Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,2401
Dolar
Arrow
34,4862
İngiliz Sterlini
Arrow
43,5545
Altın
Arrow
2962,0000
BIST
Arrow
9.549

Merkür retrosunda kuantum büyüsü nasıl yapılır

ZAMANDA GERİYE GİDERKEN MERKÜR RETROSU

Zaman nehrinin önü, ardı, altı, üstü, evveli sonrası var mıdır esasen? Yoksa zaman, kendi varlığının farkındalığını, içerisinde yaşadığı evren ile ilişkilendirme zekasına ergin olan insanın, yeryüzündeki sınırlı ömrünü, gök cisimlerinin hareketlerini ölçü alarak anlamlandırma çabası mıdır? 

İster kabul, ister inkâr edelim, insanoğlu kendiliğinden var olan şeyler ile değil, o şeylere kendisinin atadığı vazifeler ile anlam katar varlığına. Dolayısıyla, kendini zamansal çizgide anlamlandırma kaygısını taşıyan insanın en önemli konstantıdır gök kubbenin devinimleri; geceyle gündüzle, döngülerle, mevsimlerle ölçüp tartar kendini; bu bilgi ile düzenler gündelik ve hatta ömürlük yörüngesini.

Zaman zaman içre, hikayeler gerçeğe,

gerçekler eflak-ı devranın cevlanında masallara evrilince,

yıldızlı kubbenin insanlara daha yakın göründüğü,

yeryüzü ışıklarının, yıldızları gölgelemediği devirlerden birinde.

Fırat Nehri'nin bugününden dününe, bir yaz gecesiydi 6000 yıl evvelinde... 

Dolunayın bile dünyanın beri tarafına kaçtığı, sıcak, nemli, ağır bir gecede, zümrüt yeşili yapraklar, nehir sıcağının nemi ile inci inci terlemiş, kuşlar uykuyla karışık susmuş, tilkiler, çakallar, sincaplar tekmil hayvanat yavrularını korumak üzere yuvalarına rücu etmişlerdi. Alaca gagalı kara kuşa sorarsan bu sessizlik hiç de hayra alamet değildi.

Nehrin suları, çakıl taşları, balıklar, siyah gök kubbe, yıldızlar; bir tekmil bütün doğa bugünkü halinden pek de farklı değildi. Tek fark, yıldızlı gök kubbe ile yer yüzü arasında yaşayan o devrin insanıydı.

Ağır nemli akşam, gün ışığı ile vedalaşmış, ancak ellerini henüz mavi kubbenin yer yer kavuniçi,  yer yer sis mavisi, bulut beyazı ve toz pembe saçlarından henüz çekmemişti. Fırat'ın yüzü, terk eden güneşin kederiyle kararmış, son menevişler de yavru balıklarla birlikte yüzeydeki kayaların altına saklanmıştı.

Nehrin uğultulu siyah bir gölge gibi ürpertiyle etrafına yabancılaştığı; insanların çekilip balıkların beslenmek için suyun yüzeyine yaklaştığı saatlerdi. Civarın yaşlıları, nehrin beyaz balığının  bu saatlerde, kalbi temiz olan çocuklara göründüğünü anlatırlardı. Beyaz ana denilen bu kutsal yaratığı her kimki görürse, gönlünün dileğini söylemekten çekinmemeliydi. Lakin avlamaya çalışanın da vay halineydi. Beyaz anayı avlayan balıkçının ömrü, bir daha gün doğumunu görmeyecek kadar kısalırdı. 

