Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,6287
Dolar
Arrow
34,8925
İngiliz Sterlini
Arrow
44,3362
Altın
Arrow
3006,0000
BIST
Arrow
10.126

1921 ve 1924 anayasaları

Yazının gerekçe ve  kapsamı 

Son 20 yıldır anayasada yapılmayan değişiklik kalmamasına ve fiili başkanlık rejimine geçilmesine rağmen- iktidarın hala ilişemediği bazı şeyler var. Bunlar cumhuriyetin temel niteliklerini içeren  değiştirilemez maddeler.  Son  zamanlarda telaffuz  edilmeye  başlanan “yeni anayasa yapmalıyız” dan kasıt  cumhuriyet  devriminin  tevhid-i kuva ilkesinden  yararlanarak-  karşı devrimin  kendi  üst yapısını  inşa  etmek düşüncesi.   

Bu nedenle- yazımda-   1921’den  1928 değişikliğine kadar Türkiye’nin anayasal-  siyasal gelişmelerini  ele alacağım. Bu  yedi  yılda  üç  dönem TBMM   ve  İki anayasa var:    1921 ve 1924 anayasaları.  Bir de 9 Ekim 1923’den  20 Nisan 1924’e  kadar süren- benim geçiş dönemi (interim) dediğim-  dönemden söz etmek gerekir. Cumhuriyet ve hilafet kurumunun birlikte var olduğu bu alt dönemi  interim dönemi olarak  tanımlamamın nedeni budur. 

1921 ANAYASASI İLE NASIL BİR SİYASAL REJİM KURULDU? 

20 Ocak 1921 tarihli ve 85 sayılı Teşkilatı Esasiye Kanunu  ilk 9 maddesi  ile  rejimin niteliğini ortaya   koymuş, yeterince aydınlatmıştı.  İlk dikkat çeken hususlar,  egemenliğin kaynağı ve   ülkenin TBMM tarafından idare edildiği gerçeğiydi. Egemenliğin tecelli ve temerküz  ettiği siyasal organı olarak TBMM idi.   Anayasa, yasama ve yürütme eklerinin meclisin manevi şahsiyetinde mündemiç  olduğuna işaret ediyordu. Bu durum Fransız konvansiyonunun da ilkeleriydi.

1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu üç ayrımda  incelenmelidir.  Birincisi  rejimin temel esaslarını tanımlar. Bunlar   gerçekte uygulanan ilk 9 maddedir.   Anayasa,  meclisi, meclis başkanlığını,  üstün tartışılmaz yetkilerini ve tevhid-i kuvayı (kuvvetler  birliği) tanımlar. İkinci  ayrım ise uygulanmayan, geleceğe yönelik bir projeksiyondur.  Bu da idare ve vilayat  kısmıdır.

 Bu ayrımda yerinden yönetim esası vardır.  1921’de vilayat idaresi, ne Osmanlı’nın  ne de  cumhuriyetin idaresi   değildir. Bir yerinden yönetim birimidir. Önemli bir kavram olarak da mahalli umurda muhtariyet vardır.

 Bunun sınırının ne olacağı  ise çıkarılacak kanunda belirlenecektir. Böyle bir kanunun hiçbir zaman çıkmadığını  hatırlatalım.  Burada   benim yazdığım Nevahi  Kanunu layihası  başlıklı  makalemden  bir nebze bahsetmek  yerinde olur. 

Nevahi kanunu layihası,  birinci  meclisin  en uzun süre müzakere ettiği ve  kadük olan  bir  tasarıdır.   Makalemin başlığı    şöyleydi: “1920’ler Anadolusunda Yerel Demokrasi Girişimi: İdare-i Kur’a ve Nevahi Kanunu Layihası  (Toplumsal Tarih, Ağustos,  1996,)  Makalemin özgün adı komün demokrasisi   idi. Editör yerel demokrasi olarak tashis edip öyle yayınlamıştı. Halbuki ben  özellikle o başlığı  koymuştum. Anlamamış  ne demek istediğimi.  

Bu  kanun  layihasını  değerlendirirken- bugün de- aynı şeyleri  düşüyorum. Ne 1921 anayasasında ne de  Nevahi Kanun   layihası  müzakerelerinde   gündeme gelen  özerklik (muhtariyet) siyasi özerklik  değildir.  Teşkilatı Esasiye Kanunu ve kadük  Nevahi Layihasında siyasi özerklik  yoktur. Özerklik vardır ama mahalli umurda  muhtariyettir, müstakil idare anlamında değildir. 

Eğer böyle bir şeyin varlığını kabul edersek bu kuvvetler  birliği ve meclis üstünlüğü ilkesine aykırı olur. TBMM'nin egemenliğin tecelli ve  temerküz  ettiği en üstün siyasal  kurum olarak kabul edildiği bir düzende, vilayet ve  nahiye  şuralarının  siyasi özerkliğinden söz etmek eşyanın tabiatına aykırıdır. 

