Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
34,9385
Dolar
Arrow
32,5064
İngiliz Sterlini
Arrow
40,8451
Altın
Arrow
2441,0000
BIST
Arrow
10.087

Yazıktır Efendiler, Günahtır, Vebaldir...

Olay artık tahammül hudutlarını aştı. Evlatları masum halkın çığlığı arş-ı âlâ'yı inletse de, bu ses güç sahiplerinin yaldızlı kapılarından geçip, vicdanlarının hiçbir ücrasına dokunmuyor. Çünkü onların kavramları ile halkın kavramları birbirine denk gelmiyor. Onların lugatinde toplumsal hasar olarak ya da savaş zaiyâtı olarak kayıtlara geçen önceden hesaplanmış rakamlar, halkın dilinde 19 yaşında gencecik bir çocuğun kurşunlar ile parçalanmış bedeni anlamına geliyor. 

Bu sebepten, o gencecik çocuğun kaybı ana ocağına yangın gibi düşerken, yaldızlı kapıların sahipleri, bir eline mikrofon alarak, diğer elini o çocuğun bedeninin üzerine bırakıp nutuk atabiliyor. Dünya hayatında, bu nazlı evlat annelerinin elleri, kilit kilit üstüne vicdansızlık ile mimlenmiş, altın varaklı kapılarınızı aşıp, boynunuzu saran kaliteli gömleklerinizin yakasına ulaşamamış olabilir! Ancak, zerre kadar ahiret inancınız varsa, buna tüm varlığınızla iman ediniz ki, ahir dünyada hiçbir kuvvet, bu asker annelerinin ellerini, sizin yakanızdan koparamayacak. İnancınız beyan ettiğiniz kadar sahih ise, o ahir günden şiddetle korkunuz!

Evlat yitirmiş annenin ve babanın, bu acıya isyan etmemesi için de, bir kalıp bulmaları gerekiyor tabiki, bulunan kavramın sorgulanamıyor olması gerekiyor. Şehitlik ve şehadet kutsal kavramlardır, zinhar tenzih ederim, ancak en sorgulanamaz kavramlardan birisi şehitliktir. Bir gencin askeri vazifede ölümünü böylesi sorgulanamaz bir kavramın arkasına saklamak, operasyon için verilen kararı sorgulamanın da önüne geçiyor. Ve bu başlık, toplumun bilincini sağırlaştırmaktan ve zihinlerdeki sorgulama eşiğini bloke etmekten başka bir amaca hizmet etmiyor. Şehit kelimesinin önüne hangi rakamı bırakırsanız bırakın, bu, o gençlerin isimlerini ve yaşayamadıkları hayatlarını yok saymaya yetiyor.

Dünyanın her yerinde asker cenazeleri ülkenin bayrağına sarılır. Bu yol ile, gençlerin ölümü insanlardaki vicdan muhasebesinin uzağına atılır. Yazık ki, bu çocukların kaybedilmiş hayatları, sadece öbür dünyayı ilgilendiren bir kalıbın içerisine hapsedilerek unutturulur. Böylece aramızdan kayboluşlarının ve şiddetli ölümlerinin etkisi yok sayılır. Kimdi, hayalleri neydi, nasıl bir çocukluk yaşadı, sevgilisi var mıydı, nereliydi, en yakın arkadaşı kimdi, en çok neleri özlemişti evinde. Ajite etmeye çalışmıyorum, sadece realize etmemiz lazım. İsminin başında şehit er, şehit kıdemli subay, şehit uzmançavuş denilince; bayrağa sarınca, cenazesinin başında seçim konuşması yapınca, bu gencecik insanların yaşayamadıkları hayatı telafi etmiş olmuyor hiçkimse.

Hiçbir komutanın amacı emrindeki askerleri şehit etmek değildir. Ne kadar kutsal bir mertebe olursa olsun, bu mertebenin bedeli ölmektir. Komutan, çatışmada, dini bir mertebe olan şehitliği, akılcılığın üzerinde tutamaz. İlk amacı, çocukları kadar değer verdiği askerlerini hayatta tutmaktır. Mümkün mertebe çok sayıdaki askerini şehit vererek, onları ahirette en yüksek mertebeye ulaştırmak, aklından bile geçmez, geçmemeli. Sadece bu sebepten bile olsa, milli savunma kuvvetlerini dogmatik bir talim ve terbiyeye tabi tutarak akılcılıktan uzaklaştırmak, şehit olma ihtimalini pozitif bir opsiyon olarak gören komutanlar anlamına gelecekse, çok tehlikelidir.

