İdrak-ı hakikanın sırrına vakıf olmuş ez-cümle alimler, ehli kalem, ehli kıraat, bir kısım sofiler, ve dahi, bu zatların tahifesinden, gâh seyr-ü alem sefirler, gâhi öz ecdadının hanesinden, dünyayı seyehatname-i münevver ile neşreyleyenler; kaleme, kitaba ve müsbet aklın cedid-i tarikine yemin ederler ki… hiçbir masum kız ve dahi erkek evlat yoktur ki, cebri mevtlerinden, yahut yitirdikleri akli melekelerinden, bir tek Peri yahut Cin ehli mesûl olsun.
Kim ki cin ehline iftira-i şedidde bulunur, bilineki asıl zanlı, ya o iblis-i mel‘ûnun ta kendisidir ve yahut da, onun himayesindeki bir adem-i mahlukadır. Lakin insan evladının biçare kaldığı belaları, kendinden uzağa atmasının bir yolu da, hakikatler üzerine şiirler söylemek, hikayeler yazmaktır. Bu hikayelerin tabiatı öyle lazım gelirki, dinleyenin hatıratında hâşi bir tesir bıraksın. Tevekkeli, ıztırabında ve kederinde çaresiz kalan ahalinin, ne yüzleşmeye ne de cezaya niyet etmediği yerlerde, yalanlara inanmak, bu masalların kendi kabahatlerini de örtmesi cihetinde herkese yeğ gelir.
Ancak bu da böyle bilineki ilminde samimi olan vicdan ve de akıl ehlinin beyanatına pek az rastlanır. İlmini pul pul akçelere, korku ile bina edilmis bir itibara satanlar, hem sayıca fazladır. Hem de cehalette biribirleriyle yarış ederler, hakikatın tam aksini iddia etmekte bir an bile tereddüde yeltenmezler. Bu darb-ı mesel de, bir ilm-i sahih zatın hatıratı ile neşrolunur, nisyan-ı riya perdesini aralaması umulurak, el-kalem! şöyle başlar hikaye...
Tan yerinin ağarmaktan vazgeçtiği bir sabahtı; alaca karanlığın araf serinliği uzadıkça uzamış, beyaz sis ne toprağı ne de havayı güneşe teslim etmemişti. Köyün açıklarındaki kaplıcanın kaynar suları, sabahın serinine değince sislenirdi etraf bu saatlerde. Her nev-i mahlukat, eşya ve tabiat sis uykusunda ağırlaştıkça ağırlaşır, arzda peyda olan bulutlar cümle sesleri yutardı. yolun berisinden gelen sesler, sessizligin huzurunu kaçırmıştı, paslı bakır gıcırtısı, bila-ahenk tabiatın sinirini bozacak cinstendi. Külleri hala sıcak ekmek ocağının kıyısındaki sarman kedi de alıp huzursuzluktan nasibini, gözlerini araladı, bir la havle çekip, kendi kürküne sarılarak, yeniden uykuya daldı. Gacır gucur paslı bakır, çeşmeye varıp da suyun sol kıyısındaki, milad-ü ahir aslan heykelini görünce sustu. Sırtındaki ince pazen entarisinden, neredesye tekmil kaburga kemikleri sayılan genç kız, incecik kemikli elleriyle, suyun önüne sürdü ilk bakracı, çeşmenin arkasındaki duvarın üzerine ilişip, sislerin içinde beklemeye koyuldu. Sert rüzgar geçti pazen elbisesinin sırtından, bakraçları taşımaktan avuçları su toplamış, sırtındaki üşümeye inat, avuçları ateş gibi yanıyordu. Ellerinin ayasını rüzgara doğru çevirdi. Bakracın suyu dolmadan, oracıkta yok olmayı istedi içinden, yada en azından şuracığa kıvrılıp az biraz uyumayı.
