Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
34,9385
Dolar
Arrow
32,5064
İngiliz Sterlini
Arrow
40,8451
Altın
Arrow
2441,0000
BIST
Arrow
10.087

Mecburen domestik kadının, çalınan hayatı

"Şimdi artık camlar geceyi olduğu yerde tutuyor."

 (Virginia Woolf) 

Dışarıdaki dünyanın resmi, akşam ışıklarında sönükleişp, manzara karanlık boşlukta dalgalanarak eriyince, camın içeri tarafında kalan nesneler, tavandaki sarı sıcak lambalara tutunarak daha da sağlamlaşıyor, böylece evin içindeki dünya iyice yerli yerine oturuyordu. Bordo kadife koltuklar, tavandan yere kadar inen  çiçekli perdeler, odayı kaplayan zümrüt yeşili halı, demir kapağı kızarmış sobanın üzerinde mırıltıyla buharlanan tarçınlı ıhlamur. Çayın rayihası, sobada çıtır çıtır yanan çam ağaçlarının kokusuna karışırken, ocakta fokurdayan yayla çorbası, kuzine fırındaki salçalı patates yemeği, mevsimlik kış salatası, her şey hazırdı. Evin beyi, elinde sıcak ekmeklerle her an kapının ziline basabilirdi artık. Yeşil halının üzerinde oynayan çocuklar, köşedeki fırından alınan sıcacık ekmekler, perdeler, halılar, bütün dünya yerli yerindeydi.

Bir ev kadınının en huzurlu saatleridir bunlar. Perdeler çekilmiş, günışığı saatlerinin huzursuzluğu siyah camların arkasında kalmıştır. Bu saatlerde görünür olur kadın. Her ayrıntısı özenle düşünülmüş bu saatler, sıradan bir akşam yemeği gibi görünse de evin hanımı için durum farklıdır. Onun dışında hiç kimse fark etmez; ütülü perdeleri, parlatılmış çatal kaşıkları, pırıl pırıl su bardaklarını. Tapusu kendisine ait olmayan, kirasını kendi başına ödeyemeyeceği bu sarayda, asıl vazifesi kölelik olan bir kraliçedir. Bu mevki karşılığında özgürlüğünden ve ruhundan vazgeçmiştir kadın.

Sabah gün ağarmadan, soba tutuşturulur. Odun alevleri sobanın ceperlerinde, uzaktan geçen bir lokomotif gibi gümbürderken, çocuklar uyanır. Yaz boyunca kaynattığı türlü türlü reçeller, soslar, salamura peynirler, kızarmış ekmekler sofraya dizilir. Kahvaltıdan sonra herkes dış dünyaya uğurlanır. Evi ile baş başa kalır kadın, dip bucak temizlenen odalar, yıkanıp kurutulan bulaşıklar, sakız gibi bembeyaz kaynatılan çarşaflar, ütülenecek elbiseler, yemek telaşesi ve yeniden akşam saatleri... 

Oluşturduğu dünyayı her sabah yeniden kurması gerekir. Sonsuz sayıda tekrar eden ritüeller ve sürekli koşuşturma hali, aslında onun kendi bilincinden kaçma yöntemidir. Ancak bilinçaltına hapsettiği, özgürlük isteğinin örtülü yansımalarını, kadının halet-i ruhiyesinde görmemek mümkün değildir. Her insan gibi, doğası gereği bilmek, öğrenmek, gezmek, yaşamak, özgür olmak isteyen kadın, annelik ve karılık vasıfları ile sonsuz ve duygusal bir köleliğin içerisine hapsedildiğinin farkındadır.

Özgür olma ihtimali kendisinden uzaklaştıkça, kendi gerçeklik algısı ile dış dünyadaki gerçeklik algısı arasında obsesif çatlaklar oluşmaya başlar. Yıkadığı tencerede, su lekesinin kalmaması çok önemli olur. İpe asılan çamaşırların hepsi bir hizada olmalı, kaşıklar sararmamalı, porselen takımlar asla bozulmamalıdır. Porselen tabaklardan biri kırılırsa dünyası dağılır, çünkü o tabaklar 12 tanedir ve 11'e düşmesi kabul edilemez. Halının saçaklarını tarar, perdelerin pilelerini sayar. Pahalı misafir porselenlerini asla kullanmaz, kristal bardaklar sadece vitrin süsüdür.

Yaşadığı şiddetli engellenme ve baskı obsesif takıntılara dönüştüğünde ise, etrafındaki herkes bu obsesif davranışlarını iyi ev kadınlığına yorar. Kimse bu takıntıların ve nevrotik nöbetlerin arkasındaki çığlık atan ruhu görmez. Ya da görmek istemez, çünkü hiçbir köle sahibi, hayatını efendisine takıntılı boyutlarda adayan sadık kölesini iyileştirmek istemez.

Kadının rahatsızlıkları gündelik rutinlerini aksatmaya başlayınca, son çare olarak psikoloğa götürülür. Kullandığı antidepresanlar, ev kadınını kölelikten kurtarıp, özgür bir insana dönüştürmeye kafi gelmez. Zaten amaç hiçbir zaman, adından, kimliğinden, özgür olma ihtimalinden vazgeçmek zorunda kalan kadını iyileştirmek, ona yeni bir hayatın kapılarını açmak değildir.

