olduğunu iddia ediyor ve öyle davranıyorsa, bu bütün kaçış ümitlerini kaybettiği ve kendini çaresiz hissettiği içindir. Ki bunun tıptaki tanımlı adının Stockholm Sendromu olduğunu eminim biliyorsunuzdur.