Gözlerini yarım kapamıştı ki, kapkara bir kuş havalandı patır patır kanat gürültüsüyle elma ağacından. Su da taşmaya başlamıştı zaten, bakracı az eğerek suyun bir kısmını döktü, kaldırıp çeşmenin kıyısına bıraktı, ikincisini sürdü suyun önüne. Kesif bir duman kokusu yaktı genzini, ocak taşlarının üzerindeki kara kazanın altına sürdüğü odunları yakmış olacaktı kaynanası. Bekledi, az daha bekledi… biraz daha... İkinci bakracı da alıp yola koyuldu. Tahta kapılı bahçelerin, demir kapılı evlerin, ekmek ocaklarının yanından geçti, ellerinin acısından stilleri bir soluk yere indirdi, soğuktan kızarmış ıslak parmaklarını entarisinin eteğine kuruladı, belini doğrultup soluklanınca, ateş kokusuyla birlikte yayılan sıcak, dumanı üstünde bir tarhana çorbasının kokusunu aldı, açlıktan yüreginin başı oğundu. Bu saatte tarhanayı kim ocağa kordu ki... yeniden kavradı yükünü, yola düştü.
Kaynanası, yün yorganları, döşekleri açmış, üç gündür ateşi sönmeyen kara kazanı öfkeyle harlıyordu, çarşaflar, yorgan, döşek yüzleri, herşey fokur fokur kaynıyordu kara kazanda. Kırmızı ve mavi plastik leğenlere su doldurmuş, yorgan, döşek, yastık hepsinin yünlerini suya basmıştı, tokaçla eze eze köpürttüğü yünleri, bahçedeki yığma taşların üzerine fırlatıyor, suları süzülünce bahçe duvarının dibindeki iplere asıyordu. Gelin evden çıkarken kapıyı tam kapatmamıştı. Bulanık gri, yılan başı tokmaklı kapıyı ittirerek açtı. Susuz kara kazan harlanmış, ateşle iyice ısınmıştı. İlk bakracı yüklenip kara kazanın içine bocaladı, su kıvılcımları cosurdayıp buharlanarak sıçradı, ikinci bakracı da aktarınca kazanın öfkesi, homurtuya dönüşmüştü, genzini yakan ateşin dumanı, aklındaki sıcak tarhana kokusunu silmişti.
Altı dolunay geçmişti Medeha bu eve gelin olalı, aynı mahalledeki komşu delikanlıyla bir kaç bakışmadan sonra istemeydi, düğündü derken, ne olduğunu anlamadan, çehresi kırmızı yaşmaklara saklanıp, bilmediği el evinin gelini olmuştu, ne eskisi gibi gülebilir, ne de konuşabilirdi artık, çocukluğu bir günde silinmiş, ne kadın ne insan, hepsinden başka bir hal, gelin olmuştu sebepsiz. Acıktım diyemezdi, önüne ne kadar ekmek sürülürse ancak onu yiyebilirdi, evin insanı desen değildi, evlat desen hiç değildi.
Medeha onaltı, kocası ondokuz’una yeni girmiş bir çocuktu. Düğünden bir hafta sonra askere gidecekti, nişanlı kız hiç baba evinde mi kalırmış? Zaten onca altın takılmıştı, bir telaş alınıp getirilmişti koca evine. Kaynanası çok uğraştı halvet olmasınlar diye. Hırpaladı, dövdü, en ağırlarından küfretti, lakin ergen oğlunu zaptetmeye gücü yetmedi. Düğün sağdıçları kanlı çarşafı görmek isteyince, kaynana mecburen duyurmak zorunda kaldı ahaliye. Artık kaynanayı susturabilene aşk olsundu. kocası askere gitmiş, kızlığı bozulmuş gelini, iki sene bu evde nasıl saklarım diye söylenedurdu, bu şeytan gelir gelmez oğlumu baştan çıkardı, diye feryat figan ederek köyü inletti. Davranışı zalimce olsa da, sözlerindeki korkunun doğruluk payı yok değildi. Bakire olmadığı bilinen genç kadın, etraftaki kötü niyetli erkekler için, heleki de kadının koruyan, kollayan bir kimsesi yoksa, yaralı bir av gibiydi. Tam olarak bu sebepten, konu komşu, hısım akraba fısıldaşırken, hep bir ağızdan kınamışlardı kaynananın bu densizliğini. Bağıra çağıra evinde bakire olmayan sahipsiz bir genç kadının olduğunu ilan ediyordu etrafa. Kapısına varıp birkaç yaşlı teyze, "Medeha namuslu kızdır, kökü köceği bellidir, kendine vesvese etme, çocuğun da adını elin diline verme," dedilerse de, kimsenin gücü, kadının delirmiş gibi köpüren öfkesini sakinleştirmeye yetememişti.