Bu masallarla büyüyen, yarı delikanlı iki çocuk, balıkların beslenme saatini kaçırmamak için ağ atmak üzere nehir kıyısına inmişlerdi. Bir an önce işlerini halledip hava zifiri kararmadan evlerine dönmek istiyorlardı. Telaşla ağın iplerini bağlayan Ku-Aba, ay ışığı da yok diye  söylendi kendi kendine. Çok geçmeden, hızla kararan hava omuzlarından ürpertiyle geçip içini titretince, "çabuk çabuk," dedi, kardeşi Zizi ye "onu da bağla eve gidelim, kalan ağları atma." Zizi’nin, elleri hareketsiz, gözleri nehrin karşısına doğru donakalmış, öylece duruyordu. Bir anda korkuyla yerinden sıçrayıp, mabadının üzerine düştü, "Beyaz ana, beyaz balık... gördüm çok büyüktü." dedi, Öteki çocuk da aynı yansımadan ürpererek birkaç adım geri çekildi; fazlaca beyaz balık vardı dalgalanan suyun yüzeyinde, bir görünüp bir kayboluyorlar, sayıları sürekli artıyordu. Sonra "Güm!" diye hışırtıyla karışık bir ses koptu nehrin bütün yüzeyinde; yavru balıklar kaçıştı, yeşil yaprakların üzerinde ağırlaşan damlalar düştü, uyuyan kuşlar irkilip havalandı. Bütün karanlıkta yankılandı ses. İki çocuk kalan ağları yerde bırakarak koşmaya başladılar. Ses bir daha, daha bir daha, kendini ritmik vurgularla tekrar etmeye başladı, çocuklar ancak o zaman durarak, nehrin kıyısındaki kerpiç sarayın kızıl duvarlarına bakmayı akıl ettiler. Balık zannettikleri, yansımaları suya düşen beyaz erbanelerdi; duydukları ilk ses ise, gökyüzüne yükselen 60 tane zilli erbanenin tek ve güçlü bir darbeyle, erbanelerin kasnak çeperlerine savrulan pullarının tek vuruşluk güçlü sesiydi.

"Kim çalıyor?" dedi çocuklardan hem boyca hem yaşça küçük olanı. "Arkana bakmadan koş," dedi öteki, "cinler çalıyor, seni görmesinler, arkana bakmadan koş." Haklıydı çocuklar; havada, var gücüyle vurulan, gökyüzüne savrulur gibi hareket eden erbaneleri tutan hiç kimse yoktu. Bunlar hiç şüphesiz kral kahini Ur-Nammu'nun saraya davet edebildiği cinlerin ta kendileriydi.

Kerpiç sarayın kızıl duvarlarına tüneyen, siyah dumandan olma, kara ateşten doğma bu cinler, yeni doğacak olanı, şeytanın harlı nefesinden koruyabilecek yegane varlıklardı. Velevki tanrılar buyruk söyleyip emir buyurmasınlardı. 

Asl-ı zatında, Kara entarili, kara yazmalı 60 kadın, gözlerindeki siyah sürmeler, yüzlerindeki kara nakışlar ile akşamın sakinleşmesini, gecenin serilmesini beklemiş, kızıl kerpiç sarayın yüksek duvarlarına siyah gölgeler gibi dizilerek, ellerindeki zilli erbaneleri var güçleriyle, aynı ritimle vurmaya başlamışlardı. 

Genç Kral Şar-Kali-Şarri'nin ilk cariyesinin doğum sancıları akşamın geç saatlerinde başlamış, 60 tane kocamış bilge kadın, civarın dört bir yanından haftalar önce saraya gelmiş, nihayet doğum sancıları başlayınca da 15 yaşındaki kız çocuğunun sesini şeytanlardan saklamak ve doğurması muhtemel olan kral bebeği korumak için ayin ritimlerini, trans halinde, var güçleriyle vurmaya başlamışlardı.