Bu durumu evladını kaybeden hiçbir anaya da anlatamazsınız. Oğlunun, sebebini anlamadığı bir savaşta şehit olmasını mı istersin, yoksa terhisini alıp gülümseyerek üç numara saç traşı ile, elinde çantası ile, evine dönmesini mi istersin diye sorsanız.

Evladını ister, hiç şüphesiz evladını ister!

Ne seçim konuşmalarınızı, ne kırmızı beyaz bir cenaze törenini, dünyaları verseniz, yine de evladını ister. Vatanın savunması bambaşka bir meseledir, bu çocukların da kendi şehadetleri su götürmez bir gerçektir, çünkü emir eridir. Vebal ne akılcı bir vicdana sahip komutandadır, ne de size güvenerek evladını askere yollayan ana babanındır. 

Ağır vebal devlet erkanınındır…

12 tane gencin arkasından verilen mesajda da, ruhumuza ateş gibi değen acımasız kelimelerde duyduğumuz ses bize, bu çocukların son olmadığını, devamının geleceğini söylüyor, köklerini kurutana kadar devam edeceğiz diyor. Yıllar önce çok ünlü bir general konuşmasında, iki yıllık eğitim alan askerleri, çocukluğundan beri askeri eğitim alan ve bölgeyi avucunun içi gibi tanıyan ve gerilla savaş teknikleri ile savaşan düşmanın karşısına, karadan çıkarırsak bu çocukların ölüm fermanını imzalamış oluruz demişti. Umarım hala aynı vicdâni muhakemeye sahip olan komutanlara ve generallere emanettir ülkenin gençleri.

Benim bütün çocukluğum, evladı askerlik vazifesini yaparken şehit olmuş bir annenin gözyaşlarını izlemek ile geçti, yan komşumuzdu Asiye teyze. 19 yaşında oğlunun cenazesini şehit diye teslim etmişlerdi Asiye teyzeye. Rengi karardı Asiye teyzenin, hiç ama hiç güldüğünü görmedim. Bir gün anneme, neden Asiye teyzenin gözlerinin altı hep siyah diye sordum, çok ağlıyor kızım dedi annem. O günden sonra daha çok dikkat ettim Asiye teyzeye, gözlerinin yaşı hiç kurumuyordu. Zamanla geçmedi acısı, zamanla unutmadı evladını, ne şehit olduğu beyanı, ne kırmızı bayrağa sarılmış olması hafifletmedi acısını. Her gün istisnasız gidiyordu oğlunu ziyarete, her gün istisnasız. Ne demek bu, nasıl şiddetli, nasıl ağır bir yük, bunu tahmin edebiliyor musunuz?

Bir gün yine annemin yanına gelmişti oğlunu ziyaretten evine dönerken, bu defa gözlerinde sadece üzüntü değil başka türlü bir bakış vardı, sevinçle korku arası şiddetli bir bakış, anlayamamıştı annem de. Asiye teyze, hem gülümsüyor hem ağlıyordu. "Oğlumu gördüm," dedi. "Nasıl olur Asiye Hanım," dedi annem, "bir bardak su iç, gel bir yüzünü yıkayalım." "Yok yok," dedi, anlatmaya başladı. "Simsiyah kocaman bir yılan geldi," dedi, "boyu oğlumun boyuna denkti, siyah pulları mücevher gibi parlıyordu," dedi. "Ben ağlıyordum," dedi, "bir anda karşımda belirdi, gözlerime baktı uzun uzun. Biliyorum o benim oğlumdu," dedi. "Gözyaşlarıma dayanamadı evladım, beni görmeye, üzülme demeye geldi."

