İnsanlık tarihinin başlangıcı, insanın kendi öz bilincini oluşturmasıyla başlıyor.
Bu bilinçte, öncelik ve sonralık ayırımlarını içeren bir zaman algısı var. Önceki ve sonraki bilgilerin kıyaslanması ile oluşturduğumuz hafıza ise pratik hayata tecrübe olarak yansıyor. Ancak insanlığın ilerlemesindeki asıl itici güç, analitik bilgi işleme yeteneğidir. Bu yetenek ile var olan bilgileri birleştirerek yeni bilgiler oluşturabiliyoruz. Öyle ki oluşturulan yeni bilgiler nesiller arasında aktarılarak günümüz medeniyetini oluşturdu.
Ancak, ne kadar ileri bir noktaya gelmiş olursak olalım, insanın karmaşıklığı hala en zorlu konumuz olarak karşımızda duruyor. Çünkü davranışlarımızın sonuçları, içerisinde yaşadığımız evreni belirliyor.
Sahip olduğu karmaşık bilinç yapısı ile sistematik bir yaşama düzeni oluşturmayı başarabilen Homo sapiens sapiens’in başlangıçtaki yaşama şekli, sadece kabileler, klanlar ve aşiretler gibi topluluklardan oluşuyordu. Bu topluluklar sürü modeli ile davranıyor, edinilmiş tecrübelerin sonucunda oluşturulmuş ve tekrar eden davranışlar ise gelenekler olarak kabul edilip, sürüdeki herkesin hayatta kalabilmesi için, bütün bireylerin bu hayati kurallara sorgulamadan uyması gerekiyordu. Dolayısıyla, topluluk içerisindeki üyenin, özgür bir birey olarak yaşama talebinin oluşması çok uzun sürdü.
Kendisini, içerisinde yaşadığı kabilenin doğal ve ayrılmaz bir parçası olarak gören insanın geleneksel kurallara uyma davranışı, içgüdüsel ihtiyaçları ile o kadar bütünseldir ki, kabilenin üyesi olmak ve hayatta kalmak, aynı mantıklı çıkarımın koşullu ardışığı gibidir. İnsanın açlık, barınma, cinsellik, savunma gibi temel içgüdüsel ihtiyaçlarının kabile dışında karşılanması olanaksızdır. Bu sebep iledir ki yalnız kalmak ile ölmek eşdeğerdir ve aidiyet ihtiyacı bütün bu içgüdülerin belirleyici üst başlığıdır.
Sürü cennetinin, bütün içgüdüsel ihtiyaçları tatmin ettiği bu düzende, sürüden özgür olmak, bireysel bir cehennemde ölüme mahkum olmak anlamına gelmektedir. Böyle bir isteğin ezelden beri hoş karşılanmıyor olması, hatta şiddetle ayıplanarak geleneksel ve kültürel yaptırımlara tabi tutulması, öğrenilmiş bir davranış kalıbıdır. Bu davranış kalıbının temelleri ortak bilincin o kadar derinlerinden aktarılagelir ki, dünyanın değişmesi, bireyselleşmenin artık bir gereklilik haline gelmiş olması, bu gelenekçi öğrenme için hiçbir şey ifade etmez. Onlar için sürü hâla cennettir ve sürüden ayrılanı kurtlar kapar. Yeni dünyanın bilgelerden ya da bilim insanlarından oluşması onlar için bir şey ifade etmez. Çünkü sürüden ayrılırsan yok olursun.
Kendilerince haklıdırlar da, sürüden ayrılırsan, onlar için kaybolursun, onların deyimiyle yoldan, yani kontrollerinden çıkarsın. Çünkü birey olmayı seçerek sürünün varoluş çizgisinin dışına çıkmışsındır. Sürü sorgulamaz, sürü şüphe etmez, sürü birbirine benzeyenler topluluğudur.
Sürüde var olmanın temel prensiplerini varlığı ile sarsan birey, artık istese de sürüye geri dönemez. Oysa kendisinden uyulması beklenen kural çok basittir. Sürünün ortak bilinci tarafından yasaklanmış olan elma ağacına dokunmamak. Bu ağaç mitolojik aktarımlarda ve birçok dogmatik metinde karşımıza çıkan bilgelik ağacıdır (Baum der Erkenntnis). Bilgi ağacındaki elmayı yemenin bedeli aforoz edilmektir, yani sürünün cennetinden kovulmak. Sorgulamamak, bilmemek, ve ötelemek sürünün yaşama prensiplerinin temelini oluşturur, kişi başına gelen iyi şeyler için minnet duyar, kötü şeyler içinse af dileyerek şükreder. Hayatı üzerindeki bütün kontrolü soyut bir güce emanet eder. Bu güç bazen güneştir, bazen ay, kimi zaman ateş ya da rüzgârdır. Bu teslimiyet, şüphe, sorgulama ve akıl melekelerini kullanmasına engel olur, örneğin dere yatağına yaptıkları evlerinin her sene sular altında kalması problemini, adak adayıp kurban vermek gibi irrasyonel bir yöntem ile çözmeye çalışırlar.