Korkuyla kaçan çocuklar hiç de haksız sayılmazlardı; sanılırdı ki beyaz erbaneler, yıldızlara doğru insanların değil, siyah dumandan yapılma cinlerin elleriyle vuruluyordu. Halkın izafi nazarında ve hikayeler ile oluşturulmuş idraklerinde, gayip âlemin gizemli cinleri, kralın kahini Ur-Nammu'nun emri ile Fırat kıyısındaki kerpiç saraya davet edilmişlerdi. kızıl duvarlara tüneyen cinler, yeni doğacak olan kralı korumak için göklerin tanrısı Enlil'e yalvarıyorlardı. Hiç kesilmeyen ve sürekli yükselen seslere bakılırsa, cinler ile İblislerin  harbi pek çetin geçiyordu. Çünkü kralın hem insanlardan hem de iblislerden çokça düşmanı vardı. 

Siyah libaslı kocamış gölgeler erbane vurgularının arasına kendi nefeslerinin sözlerini de eklediğinde, hiçbir insan ve dahi iblis evladının, kara gecede Fırat nehrine, dağlara, ormanlara ve de mağaralara çarparak yankılanan bu sesten ürkmemesi mümkün değildi.

En-lil lu-gir-ra šeg-gig-ga nigin

dumu ki-gar-ta šu-gar

ama-ni dingir-ne-eš ba-da-gen

nam-ti-la ša-ge gen En-lil

Dolunaysız gece ağırlaştıkça ağırlaşmış, nehrin karanlık gövdesi olduğu yere çakılmış, akmıyordu sanki. Aynı anda savrulan erbane zilleri ve kocamış siyah gölgelerin çatallı sesleri tüm civarın sessizliğini kırıyor, içeride yatağında kanlar içerisinde çığlıklar atan, henüz 15 yaşındaki prenses Ninlil'in sesini bastırmak için mırıltıyla başlayan dualarını yükselttikçe yükseltiyorlardı. 

Ey Göklerin Tanrısı Enlil, kötülükleri kov!

bebeğin yeryüzüne gelmesine izin ver,

annesine de yardım etsin tanrılar,

onlara uzun ömür bağışla ey Enlil...

Genç Kral Şar-Kali-Şarri, saray komutanına orduyu sarayın girişinde hazır tutması emrini vermiş, bebeğini çalmak isteyen şeytanlar için kendince önlem almak istemişti. Uzadıkça uzayan erbane seslerinden ve yükselen dualardan çaresizlik içerisinde tedirginlik duyan kral, bir yandan da saray kahini Ur-Nammu'nun yıldız gözlemlerinden haber bekliyordu.

Nihayet günün ağarmasına az bir zaman kala, kahin, gökyüzündeki bir yıldızın geriye doğru hareket ettiğini gözlemlemiş, kararan yüz ifadesini kraldan saklayamamıştı. Gecenin karanlığının kırılması ile birlikte erbaneler susmuş, kerpiç kızılı sarayın duvarlarına sessizlik çökmüştü.

Ne zavallı çocuk, ne de annesi zorlu geceyi atlatabilmişti. Kahinin öldürülmemek için elinde çok açık bir delili vardı; müjdeli haber getirecek olan yıldız geriye doğru hareket etmiş, gelmesi gereken hayat tanrılar tarafından misliyle geri alınmıştı. Suç ne kahinin, ne ebelerin ne cinlerin, ne de perilerindi; hatta şeytan bile bu gecenin masumları arasındaydı, çünkü gök tanrısı Enlil böyle istemişti.

Bu olay dilden dile anlatılmış, ilden ile yayılmış, bütün eflak aynı yönde devran ederken, geriye giden bir gezegenin sebep olduğu olay, halkın zihnine bir felaket  işareti olarak kazınmıştı...

Yaşadığımız ortak travmalar hikayelerimizi, hikayelerimiz ise geleneğe dönüşen, bir korkunun etrafında şekillendirdiğimiz naratiflerimizi oluşturur. Korku ile kaydedilen travmatik naratifler nesilden nesile aktarılır. Çünkü korkularımızı unutmamak bizleri hayatta tutar.