Annem gerçek bir yılan olduğunu düşünerek, "Korkmadın mı Asiye?" diye sordu. "Yok," dedi hiç korkmadım, "keşke zehirleseydi beni, o zaman beni de yanına gömerdiniz, kavuşurdum evladıma," dedi. Çocukken çok fazla etkilenmiş ve durumu anlayamamıştım tabii, şimdi düşünüyorum da çok yüksek ihtimalle ağır travmaya bağlı bir halüsinasyon görmüştü. Zihni biraz da olsa rahatlaması için küçük bir oyun oynamıştı ona, ya da yılanı gerçekten görmüştü ve hayatını tehlikeye atmak pahasına, oğlu zannederek kıpırdamamıştı yerinden. Her iki durumda da çok şiddetli. Mahalleli kadınlar, "çok ağladığın için şehidin ruhunu incitiyorsun, bir daha ziyarete gitme," dediler ise de, sadece birkaç gün gitmedi.

İnsan ailesinden büyüklerini kaybederse, geçmişini kaybetmiş olur, çok acıdır, yine de bir şekilde hayata yeniden adapte olur. Ancak evlat yitirmek, insanın geleceğini kaybetmesidir, telafisi yoktur!

Bu yazının arkasına politik incelemeler, onlarca yıldır süren kavganın analizini yapmak elbette mümkün, lakin ne yazsam, ne söylesem anlamsız kalıyor.

Realize edemiyoruz olanları, ya da istemiyor muyuz anlamayı? Yoksa şimdilik küçük dünyalarımızda ateş henüz kapıya dayanmamışken güvende mi hissediyoruz kendimizi, bilemiyorum.

Kendi ninnimizi söylüyoruz uyumaya meyyal ruhlarımıza. İnsanların ocağına ateş düşerken, emir vericilerin, devrilmiş minareye kılıf hazırlamak gibi bir derdi de, niyeti de yok üstelik. Kendi çığlığında boğuluyor insanların korku ile bastırılan sesi.

Ne yapmak mı lazım? Bilmiyorum, herkes gibi ben de bilmiyorum... Daha önce bu kadar çaresiz, bu kadar yorgun ve bu kadar ümitsiz bir yazı yazdığımı hatırlamıyorum.

Çoktan yapmış olduğumuz ve bir türlü uyanıp, geriye döndüremediğimiz hataların bedelini ödüyoruz. Potansiyel fizik ve kimya mühendislerimiz, bilgisayar programcılarımız, matematikçilerimiz, öğretmenlerimiz, doktorlarımız, siyasetçilerimiz, ilkokuldan itibaren maruz kaldıkları vasıfsız eğitim çarklarında öğütülüp tükendi. Bilimi boşladık, bilginin gücüne sırtımızı döndük, istihbaratımızın 100 yıllık kadim ve istikrarlı kadrosuna sahip çıkamadık. Sadece kendine ağlayan sesimize odaklandık. Haklı oluşumuz bize yeter sandık. Dünya'nın adaletsiz bir yer olduğunu, paranın dininin, felsefesinin, ahlakının ve vicdânının olmadığını, ideolojilerin tek başlarına hayat kurtaramadıklarını, en iyi biz bilmeliydik, bilemedik, yanıldık.

Şimdi ağlamalı mıyız, evet ağlamalıyız, çünkü bu vatan evlatlarını koruyan, yüksek vicdanlı rütbelilerin apoletleri, politik figürlerin önünde eğilerek, el pençe divan, çay servisi yapıyorsa, gelecekte kaybedilecek vatan evlatları için ağlamalıyız.

Şehitler ölmez vatan bölünmez, naralarının her ahval ve şeraitte eritilmiş kurşun gibi, akli ve vicdani melekeleri mühürlemesine müsâde edilemez. Vatan elbette bölünmez, bölünemez de, ama şehitler ölüyor! Vatanı savunmanın, terörü engellemenin ülke bütünlüğünü cansiperâne korumanın yüzlerce politik ve bürokratik yolu vardır, ancak ölen bir genci geri getirmenin hiçbir yolu yoktur. 

Hele ki de insanlardan evlatlarını kaybettikleri için mutlu olmalarını beklemek nasıl bir hâlet-i rûhiyedir, nasıl muhasebesiz bir vicdanın zifir katran temennâsıdır. Akıl sükuta uğradı anladık anladık da, vicdanlarınız bari insafa gelsin. Üzerinden politika yaptığınız, nutuklar attığınız, bayrağa sarılı ahşap sandukayı boş mu zannediyorsunuz? Yazıktır efendiler, günahtır, vebaldir...