Şiddete dayalı totaliter rejimler, işlevselliklerini devam ettirebilmek için güçlü bir narative ihtiyaç duyarlar. Çünkü insanları aynı ateşin etrafında toplamanın en iyi ve en ilksel yolu, ortak bir hikâye oluşturmaktır.
Bu rejimler, ideoloji adı altında halkta yanıltıcı bir bilinç oluştururlar. Bu yöntem ile devlet, bireylere kendilerini toplum içerisinde var edecekleri bir hikâye verir. Yaratılmış olan bu hikâye bireyler tarafından kabul görür, çünkü bu hikâyenin içerisinde yaşarken kendi zor hayatlarının gerçekliklerinden kaçma imkânı bulurlar.
Bu ideoloji bir inanç sistemine ya da destansı bir anlatıya dayandırılabilir. Ancak bu narativler, rasyonel bilgi ve bilimsel metotlar ile çelişirler. İrrasyonalite ile hareket eden, bilimsel metotları reddeden bir topluluğu ikna etmek, meydanlara dökmek ve şiddete sevk etmek çok daha kolaydır.
Akılcı düşünceden uzaklaştırılan ve eğitimden mahrum bırakılan topluluklarda, finansal kaynakların da homojen bir şekilde dağılması beklenemez; dolayısıyla totaliter devlet anlayışında, katmanlar arası uçurumlar çok daha derindir. İnsanların iman etme boyutunda ikna edildikleri ideoloji, alt katman için oluşturulmuştur. Yukarı katmandakilerin bu hikâyeye inanmak gibi duygusal bir derdi yoktur.
Özellikle inanç sistemleri üzerinden oluşturulan ideolojiler, psikolojik şiddeti de içlerinde barındırırlar. Din ya da geleneklerin kutsanmış buyrukları ile vücuda gelen ideoloji karşısında, sade vatandaş kendini hem bu dünya için, hem de öldükten sonraki hayat için suçlu ve borçlu hisseder. Hikâye anlatıcı, "Şimdi benim sana anlattığım kutsallar uğruna ölmeni istiyorum" dediğinde, bir saniye bile tereddüt etmez.
Hikâyeyi yazan efendinin cephede kendisiyle savaşmayacağını çok iyi bilir, ama bunu bilmek onu ideolojik uykusundan uyandırmaya yetmez.
Narativi şiddete dayanan bir ideolojinin etrafında toplanan insan topluluğunun, kendisini görünür kılmak için ihtiyaç duyduğu iki temel unsur vardır. Bir tanesi, herkes tarafından kabul gören ortak bir düşman; diğeri ise bu düşmana karşı düzenlenecek olan şiddet eylemleridir. Aksi halde bu topluluk varlık problemi yaşar. Düşmanı, kendisiyle savaşmaktan vazgeçme eğilimi gösterdiğinde ise, düşmanına var gücüyle saldırarak, ona savaşması için yeni gerekçeler sunar.
Rasyonel akıl gereği, insanlardan savaş ve barış arasında seçim yapmaları istendiğinde savaş yerine barışı tercih etmeleri beklenir. Ancak köktenci şiddet örgütlerinde, işletim sisteminin irrasyonalite olduğunu ve dişlilerini harekete geçiren mekanizmanın us ve akıl yerine suç ekonomisinin nimetleri olan para ve ganimet olduğunu unutmamak gerekir.
Yine de olayları keskin çizgiler ile ayırmanın, devletler ve örgütler hakkında kesin tanımlar oluşturmanın, bir grubu siyah diğerini beyaz ilan etmenin, uzun yıllardır yaptığımız pratikler sonucunda işe yaramadığını ve bütün dünyayı etkileyen bu olayları durdurmaya yetmediğini anlamış bulunmaktayız.
Bu olayların içerisinde yaşayan milletlerin tarihini, yaşadıkları travmaları, oluşturmuş oldukları savunma mekanizmalarını, diğer ülkelerin siyasi ve ekonomik çıkarlarını, dış müdahaleleri, yani dağılan puzzle'ın bütün parçalarını, köşelerden başlayarak yeniden dizmek gerekiyor. Psikoloji, sosyoloji, tarih, ekonomi ve diğer ilgili disiplinler bu puzzle'ın yapısal taşlarını oluşturuyor. Bir yerden başlamamız gerekiyor…
Son günlerdeki olayları izlerken, aklımda sürekli yankılanan soru şuydu: İnsanlar topluluk halinde delirebilirler mi? Bir grup insan aynı anda cinnet geçirebilir mi?