En tehlikeli olanı ise, korku kalıpları ile geleneklere dönüşen davranış şekillerinin, toplumun kollektif zihnine bilgi olarak kaydedilmesidir. Merkür retrosu, belki de 6000 yıl kadar önce coğrafyamızın kültürüne böylesi bir travma ile yerleşmişti.

OPTİK ALGI YANILMASI

6000 yıl kadar önce "Retrograd hareket" olarak bilinen bu fenomenin, tamamen optik bir yanılsama olduğunun bilinmesi henüz mümkün değildi.

Merkür‘ün Güneş etrafındaki yörüngesini yaklaşık 88 Dünya gününde tamamladığını, bu sebeple, Güneş etrafındaki yörüngesini 365 günde tamamlayan dünyaya göre çok hızlı hareket ettiğini.  Dünya'dan bakıldığında ise, Yörüngesel hız farklılığı  sebebiyle Merkür‘ün,  geri gidiyormuş gibi  algılandığını, yani, Merkür‘ün aslında geri gitmediğini; bu Fenomenin sadece Dünya'nın hareketine bağlı olarak, Dünya'daki gözlemcinin algısında oluşan optik bir yanılsamadan ibaret olduğunu bilmiyorlardı.

YANLIŞ BİLGİNİN ÜZERİNDEN GEÇEN 6000 SENE

Peki ne oluyor... Ne oluyor da, aklı başında oldukları fikrinden yola çıktığımız, modern bir tedrisattan geçmiş bireylerin, cümlelerinin arasında, üzerinden yaklaşık 6000 yıl geçmiş bir naratifin seslerini "Merkür retrosu", "burç haritası", "kuantum falı", "evrene enerji gönderme" gibi, rasyonalite çerçevesinin tamamen dışında kalan cümlelerle yeniden duyuyoruz? 

Sadece birkaç tuşla doğru bilgiye ulaşabilecekken,"Merkür retrosunu etkileri" nasıl bir akıl tutulmasının sonucunda söylenen bir cümledir, demek istemiyorum!

Çünkü bu furyaya kapılanlar sadece eğitimden ve öğretimden mahrum kalan, yaşça geçkin amcalar teyzeler değiller; bu insanların arasında akademisyenler, yazarlar, üniversite mezunları ve entelektüelliğin nimetinden nemalanan birçok kimse var. Mesele bu noktaya varmışken, vaziyeti sadece eleştirerek kendimizden uzaklaştırmanın hiçbir manası yok. Vakıa, diagnozu yapılmış hiçbir problemin, yıkıcı eleştiriler ve hakaret yöntemi ile çözüme kavuştuğu gözlemlenmemiştir.

KOGNİTİF YANLILIKLAR 

Bildiğimiz şu ki, insanların mantıklı bir bağıntıya ihtiyaç duymadan, hayatlarına entegre ettikleri inanmaların ya da kabullenmelerin ekseriyeti kognitif yanlılıklara, algı hatalarına yahut duygusal ihtiyaçlara dayanıyor. Kültür ve geleneklerle, aile yollu aktarılan algı hataları ve yanlış bilgi edinimleri, bireyin hayat akışındaki gerçekleşmemiş arzuları, çatışmaları ve de travmaları ile perçinlendiğinde, bu inanmalar bireyin karar mekanizmasını rasyonaliteden tamamen uzaklaştıran davranış kalıplarına dönüşebiliyor.

Akılcılıktan uzak bir düşünüş şekli geliştiren bireyin, kendisiyle çelişmemek için, taraflı bir doğrulama metodu geliştirme eğiliminde olması ise beklenmedik bir durum değil elbette. Bu sadece, irrasyonaliteyi takip eden bir tür içsel savunma mekanizması. 

GRUP DİNAMİKLERİ

 insanların bu türlü irrasyonel inanç sistemlerinin içerisinde tutan bir başka unsur da grup dinamikleri oluyor. Çoğu zaman insanların aidiyet ihtiyaçları ve grubun içerisinde sosyalleşerek güvende hissediyor olmaları, onları bu yanlış davranış şekillerini sorgulamadan, grubun içerisinde kalmaya ikna ediyor. Platon'un mağara allegorisi bu bahis için eşsiz bir örnektir.

