Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,2401
Dolar
Arrow
34,4862
İngiliz Sterlini
Arrow
43,5545
Altın
Arrow
2962,0000
BIST
Arrow
9.471

Senin bedenin - benim kararlarım

1926-1984 yılları arasında yaşayan Fransız filozof, tarihçi ve toplum bilimci Michel Foucault, siyasi iktidarların, insan bedenini ve davranışlarını, sosyal normlar başlığı altında baskılamalarının, aslında siyasi bir enstrüman olduğunu ve bu baskılar ile toplumun idaresini ve denetimini amaçladıklarını savunur.

Bu hususta Michel Foucault’nun ayak izlerini takip ederken, biyopolitika kavramı ile karşılaşıyoruz. Foucault, ‘‘Biyopolitika’’ kavramını, ilk kez 1976 yılında yayımlanan Histoire de la Sexualité adlı kitabının ilk cildi olan La Volonté de savoir (Bilme İstenci) bölümünde tartışmaya başlamıştır. Foucault’a göre devlet, biyopolitik stratejiler ile, topluluğun nüfus, doğurganlık, cinsellik, sağlık gibi biyolojik süreçlerini, sosyal normları aracılığı ile kontrol altında tutmaya çalışır. Cinsellik, doğum kontrolü ve evlilik gibi konuların ehemmiyeti ise, genç kadını, tabiatıyla politik stratejilerin odak noktası haline getirir.

TOPLUMSAL NORMLARI KULLANAN İKTİDARLARIN ELİNDEKİ SINIRSIZ GÜÇ

Bu bahiste devam ederken, "normallik, toplumu düzene sokan disiplinin bir aracıdır." ve "toplumsal normlar, iktidarın en görünmez ama en güçlü araçları olarak işlev görür" diyor Foucault.

Peki, devlet tarafından uygulanması arzulanan sosyal norm kalıpları, yasalar ile sabitlenmediğine göre, toplumun disiplinli bir ısrarla bu normları tatbik etmesinin arkasındaki gizil gücün uygulayıcıları kimlerdir?

Aslında kulaktan kulağa, evlerden evlere, cemaatlerden cemaatlere, mahallelere, köylere, büyük şehirlere, hatta ülkelere yayılan toplumsal normlar dediğimiz bu güçlü fısıltının sahipleri bizleriz. Fısıltılarımızı bulunduğumuz küçük çevrede, mikro düzeylerde birbirimize aktarıyoruz. Dolayısıyla on milyonlarca insanın aynı anda fısıldadığı bir cümlenin oluşturacağı yüksek ve gürültülü baskıyı tahmin etmemiz mümkün olmuyor.

Mevzuyu zihnimizde biraz daha görselleştirmek gerekirse; örneğin, mahalle arasındaki bir teyzenin, fasulye ayıklarken, bir başka teyzeye fısıldadığı: “Kız kısmının okulda ne işi var, gözü açılmadan evlendireceksin, evini ocağını bilsin, yarın öbür gün namus belası olur, kocanın, oğullarının başını yakar”, cümlesi, mahalle arasında edilmiş zararsız gibi lakırdı gibi görünür, ancak toplumsal norm olarak kabul gören bu fısıltının, kaç tane kız çocuğunun okula gönderilmesine engel olduğunu, yahut erken yaşta evlendirilmesine sebep olduğunu, ülkenin istatistiklerindeki çok haneli rakamlarda gözlemleyebiliyoruz.

Dolayısıyla, devlet erkânından bir şahsın “genç kızlar artık uluorta kahkaha atıyor, nerede o eski utangaç genç kızlarımız! YouTube videolarında yemek yapan evli kadınların, hamur yoğururken ellerinin bilekleri görünüyor, nerede haya, edep, ahlak!” diye nidalandığında, bunun sadece şahsi bir azarlama değil, aynı zamanda biyopolitik, siyasi bir kontrol tavrı olduğunu da biliyoruz. Bu siyasi tavır, kadınların nasıl bir dünyada yaşamaları gerektiğini dikte eden politik duruşu anlamamız açısından çok ciddi emsal bir davranıştır.

BİR TOPLUMU ÖZGÜRLEŞTİRMENİN YOLU, O TOPLULUĞUN KADINLARINI ÖZGÜRLEŞTİRMEKTEN GEÇER 

Bizler, memlekette bunca önemli mesele varken, bu zatların, genç kadını, kendi sapkın normları çerçevesinde, sürekli tematize ederek zapt-u rapt altına almaya çalışmalarını şaşkınlıkla takip ediyoruz, şu anda karşımızda duran memleket tablosunun, bu lakırdılardan yapılan kalemlerle çizildiğini, aynı fısıltıların boyalarıyla boylu boyunca, kapkara boyanarak oluşturulduğu detayını atlamamalı, hatta bu detaya bayağı kafa yormalıyız.