Bilgi ağacının dallarına elini uzatan, su basması problemini, dere yatağına keçi kurban ederek çözemezsiniz. 'Köyü buradan taşımalıyız' diyen akılcı bireye ise, sürü tarafından cennetin çıkış kapısı gösterilir.
Ancak, sürünün ne kadar uzağına düşmüş olursanız olun, biyolojik kökeniniz ile aranızdaki bağ bir şekilde varlığını sürdürmeye devam eder. Burada Platon’un mağara alegorisini hatırlamakta fayda vardır.
Platon'un alegorisine göre, bazı insanlar ömürlerinin başından beri bir mağaranın karanlık derinliklerine zincirlerle bağlanmıştır. Sırtlarını bir duvara yaslamış halde otururlar, elleri ve ayakları zincirlidir, başlarını sağa veya sola çeviremez, yalnızca karşılarındaki mağara duvarına odaklanabilirler. Mağaranın girişinden süzülen ışıkla, nesnelerin siluetleri bu duvarda gölgeler olarak yansır. Mağara sakinleri için bu gölgeler tek gerçeklik olarak kabul görür. Ancak, zamanla bu insanlardan biri zincirlerinden sıyrılarak mağaranın dışına adım attığında, dış dünyada, daha önce yalnızca duvarlardaki gölgelerini gördüğü nesnelerin gerçek haliyle karşılaşır. Bu keşiften sonra, heyecanlanarak mağaraya dönen kişi, mağara ahalisine dışarıdaki güneşli, pırıl pırıl dünyanın varlığını, güzelliğini ve gerçekliğini anlatmaya çalışır, ancak mağaradakiler sadece inanmamakla kalmazlar, bu kişiye öfke ile hakaret ederler. Zarar vermeye çalışırlar, hatta güçleri yeterse öldürmeye bile kalkışırlar.
Alegoride, mağara toplumun kendisini, zincirler toplum içindeki kuralları, sorgulamadan kabul edilen normları ve gelenekleri ifade eder, mağara duvarına yansıyan gölgeler ise toplum tarafından kabul edilen gerçeklikleri temsil eder.
Peki zincirlerinden kurtulup rasyonel dünyadaki yerini bulan birey, neden mağara ile iletişimini tamamıyla kesemez? Onu, mağaradakileri kurtarmak için sürekli o aynı yere döndüren bağın adı nedir? Doğduğundan beridir mağarada geçirdiği günlerin bileklerinde bıraktığı zincir izleri mi, yoksa daha güçlü bir bağ mı?
Çocuk, anne karnında annesiyle bedensel bir bütünlük halindedir, doğarak bir kopuş yaşamış olsa bile, annesi ile arasındaki bağımlılık ilişkisi devam eder. Fiziksel olarak kopan göbek bağının yerini, çok daha güçlü olan bir göbek bağı alır. Bebeğin hayatta kalabilmesi, annesine ve etraftaki diğer yetişkinlere bağlıdır, bu da zorunlu ve ilkel bir bağımlılığı beraberinde getirir. Bebek bu ilkel göbek bağı hiç koparılmadan yetiştirilirse, bu ana çocuk bağı, yetişkin olduğunda da devam eder, sülaleye bağlılık, dini cemaate bağlılık, ait olduğu sınıfa bağlılık gibi.
Bu bağı aktif olarak koruyan ve destekleyen ailelerde, çocuğun ailesine, kendisini hayatta tuttukları için sürekli minnet ve hayranlık duyması, kendisini ailesine karşı borçlu hissetmesi beklenir. Çocuk ne kadar itaatkar ve bağımlı ise, davranışı o kadar çok övülür. Sonuç olarak yetişkin bir insan olduğunda, hayatını ailesine, kabilesine ve cemaatine adaması beklenir.
İmzaladığı sürü sözleşmesinde, tek başına birey olarak anlamlı olmadığını kabul ederek, sürünün normlarını hayatı boyunca sorgulamadan kabul edeceğine söz verir. Yani ruhunu sürüye teslim etmiştir. Artık birey değil, cemaatle ilkel göbek bağını sağlamlaştıran yetişkin bir çocuktur.
Birey, bu ilkel göbek bağını sorgulayabildiği ve koparabildiği ölçüde özgürleşebilir.
Bebeklik ve erken çocukluk çağında, kendisi ile etrafını tek bir varlık olarak gören çocuk için, itaat etmek onur kırıcı bir davranış değildir. Birey olma duygusu, kendisi ile etrafındaki evreni birbirinden ayırmaya başladığı zaman gerçekleşir. Bu ayrılma, çocuğun fiziksel ve bilişsel olarak erişkin olmaya adım atmasıyla başlar, artık gözlemleri ile içerisinde yaşadığı evrene dışarıdan bakabilmekte, kendisinden ayrı olarak yorumlayabilmektedir. Bireyselleşmenin ilk aşaması olan bu farkındalık, yalnızlığı beraberinde getirir ki bu, çocuk için çok kaygılı bir süreçtir. Çünkü özgürlük tarif edildiği üzere, herkesten ve her şeyden bağımsız olunabilen hafif bir duygu değildir, özgür olmanın bedeli, kişinin kendisi ile ilgili bütün sorumlulukları tek başına taşıyabilmesi becerisidir, dolayısıyla özgürlüğe geçiş, sancılı bir süreçtir.