Ancak bu türlü açıklamalar, eli kalem tutan, topluluğa tesir etme imkanlarına muktedir olan bireylerin, bu nevi bir cehalete kapılmalarına kat’a gerekçe olamaz. Çünkü eylemlerinin kendilerine yüklediği sorumluluk sadece kendi hayatları ile ilgili değildir.

En nihayetinde hiçbir yazar, yazılarını kendi başına yazıp, aynanın karşısında kendi kendisine okumuyor. Hiçbir program yapımcısı, giyinip hazırlanıp, makyaj masasının başına geçip, "evet sayın seyirciler" diye kendi başına bir delirme yaşamıyor.

En nihayetinde yazılarını, programlarını, eserlerini ve eylemlerini resmi bir form içerisinde yaşadığı topluluk ile paylaşan her birey, toplumun şekillendirilmesindeki mimarlık vazifesinde bir memuriyet hassasiyeti ile mesul değil midir?

Bu nevi etki sahiplerinin, akıl gölüne attıkları cehalet taşları, yanlış programlanmış göreceli algılarında, su yüzeyindeki hoş romantik dalgalanmalar olarak görünürken, bu eylem ile onaylanan cehaletin dip dalgaları, kırsaldaki genç bir çocuğun hayatına mal olabiliyor. Halk arasındaki tabirleri ile cin, fal, havas, ebced, büyü gibi kavramların yerlerine, burç haritaları, kuantum falları, evrene enerji yollamak, tarot kartları gibi sözde modernleştirilmiş safsatalar bırakmak vaziyeti hiçbir surette iyileştirmiyor.

Aynı davranış dalgası, bir başka seviyede ise, orta kesim eğitimliler arasında, kurumların sağlıklı işlemesine engel olan davranış bozukluklarına sebep oluyor. Evrene enerji gönderebileceğine inanan bir mühendisten, beynindeki irrasyonel duvarları aşıp, bir icat yapmasını nasıl bekleyebiliriz? Merkür retrosunun eletronik cihazlar üzerindeki tesirine inanan bir IT çalışanını düşünmek kabil bile değil. 

Bu inanmalar, zannedildiği gibi sadece eğlencesine, laf olsun diye hayatımızın bir köşesinde tuttuğumuz ilginçlikler olarak kalmıyor maalesef. Zihnimizde irrasyonaliteye aralık bırakan küçük bir kapı, karar mekanizmalarımızı, hayatımızı yönetme şeklimizi, işlerimizi, üretkenliğimizi ve en önemlisi hayatı algılama şeklimizi, hem özel hayatımızda hem de çalıştığımız işlerde kökünden etkiliyor.

Dolayısıyla keyifli bir kahvenin sonunda ters çevirdiğiniz fincan, hiç tanımadığınız bir insana hayatınız hakkında yorum yapma ve karar verme gücü atadığınız tarot falları, binlerce kilometre uzaklıktaki bir gezegenin hareketinden gerçekten etkilendiğinizi düşünmek gibi bütün akıl ilkelerini reddeden bir davranış, düşündüğünüz kadar masum davranışlar değiller.

Toplumlar bireylerden oluşur. Bireyler akılcılıktan uzak, batıl inançlara eğilimli ve bilime uzak ise, vaziyet ayniyle topluma ve dolayısıyla kurumlara sirayet eder. Bu durumda işlemeyen bir hukuk sistemine, eğitim sistemindeki ağır aksaklıklara, politikadaki kargaşaya, finans krizlerine şaşırmamak gerekir. Yanlış ve batıl temellerin üzerine, rasyonel, bilimsel, kontrollü, mantıklı ve gelişen bir sistem inşa edemeyiz.