Sırası gelmişken ve hatta sırası hiç geçmemişken hatırlamakta fayda var; Mustafa Kemal, bir toplumu özgürleştirmenin yolunun, o topluluğun kadınlarını özgürleştirmekten geçtiğini çok iyi biliyor, oluşturmak istediği sivilize ve gelişmiş toplumun en önemli sütunlarından birini, üzerinde hassasiyetle çalıştığı bu fikir üzerine inşa ediyordu. Geçtiğimiz 80 yılda ise, sözde toplumsal normların kalemi ile çizilen çerçevede, genç kadın, nefes alamayacağı bir fanusun içerisine, ayağına prangalar vurularak ve bütün yaşama sevinci çalınarak hapsedilmiştir.

ERİL, NORM YAPICILARIN, GENÇ KADIN İÇİN YAZDIĞI SENARYO

Peki, bu çerçevenin içerisinde kalmak için kadından beklenen özellikler nelerdir?

Eril ahkâm kesiciler, radikal fikir beyancıları, mahalle arası mollalar, sözde aile büyükleri, bu civardan nemalanan gazeteciler, siyasiler, birçok sözde, erkek ve kadın yazarlar, genç kadını konuşmaktan patolojik bir haz alarak, bütün açlıkları ile bu konunun üzerinde tepinirler.

Sözü, biraz daha usta olanlarına bıraktıklarında mevzu pervazsızca olmadık yerlere gider; kadının hayız halindeki cinsellik pozisyonlarından, kocasının cinsellik arzularına nasıl itaat etmesi gerektiğinden, eğer itaat etmezse uğrayacağı beddualardan, bayıla bayıla, ağızlarından salyalar akıtarak, hallene hallene söz ederler.

Bütün edep sınırları aşıldıktan sonra, sıra bütün bu hastalıklı arzularını yerine getirecek köle-kadın tanımlamasını yapmaya ve beklentilerini sıralamaya gelir. Bu zat-ı kaknemlerin, gerçekleştirmek için var güçleri ile uğraştıkları ve görmeyi istedikleri kadın profili şudur:

Kendisine ait tercihleri olmayan, bireysel arzuları törpülenmiş, babasının varlığı ile şereflendirilmiş, kocasının varlığı ile hayatına devam edebilme hakkı sunulmuş; kendi hayatı hakkında bir sahiplik iddiası olmayan, görünür olma iddiası bulunmayan, herhangi bir konuda iddialı olmaması beklenen; inatçı olmayan, bilme iddiasında bulunarak vasıflılık talebinde bulunmayan, çok akıllı olmanın kötü bir şey olduğunun idrakinde olan, asi olamayan, tek başına seyahat etmekten korkan, istediği giysileri seçme lüksü olmayan. Oturuşu, yürüyüşü içine kapalı, omuzları düşük, sürekli "evet" diyen; ataerklerine fırsatını bulunca iltifatta yarışan, kendini onların varlığına feda eden ve onların deyimiyle bir erkeğe armağan olarak sunulduğunu kabul eden, bir erkeğin ailesi tarafından istenilmeden ve kendi babası tarafından verilmeden cinselliğini yaşama hakkı olmayan; evlendiği adamı boşayamayan, miras iddiasında bulunmayan, yüksek sesle konuşmaktan hicap eden, Yani gönüllü bir köle kadın tasvir ederler...

TOPLUMSAL NORMLARIN KADIN ÜZERİNDEKİ BASKISI

Bu türlü fikir yapılarının, mahalle arası fısıltılarla, normları belirlediği toplumlarda, kadının ne adı, ne kimliği, ne de bir varoluş iddiası kalmıyor.

Böyle bir aile yapısında, genç kadın, baba evinin mülkiyetidir; bu mülkün kıymetlilik emaresi, bekaretinden ve hizmet gücünden gelir. Babası, bekaretine zarar gelmeden ve fiziksel bir hasara uğramasına engel olarak mülkiyet devrini koca evine yapar. Bu devir teslim işlemi akitli, imzalı ve bedellidir. Babası kırmızı kurdeleyi kızının beline düğümleyerek bekaretini tesciller, ve o gece kocası tarafından açılmak üzere, hediye paketi gibi beyaz tüllere sarılarak, başka bir evin insanı olmak üzere ilk evinden gönderilir.

En başından yanlış olan eylemin devamında, genç kız, evlatlıktan yeni gelinliğe geçerek rütbe-i tenzile uğramıştır. Üstlendiği yeni vazife, kendi yaşlarındaki bir erkeğin, tüm şahsi hizmetlerinden sorumlu olmasının yanında, bir de vücudunu paylaşmaktır. Yeterince tanımadığı kocasını sevip sevmeyeceğini bile tam olarak bilmesi mümkün değildir. Genç kadının, harala gürele, gelinlik, düğün dernek, altın takılar gibi türlü curcuna arasında, rıza gösterdiğinden yola çıkılarak, yaşamak durumunda kaldığı cinsellik, gerçekten rıza gösterilmiş bir cinsellik deneyimi midir, yoksa kadının bu durumun normal olduğuna ikna edilerek, toplumsal normaller başlığı altında yaşadığı cebri bir vaziyet midir bilinmez.