Sisli sabahın erken saatinde, bir gölge daha vardı aslanlı çeşmenin civarında, Medeha'nın aylardır gördüğü eziyet, sararıp solan çehresi, günden güne eriyen bedeni, dedikodularla kulağına kadar çalınmıştı. Sama Nene çocukluğunu bildiği bu kızı kolaçan etmek için, köyün epeyce dışında, ormanlığın içindeki evinden, sabaha karşı çıkıp, köye kadar gelmişti. Çeşmenin yirmi adım gerisinde yükselen büyük ceviz ağacının altındaki kayaya sessiz bir güvercin gibi tünemiş, Medeha'nın bakraçları doldurup doldurup eve yollanmasını izliyordu. Bedbin kız, Sama‘yı farketmemişti bile. Köyün perili, cinli nenesiydi Sama, yaşı pek geçkin olmasa da, köylük yerde elli'sine varmış pek çok kadının, onbeş yaşında torunu bile olurdu. Köylüler Sama'nın arkasından cinlidir deseler de, başlarına bir hal geldiğinde ilk Sama'ya koşarlardı. Hem o köyün, hem civar köylerin ebesiydi. Otları, kökleri, ağaç kabuklarını, kimi taşları, hatta kimsenin bilmediği mantarları çok iyi bilirdi. Günahı vebali boynuna, cinlerin padişahı ile halvet olduğu için, cin mekteplerinde hem okuma yazma, hem de otların dilini öğrendiğini söylerlerdi.
Medeha, altıncı bakracı da alıp yola koyulmuştu ki, Sama yürüyüp seslendi Medeha'nın ardından. "Az dur hele kızım, biraz soluklan, nedir bu halin? Altı ay evvel gün güleçtin, akranlarınla bir söyler iki gülerdin, canını yele mi kaptırdın?" Kız, "İyiyim nenem," dedi, elindeki suları indirmeden, korkulu gözlerle ev yolunu gösterip, "Çamaşırlar su bekler". Kızım dedi Sama, "senin bu halin ne çamaşırla yıkanır, ne bulaşıkla yunur, gel az otur şuraya soluklan, beraber taşırız bakracını, anlat, ne oldu sana?" Kızın rengi ruhsarı kaçmış, yüzü kül rengi sarıya durmuştu, gözlerinin etrafını mor halkalar çevirmiş, avurtları dışarı bükülmüş, dudakları kurumuş, üşümekten kanı çekilmişti. Boğazı düğümlendi Medeha'nın, gözleri doldu, ama ağlamadı.
"Nenem", dedi "bana bir hal oldu". Biraz sustuktan sonra fısıldadı en kısık sesiyle, "Cin geldi bana nenem, al karısı ya da obruk bastı, yeni gelinlere olur öyle dediler, sineme firkete taktılar, bak şuramda, hiç fayda etmedi, ne ayet ne dua, ne yazı ne muska. Bazı geceler uykumda kapkaranlık bir ağırlık üzerime çöker, bağırırım uykumda sesimi duymaz kimse, kaynanam dedi ki 'dua et ki, cin‘in avucunun içinde delik var' , yoksa ölürmüşüm oracıkta.