Sigmund Freud'a göre, bireyler böyle kitlelerin içine girdiklerinde, benliklerinin süper ego gibi bazı özelliklerini yitiriyorlar. Süper ego: bireyin ahlaki değerlerini ve toplumsal normları içselleştirdiği bir yapı. Bu yapı, bireye neyin doğru neyin yanlış olduğunu öğreterek, bireyin içgüdüsel dürtülerini kontrol etmesini sağlıyor.
Toplu haldeki şiddet olaylarında bu mekanizma geçici olarak zayıflayabiliyor ve ya devre dışı kalabiliyor. Bu tür terör örgütlerinde grup liderinin yeri çok önemli.
Süper egosu zayıflamış olan birey için, libidinal bir seviyede, sevgi ile bağlandığı örgüt liderinin her sözü emir olarak algılanıp, bu emirlere teslimiyet ile itaat ediliyor. Hatta kendi hayatını, ailesinin ve etrafındaki insanların hayatını hiçe sayan şiddet eyleminin bir parçası olurken bile, herhangi bir muhakeme mekanizması devreye girmiyor.
Ayrıca, topluluk içerisinde suçu ortak olarak işleyen bireyler, anonim oldukları için, cezasızlık hissine kapılarak, şiddetin seviyesini artırmakta tereddüt yaşamıyorlar.
Bu tür şiddet eylemlerini gerçekleştiren kişilerin davranışları, teoride gayet basit birkaç cümle ile açıklanabilirken, cinnet sınırında gerçekleştirilen katliamlar sonucunda oluşan zaiyat, milletler arasında etkisi yüz yıllar boyunca sürecek olan savaşların tetikleyicileri olabiliyorlar.
Savaşlar, milletlerin dinamiklerini kökten müdahaleler ile değiştirir. Savaş insanlarının zihinlerine adeta bir format atılır. Her şey silinir. Geçmişte var olan karakter kırılır ve ağır travmalarla şekillenmiş yeni bir bellek oluşur.
Bu karakter kırılmalarına maruz kalan bireyler arasında en hassas kurbanlar ise çocuklardır. Ruhlarında açılmış ağır hasarlarla, içerisinde yaşadıkları toplumun geleceğini şekillendirmek üzere büyürler. İnsan psikolojisinin karmaşık reaksiyonlar zincirinde, kurbanlar faillerini rol model olarak alıp, onların eylem yöntemlerini benimseyebilirler.
Bu durum bilinçaltı bir travma çalışma yöntemidir ve bu davranış modelini kendi kurbanlarına aktarırlar. Zihinlerinde sürekli yaşadıkları travmatik olayda, zayıf karakter olmak yerine, güçlü ve kötü olana dönüşerek kontrolü kendi lehlerine çevirmek isterler. Ve şiddet mağduru olan bu çocuklar zamanla faile dönüşürler.
Bizlerde çaresizlik duygusuyla karışık, korkunç bir üzüntü oluşturan bu geri döndürülemez durum, dünyanın birçok yerindeki terörist örgütler için bulunmaz bir fırsattır.
Yaşadığı travma sebebiyle bölünme yaşayan çocuklar, onların elinde canlı birer silaha dönüşür. Süper egosu hasar görmüş, bu çocukların şiddetle aralarında herhangi bir otosansürü bulunmaz artık. Savaş görmüş bir çocuğun zihnine ekilen bu karanlık tohumun ileride neye dönüşeceğini asla bilemeyiz.
Yine de şiddetli bir ümitsizliğe kapılmamalıyız; her kurban faile dönüşmez elbette. Bazen bu çocuklar, durumu içeriden analiz edebilen büyük düşünürlere, büyük bilim insanlarına da dönüşürler ve yeni dünyayı oluşturacak olan yolların taşlarını döşerler.
Yirminci yüzyılın önde gelen filozoflarından Hannah Arendt, iktidar ve şiddetin sıkça birbirinden ayrılmaz unsurlar olarak kabul edildiği bir döneme şahitlik eder. 1937'de nasyonal sosyalist rejim tarafından vatandaşlıktan çıkarıldığında 1951'de ABD vatandaşlığı alana kadar vatansız olarak yaşar. Arendt, güçlü devletin, şiddet uygulama kapasitesine sahip olan devlet olması fikrinin, idealize edildiği bir dönemde, şiddete maruz kalan tarafta olmasına rağmen, bu inancın tam aksi yönünde bir sav ileri sürer.