KADININ KİMLİK VE AİDİYET KAYBI

Mesele burada da bir nihayet bulmaz. Genç kadının o güne kadar kendisinin sandığı aidiyetinden de vazgeçmesi beklenir. Taşıdığı soy isminden bir çırpıda vazgeçirilir, yeni sahibinin soy-adını alır. Artık gittiği evin soyunu devam ettirecektir. Kim olduğunu unutması beklenir, aidiyetini çocuklarına aktarması ise söz konusu bile değildir.

Çok fazla iç karartıcı bir tablo, biliyorum. Ancak, topluluğun yarısını oluşturan kadın nüfusunun, bu vaziyeti, aynen tasvir edildiği gibi yaşamaya ikna olanlarının "normal" ve "iyi kadın" olarak adlandırıldığını düşünürsek, meselenin münferit boyutlarda kalmadığını, rakamların ürkütücü boyutlarda olabileceğini tahmin etmekte zorlanmayacağımızı sanıyorum.

TOPLUMSAL NORMLARIN ÇİZDİĞİ CEHALET TABLOSUNUN ESAS MÜSEBBİBİ KİM

Peki, bu tablonun tek müsebbibi, halkın, kendi arasındaki fısıltılarla oluşturduğu toplumsal normlar mıdır? Halk, bu çorabı başına, kendi kendine mi örmüştür? 

Hayır, elbette değil. Halk sadece, nesilden nesile aktarılan geleneksel normları, doğal bir davranışla konuşmaya ve uygulamaya devam eder. Bu güçlü norm aktarımlarının cehalet eğilimini kontrol edebilecek tek güç, devlet yapısıdır. Bu hususta kullanılacak en güçlü devlet enstrümanları ise, okullar, yüksek eğitim kurumları, camiler, köy odaları, halk eğitim merkezleri ve derneklerdir. Sadece bu kurumlar aracılığıyla, yanlış norm aktarımları irrasyonel bir çizgiden koparılıp, modern, rasyonel ve de bilimsel bir düzleme yükseltilebilir.

Fakat, bu davranış kalıbının tersi de malesef çok mümkündür. Devlet iradesi, toplumsal normların karanlık fısıltılarını, cehaletin artması yönünde de destekleyebilir.

Gelişmek ve ilerlemek, cehalete karşı ciddi bir mukavemet ve müthiş bir çaba gerektirdiğinden, zaten zorluğu kendinden menkul bir eylemdir. Teşbih lazım gelirse, gelişme ve modernleşme çabası, az gelişmiş bir toplumda, tıpkı ağır yüklü bir arabayı çabayla yokuş yukarı ittirip düzlüğe çıkarmaya çalışmak gibi tasvir edilebilir.

Aksi yönde bir çaba gösterilmesi halinde, yani cehaletin kurumlar ile desteklenmeye karar verildiği bir durumda ise, zaten yokuşta bulunan aracın fren sistemi iptal edilmiş olur. Ki böylesi perişan bir iniş de gözle görülür bir hızda gerçekleşir. Bu vaziyetin en belirgin emareleri ise şiddetli ekonomik darlık ve  akabinde, akıl almaz kriminal hadiselerin sebebiyet verdiği dramatik çığlıklardır. Gazeteler ve haber kanalları aracılığıyla halk, kendi çırpındığı cendereye her gün biraz daha yakından şahit olarak korkuya kapılsa da, elinden gelen bir şey maalesef yoktur. Dramatik meselelerin kaynağı, her ne kadar halkın kendisiymiş gibi görünse de, esasen vaziyetin müsebbibi halk değil,  vazifesini hakkıyla ifa edemeyen resmi iradedir.

Burada, Durkheim'ın Suicide (İntihar) kitabını anımsayacak olursak, taş gedigini bulmakta pek de zorlanmayacaktır: “İntihar bireysel bir sorumluluk değildir, toplumsal yapının ve devlet politikalarının bir sonucudur” der Durkheim. Böylesi sosyolojik çöküşlerde, bireyi intihara sürükleyen şey, toplumun bütünlüğündeki çözülme ve anomi halidir.

Çözüm ne mi? Bilmiyorum! Bir sistem ne kadar sürede bozulduysa, toparlanması ve işler hale getirilmesi de o kadar uzun sürer, deniliyor. Umarım doğru bir tez değildir. Mustafa Kemal Atatürk, bu tezin herzaman geçerli olmadığını bütün dünyaya kanıtladı. Esas mesele, halkın ve ülke yönetiminin birlikte yokuş yukarı tırmanmaya karar vermesidir. Aksi halde tarikat şeyhlerinin abdest sularını, evlatlarına şifa niyetine içiren annelerin yetiştirdiği çocuklarla aynı ülkede yaşayacağız. Sivilizasyon yokuşunu tırmanarak, muasır medeniyetler seviyesinde gelişmiş bir ülke olmak yerine, cehalet çukurunda çırpınan seksen milyonluk bir kabileye dönüşeceğiz. Doktorların yerini muskacılar, üfürükçüler; mühendislerin ve mimarların yerini dolandırıcı müteahhitler, astronomların ve meteorologların yerini şarlatan astrologlar ve falcılar alacak, ve ülkemize çok ama çok yazık olacak.