"Uykuda mıydın?" dedi Sama, "hem uykudaydım hem değildim, kolum kanadım hep kırık, gözümü bile açamam beynimin uğultusundan". "Az daha anlat hele, ben cinleri iyi tanırımm, belkide bildiğim bir cindir, kokusu var mıydı bu mahlukun, saçı sakalı, boyu posu, sesi ya da bir isareti. Daha olmadı gider cinlerin padişahına sorarım, sen hiç korkma". "Gerçek mi nenem, sor kurbanın olam, takatim gücüm kalmadı. Kolum bacağım hep mosmor, kimseye diyemem". "İyi düşün Medeha, yeter ki bana bir işaret söyle, o mendebur mahluku neyse, neredeyse bulur çıkarırım, elini ayağını bağlarım, iyi düşün, bir nişanı, bir izi yok muydu... "
"Göremedim ki hiç nenem, canavar gibi karanlık bir şey, elini suratıma kapatır, nefes bile alamam". "Bu ağzının kenarındaki kırmızı nişanı o mu yaptı? " "He nenem, parmağında demir halka var, kaynanam yüzümü görünce dedi ki 'cinler kına yakmış buna', satı kadına muska yazdırdı, herkese 'bu gelin cinli' dedi, saçımı yas¸magˆımı yoldu, 'namussuz', 'arsız' dedi, 'babanın kapısına götürüp atacağım seni' dedi. Ben ne namussuzluk ettim ki nenem, çamaşır derler yıkarım, su derler koşarım". "Eee kayınbaban ne dedi bu işe? " "Hiç anlamadım ki nenem, o da yüzüme hiç bakmayan adam, kaynanama saldırıp tepikledi, 'sus' dedi ihtiyar karı, 'asıl seni götürüp babanın evine korum."
Sama Nene başını salladı, bastonuna iki eliyle sımsıkı sarıldı, üç kez yere vurdu tokmağını, vurduğu yerden toprak inledi…
"Ahh ahh", dedi "yer altınızdan kaya
kara bulutlar tarlanıza su yerine katran yağdıra,
ekmeğiniz yoğurdunuz maya tutmaya,
ak gününüz kara ola, eviniz ocağınız dağıla.
Bu masum çocuğa uzanan eliniz taş kesile, aşsız ekmeksiz kalasınız…
Kızcağız Sama'nın neden bu kadar kızdığını anlamasa da, gözlerinde biriken damlaları daha fazla tutamadı.
Biraz susup, "peki," dedi "sana ekmek su da mı vermezler, ne bu suratının hali, kaşık kadar kalmış, bir deri bir kemiğe durmuşsun?"
"Yok, ekmek verirler, kaynanam sofradan kalan artıkları da verir, ama bir aydan fazla var ki yemekler gözüme hep çirkin görünür, ne yesem midem devinir, su bile içsem gönlüm bulanır."
Sama'nın sesi yükseldi, "insan uykusunda odasına neyin, kimin girdiğini bilmez mi? ", "bu nasıl uyumaktır, madem korkulu rüya dersin, yastığının altına bir bıçak bırakamadın mı, kapına kilit vuramadın mı?"
"Bırakmaz mıyım nenem, elbet bıraktım, ama gücüm takatim yok ki elim bir şeye varsın, kaynanam kapının anahtarını da aldı. Zalim kadın, ama yine de sağ olsun her gece bir yol kolaçan eder beni, yeni gelin otu kaynatır bana, başımda durur içeyim diye. Hem de dua okur, 'Bunu içersen gece cin uğramaz, gündüz de bayılmazsın' der. Ama hiç fayda etmedi, al karısı mı, cin mi, obruk mu, yine geldi. Uykum uyanıklığım, düşüm rüyam hep birbirine karışık. Odamda türlü türlü mahluk gezinir, bazen başı kedi ardi yılan bir engerek, bazen tavuk kafalı bir hindi, kaynanam tutturdu 'Kara Molla'ya götürelim' diye, Kara Molla'nın eline koma beni nenem. Evvel sene taze gelini nasıl ölü çıkardılar elinden, kurbanın olam nenem."