"Macht und Gewalt sind Gegensätze: wo die eine absolut herrscht, ist die andere nicht vorhanden." Yani "İktidar ve şiddet birbirinin zıddıdır: birinin mutlak hakimiyet kurduğu yerde, diğeri var olamaz."
Dünya nüfusunun yüzde üçünün, yaklaşık 80 milyon sivil ve askerin öldürüldüğü İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Arendt ve onun gibi düşünen felsefeciler, siyasetçiler ve bilim insanları bu bakış açısıyla; oluşturulmakta olan yeni dünya idealinin hangi prensiplere dayandırılması gerektiğinin mihenk taşlarını belirlerler.
Anayasal düzenin merkezine insan hayatının, hak ve özgürlüklerin konulduğu, etnik ayrımların baskı unsuruna dönüşmediği, sosyal devlet anlayışına dayalı yeni bir dünya hayal ederler. Bilim, rasyonalite ve akılcılığı devlet politikası olarak seçen ülkeler bu doğrultuda hatırı sayılır mesafeler katetmişlerdir.
Şimdi ise, dünya nüfusunun akıl almaz bir süratle arttığı, kıt kaynaklar ile sonsuz ihtiyaçların artık karşılanamayacağı gerçeği ile yüzleştiğimiz bir dönemde yaşıyoruz. Etnik ve dini gruplaşmaların arttığı, aşırı sağcı eğilimlerin yükseldiği bir döneme giriyor dünya. Bu senaryo hiç yabancı değil.
Ve çok iyi biliyoruz ki, medeni olma yolunda katedilen mesafelere rağmen, insan psikolojisi, barışı ve şiddeti aynı anda içerisinde barındırıyor. Hayatımız söz konusu olduğunda, bu iki zıtlık arasında çok hızlı geçişler yapabiliyoruz.
Dünyayı tesiri altına alan şiddet eylemlerini konuştuğumuz bu günlerde, dünya politikası, bütün kartlarını yeniden aynı masa üzerinde incelemesini gerektirecek bir seviyeye gelmişse, işaretleri bu defa doğru okumamız gerek.
Devlet şiddetinin dünya politikası üzerindeki etkilerini değerlendirirken, sadece şimdiki zamanı baz alarak olayları anlamaya çalışmak, bizleri sadece çözümden uzaklaştırır. Totaliter rejimlerin etkisinde şekillenmiş milletlerin, toplumsal belleklerini ve kollektif kimlikleri üzerindeki derin izleri göz önünde bulundurarak, çözüm arayışına gidilmesi gerekir. Politika, bu konuda tek başına yeterli olabilecek bir disiplin değildir.
İnsanlık, Hannah Arendt, Sigmund Freud, Immanuel Kant, Albert Einstein, Karl Marx, Simone de Beauvoir, Michel Foucault gibi düşünürlere ve elbette yaşamakta olan felsefecilere ve bilim insanlarının rehberliğine yeniden ihtiyaç duyduğumuz bir zaman aralığından geçiyor.
Siyasetin gürültücü ve çok yüzlü seslerinin, rasyonel insan aklın sesini bastırmasına bir kez daha izin vermemeliyiz...
Çok Okunanlar
Gelinim Mutfakta kim elendi? 10 bileziği kim aldı? 22 Kasım 2024 puan durumu
Fenerbahçe En-Nesyri için Al-Nassr'den gelen rekor bonservisi reddetti
22 Kasım 2024 burç yorumları
Netenyahu'yu tutuklayacak ülkeler belli oldu!
BEDAŞ 22 Kasım'da İstanbul'da elektrik kesintisi yaşanacak mahalleleri açıkladı
Lüks araba markası Jaguar logosunu neden değiştirdi? Yeni logosu ne oldu?
Bakan Yusuf Tekin'den Teğmen Ebru Eroğlu ve diğer teğmenleri kurtaracak karar!
21 Kasım 2024 reyting sonuçları: Perşembe günü hangi yapım birinci oldu?
Mauro Icardi’nin Greeicy ile kulis paylaşımı Nara’yı çileden çıkardı
İsmi Fenerbahçe ile anılıyordu: Al Nassr'da flaş Talisca gelişmesi