Birey olma dürtüsü gelip çatana kadar kişi, hiçbir sorumluluk taşımadan, bütün ihtiyaçlarının giderildiği ve kendini güvende hissettiği evrenin doğal bir parçasıdır. Ancak bireyselleşme iddiasında ısrar ettikçe, dış dünyada karşılaşacağı bütün zorluklar ile kendi başına baş etmesi gerekecektir. Bu durum onda yüksek bir kaygıya sebebiyet verir. Bütünlükten uzaklaştıkça, yalnızlığı, sorumlulukları ve görevleri artan birey, eğer çocukluğundan itibaren bu sürece hazırlanmamışsa ve içerisinde yaşadığı toplumun devlet yapısı da bunu destekleyen bir sosyal devlet sistemine sahip değilse, kişi birey olma iddiasından vazgeçmek ve boyun eğmek zorunda kalır.
Bu davranışı ile çocuk kişi, üst bilincinde, kendisini güvende ve huzurlu hissedebilir, ancak alt bilincinde, kendi bireyselliğinden ve bütünsel özgürlüğünden vazgeçtiğini bilerek, hem kendisini buna zorlayan unsurlardan nefret eder, hem de kendisi için içten içe istediği özgürlüğe ulaşabilmiş kişilere öfke duyar. Bireyin bilinci ile bilinç altındaki bu çatışma hali hayatı boyunca devam eder. Kişinin kendisini gerçekleştirmesi, kim olduğunu keşfetmesi, ve dilediği gibi bir hayat yaşaması mümkün olmadığından, doğruluğunu asla sorgulayamadığı normların içerisinde, sürüyü taklit ederek hayatını devam ettirmek zorunda kalır. Hayatı içerisinde yeni bilgiler edinmeyi ve kendini geliştirmeyi belki de bu yüzden ısrarla reddeder, çünkü farkındalığı arttıkça, yaşadığı çatışma-kaygı seviyesi de artacak ve mecbur hissettiği hayatını kabul etmesi daha da zorlaştıracaktır.
Ancak çatışma hali bireyin iç dünyasında başlayıp orada bitmez, bu durum topluluğun aynasına psikolojik problemler, agresyon ve kriminalite olarak yansır. Eğer ülkede geleneksel kabile hayatını, modern hayata tercih eden bir üst uygulamanın, bilinçli kararları uygulanıyorsa, vaziyet içerisinden çıkılamaz bir hal alır. Geleneklerin dogmatik emirlerden ayrı tutulmadığı toplumlarda ise köktenci eğilimleri olan gruplar ortaya çıkar. Çünkü, baskının yoğunluğu ile ruhsal çatışma hali doğru orantılıdır. Kendi içine kapalı, şiddeti emir telakki eden köktenci gruplarda, dış dünyaya uyum sağlamak gibi bir opsiyon olmadığından, dış dünyayı kendilerine benzetmek için, ulaşabildikleri her mecrada psikolojik ve fiziksel şiddet uygularlar. Eylemleri, kriminel birer suç olarak algılanmıyor ve hatta üst mevkidekiler tarafından övülüyorsa, şapkamızı önümüze bırakıp kara kara düşünmenin zamanı gelmiş demektir.
Çünkü yaşadıkları kökten ve gerici değişimler ile dünyayı hayrete düşüren hiçbir ülke geceden sabaha değişmemiştir.
Kaynak: Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış
Sigmund Freud, Dinin Kökenleri
Çok Okunanlar
Gelinim Mutfakta kim elendi? 10 bileziği kim aldı? 22 Kasım 2024 puan durumu
Fenerbahçe En-Nesyri için Al-Nassr'den gelen rekor bonservisi reddetti
22 Kasım 2024 burç yorumları
Netenyahu'yu tutuklayacak ülkeler belli oldu!
BEDAŞ 22 Kasım'da İstanbul'da elektrik kesintisi yaşanacak mahalleleri açıkladı
Lüks araba markası Jaguar logosunu neden değiştirdi? Yeni logosu ne oldu?
Bakan Yusuf Tekin'den Teğmen Ebru Eroğlu ve diğer teğmenleri kurtaracak karar!
21 Kasım 2024 reyting sonuçları: Perşembe günü hangi yapım birinci oldu?
Mauro Icardi’nin Greeicy ile kulis paylaşımı Nara’yı çileden çıkardı
İsmi Fenerbahçe ile anılıyordu: Al Nassr'da flaş Talisca gelişmesi