Sama başını sallayıp "Anladım," dedi! Bastonuyla topraktan güç alıp ayağa kalktı. Medeha'yı önüne katarak kayınpederinin evinin yolunu tutturdu. Halinden şüphelenerek, "su bakracını yine de sen taşıyıver," dedi kıza. Kapıya vardıklarında eli varmadı kapının yılan şeklindeki tokmağına, bastonuyla üç kere, var gücüyle kırar gibi, vurdu kapıya "Güm güüm güüüm," kapının sesi yankılandı köyün meydanında. Zebellah gibi boyuyla kayınbabası kapıyı açtı, "Alacaklı mı geldin Sama, neyin gürültüsü bu?" dedi. "Alacaklıyım ya," dedi, gözlerinden ateş kıvılcımları çıkarak, kan çanağına dönmüştü kara gözleri. "Benim evin damında işim var, gelin kız bana yardıma gelecek, yedi gün de yanımda kalacak. Dolunay var, damda iş göreceğim", dedi. Topraktan bahçenin ortasında, isten iyice kararmış kara taşlardan yapılmış bir yer ocağı vardı, ateş iyice harlanmış, üzerindeki haylice büyük kara kazanın dibinden dışarıya alevler savruluyordu. Bir kulağıyla kapıda konuşulanları dinleyen kaynana, kazanın altına, kalınca bir odunu zorla sokuşturup, elindeki sopayla kara kazanda fokurdayan çamaşırları karıştırdı hiddetle, beyaz çarşafların fokurdayan buharı havaya savruldu. Lafın gittiği yeri duyunca elindeki ıslak sopadan buharlar çıkara çıkara, eteğini kıvırıp, çiçekli pazen donunun içine kıstırdı öfkeyle, elindeki sopayı bırakmadan, kocaman bahçeyi bacaklarını yırta yırta üç adımda arşınlayıp, geldi kapıya, "Oyy," dedi "bacım, nerede görülmüş genç gelinin yatıya kaldığı, anası babası bile çağıramaz, sana ne olmuş?".
Sama Nene, "Nerde görülmüş," dedi, "yeni geline cinli deyip dayak atıldığı, nerde görülmüş, taze gelinin ölü gibi ruhunun çekildiği. Kan yerine mi aldınız bu kızı! ". "Cinlidir anam cinlidir," dedi kaynana, "biz ne yaptık sanki. Geldiğinde cinliydi, anası babası kabahatini gizledi, kucağımıza attılar, oğlum burada olsa boşardık elbet, başımıza dert oldu, olmaz olasıca." Kayınbaba karısının kolundan tutup savurdu arkasına doğru, "Sen sus hele," dedi " koca karı". Sonra da "Hee," dedi üstten üstten, "insanlık halidir ne yapalım, cin uğramış geline, kabahat değil ya, Kara Molla'ya götürecez bu gece."
"Kara Molla anlamaz bu meseleden," dedi Sama, "cin değildir bu". "Sen nereden bilirsin?" dedi herif, iki adım Sama'nın üzerine yürüyerek. Sama Nene bastonunu adamın göğsüne doğru bastırıp ittirdi herifi, "Cinler parmağına demir halka takmaz da ordan bilirim," dedi, "cinler kınayı, ya ayağa, ya da ele yakarlar, cinler demir halka ile kimsenin suratına nişan bırakmaz da ordan bilirim," sesi yankılandı sokakta. "Cinlerin adına fiil işleyenlerin, düzünün nasıl tersine döndüğünü de çok iyi bilirim. Bu fiilden haberleri yoksa bile, ben cinlerin padişahına çıkıp söylerim, bütün zındık cinleri o demir halkalı iblisin başına sarmasını çok iyi bilirim". "Ne demir halkası, ne anlatırsın sen," dedi adam. Tokmaklı sopasını yeniden adamın göğsüne dayayıp Sama, "bak bak," dedi " efendi, ben söylenmeyeni işitirim, görülmeyeni görürüm, bu hanede olanlar bana ayandır". Canavar suratlı herifin parmağındaki halkaya baktı. "Al karısı uğramış," dedi "bu kıza!" sesini yükselterek. "Al karısı cenahından bir hatun benim ahiretlik bacımdır, onu çağıracağım yanıma, bu gelin yedi gün yedi gece yanımda kalacak, hiçbirinizin gözü değmeyecek, hiçbirinizin kulağı işitmeyecek. Alkarısı ile halka kurup, bulacağım bu zararı kimin verdiğini, eğer korktuğum gibi çıkmaz da yüce yaradan imdadımıza varırsa, bu meselenin hesabını hepinize ayrı ayrı soracağım". Medeha'nın omuzlarına çöken dağlar kalkmis, kuş gibi hafiflemişti, annesinin babasının bu azgın zalimlere güç yetirip de kurtaramadığı Medeha'yı, Sama bir çırpıda çekip almıştı, gönlü bu evden gitmeye dünden razıydı. "Nenem," dedi, hala anlamadığı belli olan bir çocuklukla "elbise alayım mı yanıma?" "Alma," dedi Sama, "o eşikten geçme." Arkasına aldı Medeha'yı, kapının eşiğindeki su dolu bakraçlara ayağıyla tekme vurup hiddetle suları yere devirdi.