Asıl amaç kadının hezeyanlarını, antidepresan ile bastırmak ve ondan hizmet bekleyen efendilerini daha az rahatsız etmesini sağlamaktır.

Kadının zihnindeki kölelik tohumları, erken çocukluk dönemlerinde kendi öz ailesi tarafından ekildiği için, yaşadığı hezeyanlar en başta kendi ailesi tarafından kınanır. Böylece ne gidecek ne de dönecek yeri kalmayan kadının karakteri, hayat çizgisi boyunca defalarca kırılır.

Erkek çocuğunun dünyası ise, en başından dışarıda şekillenir. Sokakta saatlerce top oynayabilir, lisede futbol takımına girince alkışlanır, yaz tatilinde eczaneye ya da manava çırak verilir. Meslek edinmesi ya da okul okuması için bütün aile seferber olur. Babası esnaf ise okuldan sonra mutlaka yanına gider, akşam eve birlikte gelirler. Bağımsız olması, kendi ayaklarının üzerinde durması sürekli övülür.

Kız çocuğunda ise durum farklıdır. Hiçbir kız çocuğu, okuldan sonra mobilyacı olan babasının yanına meslek öğrenmek için gitmez; tamirci atölyesinde ya da manavda çıraklık yapmaz, çok iyi futbol oynuyor diye övülmez, hatta ayıplanır.

Çok küçük yaşlarda ev işlerine başlatılır, bu beceriksizlikle koca evinde ne yapacaksın diye daha 11 yaşında azarlanılmaya başlar.

Koca evi diye korkunç bir yer, kız çocuğunun eninde sonunda gideceği son durak olarak sürekli telkin edilir. Son durak olduğu fikri doğrudur da, bu noktadan sonra kadının kendisi ile ilgili bir gelişim göstermesi, sadece kendi hayatına odaklanması çok zordur. Çünkü evlenince, kendisi gibi yetişkin olan kocasının özel hizmetçiliğini üstlenmesi beklenir.

Ona yemek pişirir, bulaşıklarını yıkar, evini temizler, çamaşırlarını yıkar, çocuklarını doğurur ve doğurduğu çocuklara da ömür boyu hizmet eder. Erkek ise bu arada dış dünyada varlık göstermekle meşguldür, okulu varsa okur, meslek edinir, kulüplere, derneklere üye olur, futbol maçlarına gider, arkadaşları ile gece dışarı çıkar, iş seyahatleri olur, politikaya atılır, kamusal alanda varlık gösterir. Dolayısıyla halı saçaklarının taranması, tenceredeki su lekesi, perdenin pilileri erkeğin gözüne asla ilişmez.

Rainer Maria Rilke, Rodin için şöyle der: 'Evinin, Rodin için tam bir zorunluluk olduğunu fark ettim, kendisini soğuktan koruyacak bir barınak, altında yatacağı bir çatı. Tam anlamıyla kayıtsızdı eve karşı, ev ne yalnızlığını, ne de içine kapanmasını etkiliyordu. Onun yuvası, gölgesi, sığınağı, dinginliği kendi içindeydi, onun gökyüzü de ormanı da, hiçbir şeyin durduramayacağı ırmak da kendisiydi.'

Çünkü insanın sığınağı olan evini, kendi içerisinde oluşturabilmesi için, varlığını dış dünyada kanıtlamış olması gerekir. Sanat ile, müzik ile, mühendislik, fizik, matematik ve kimya ile oluşturmaya ve dönüştürmeye çalıştığınız dünyada önünüzde sonsuz ihtimaller oluşur. Perdeler, kristal vazolar önemsizleşir, hayatınız, bilinciniz, varlığınız, mutfaktaki ocak ile oturma odasındaki yemek masasının arasında sıkışıp kalmaz. Karanlık pencereleri kırıp, sonsuz ihtimallerin olduğu, sınırsız masmavi gökyüzüne kanat çırparsınız.

Böylesi bir özgürlük ihtimali ile dünyayı değiştirmekten ve dünya ile birlikte değişme ihtimalinden mahrum bırakılan insan ise yok hükmündedir. Ki ataerkil uygulamaların kadından beklediği de tam olarak budur; dış dünyada varlık göstermeden, evinin içerisinde yaşaması ve hiçbir iz bırakmadan orada yok olması.

Arendt, insanın özgürlüğünün yok edilmesini, insanlığın totaliter rejimler tarafından aşağılanması olarak görür. Çok doğru bir tabirle, bu bir aşağılanmadır evet, çünkü bir insanın özgürlüğünün engellenmesi ve yok sayılması ona yapılabilecek en büyük hakaret ve verilebilecek en şiddetli cezadır. Eril dünyanin sıradanlaştırıp banalleştirdiği bu kötülük, ataerkil geleneğin, binlerce yıldır dünyanın her yerinde, kadına karşı işlediği ve ısrarla işlemye devam ettiği ağır bir suçtur.