"İnşallah", dedi "eşiğinizden giren son su damlası bu olur,
dalında meyveniz kurur,
Akınız karaya, karanız çamura durur,
tarlanız toprağınız taş olur,
suyunuz katran, ateşiniz kül olur,
Allah evinizden de ömrünüzden de bereketini saklasın" dedi,
Bakraçtan dökülen sularla çamurlanan kapı eşiğinden, bir avuç çamur alıp, beş parmağıyla, gri boyalı demir kapının üzerine sıvadı, "ben senin eşiğini mimledim efendi", dedi. "Sen sen ol o katnem sesini de, nefesini de yut otur, yoksa kiii, yoksa kiii, bir lafıma bakar, cinlerimin en zındıklarını sararım başınıza, her gece evinizi ocağınızı dağıtırım". Kayınbaba iki adım geriye sendeledi, Sama bastonuyla üç kere daha var gücüyle kapıya vurunca, ocağın üzerindeki kara kazan devrildi, yanan ateşleri söndü, beyaz çamaşırları kara küllere, kara toprakları küllü çamura bulandı, kaynata da kaynana da iyice korkmuştu, bembeyaz kesmişti suratları, renkleri benizleri kaçtı, sesleri solukları sustu, kocaman açılmış gözleriyle, bir kazana, bir de Sama'nın kızıl saçlarının altında ateş saçan kara gözlerine baktılar, kazanın devrilmesi hem Sama'nın hem de Medeha'nın yüreğine serin sular serpmişti.
Sama lanetlerini yağdırırken, bütün köylü pencerelerinin, kapılarının ardına gizlenmiş olanları izliyordu. "Bunca ev yaşarsınız bu köyde, hiç mi birinizin vicdanı sızlamadı bu çocuğa". Örtülü pencerelerde, kapalı kapılarda yankılandı sesi, kimse Sama'nın gözüne ilişip beddualardan nasibini almak istemiyordu, olanlara herkes şahit olmuş, fısıltılar çoktan başlamıştı bile.
Zavallı kız başındaki beladan bihaber, Sama Nenenin başından beline kadar inen kara şalının, ucundan tutmuştu, annesinin elini tutan küçük bir kız çocuğu gibiydi, birlikte yola koyuldular,
Devam edecek…
Çok Okunanlar
Gelinim Mutfakta kim elendi? 10 bileziği kim aldı? 22 Kasım 2024 puan durumu
22 Kasım 2024 burç yorumları
Fenerbahçe En-Nesyri için Al-Nassr'den gelen rekor bonservisi reddetti
Netenyahu'yu tutuklayacak ülkeler belli oldu!
BEDAŞ 22 Kasım'da İstanbul'da elektrik kesintisi yaşanacak mahalleleri açıkladı
Lüks araba markası Jaguar logosunu neden değiştirdi? Yeni logosu ne oldu?
Bakan Yusuf Tekin'den Teğmen Ebru Eroğlu ve diğer teğmenleri kurtaracak karar!
21 Kasım 2024 reyting sonuçları: Perşembe günü hangi yapım birinci oldu?
Mauro Icardi’nin Greeicy ile kulis paylaşımı Nara’yı çileden çıkardı
İsmi Fenerbahçe ile anılıyordu: Al Nassr'da flaş Talisca gelişmesi