1921’DE TBMM BAŞKANININ YASAMA VE YÜRÜTME AÇISINDAN KONUMU NEYDİ?

1921  Anayasası, TBMM Başkanının  görev   süresini bir intihap devresi olarak  tespit ediyordu. Meclis Başkan vekilleri ve  ikinci başkanı için her    yasama devresi için   yeniden  seçim söz konusuydu. 

Buradan çıkan sonuç, TBMM'nin irade-i milliyeyi  temsil ettiği  ön kabulünden hareketle.  onun başkanını  yasamanın başkanı olarak meclis namına  vazı  imzaya yetkili kılmaktı.  Bunun  yanısıra, 5 sayılı heyeti umumiye kararıyla icra kudreti teşekkülüne karar verildi. Bu  kararla yürütme organı yaratılmış oluyordu. TBMM  başkanı icra kudretinin de doğal başkanıydı.   3 sayılı İcra Vekillerinin Sureti İntihabı Hakkında kanun İcra kudretinin teşekkül usulünü belirlemiş oldu.

Kuvvetler birliği ilkesinin uygulamasına gelince,  İcrai işlerin TBMM tarafından verilen bir vekaletle yürütülmesi  temel ilke olarak  benimsendi. Bakanlar, meşrutiyetin nazırları değil TBMM’nin  vekilleriydiler.  Sıhhiye Vekili,  Adliye Vekili,  Nafıa Vekili gibi.  Hükümet  de İcra vekilleri heyeti olarak  tanımlanmıştı. Ordu,  Türkiye Büyük Millet Meclisi Ordusuydu. Onun emir  kumandası altındaydı.  

BAZI REJİM ÇELİŞKİLERİNİN ASKIYA ALINMASI 

1920 sonbaharında  çıkarılan  bir  başka anayasal   değeri haiz düzenleme  Nisabı Müzakere Kanunudur.   Bu kanunda milli hakimiyet ilkesi ile çelişen bazı hususlar vardı. Kanun, makamı hilafet ve saltanatın kurtarılması diye bir hedeften söz etmekteydi.  Bu apaçık bir çelişkiydi.  Kuruluşunu ulusal egemenlikle açıklayan bir meclis,  amacının saltanatı kurtarmak olduğunu nasıl ifade edebilirdi?  Amaç, vatanı kurtarmaktı. Gerçek amaç   buydu. Milli  hakimiyet  ilkesine  dayanarak.  Hilafet ve  saltanat ,  padişah ve onun  hükümetinden  bağımsız olarak  bir soyutlama  ile  devlet ile özdeşleştiriliyordu. Oysa ki 1921 anayasasında açıkça belirtildiği üzere milli hakimiyetin tecelli ettiği yer,  Türkiye Büyük Millet Meclisiydi.   Devlet de Osmanlı Devleti değil Türkiye Devleti olacaktı. 

 Hiç kuşkusuz milli Kurtuluş Savaşı verildiği bir ortamda-bu  formülasyon-  ilmiyeli  mebusları tedirgin etmemek için bulunmuş  bir ara yoldu.  Daha sonraki düzenlemelerde Kurtuluştan sonra  hilafet ve saltanat kanun dairesinde yerini alır ifadesine yer verilecekti. Bu bir açık kapı bırakmaktı.   Nisabı  Müzakere Kanununda- bana kalırsa-  Anadolu İhtilalinin devletiyle ,   İstanbul’daki eski rejim arasındaki çelişki askıya alınıyor, karar kurtuluştan sonraya bırakıyordu.

NİSABI MÜZAKERE KANUNU NEYE İZİN VERİYOR NEYE VERMİYORDU?

Kanun- meclisin bilgi ve onayıyla- ordu, kolordu komutanlığı, sefirlik  gibi dış görevlerin   milletvekilleri tarafından yürütülmesine onay veriyordu. Mülki İdare amirliğine  onay vermiyordu. Vali ve aynı zamanda milletvekili olunamıyordu.  

Kanunun  verdiği onayla komutan milletvekillerinin kıtaya komuta etmesine izin verilmişti.  Örneğin Kozan milletvekili Fevzi Paşa Milli Müdafaa Vekili,  Edirne Milletvekili  Mirliva İsmet Bey (sonra Paşa)   genelkurmay  başkanı ve  Batı Cephesi komutanı olması gibi.  Birinci  Meclis, savaşı yöneten aynı zamanda kendi üyelerinden bazılarını Ordu'da görevlendiren bir meclisti. Kırmızı yeşil şeritli İstiklal madalyaları buna izafeten  verilecekti.

BAŞKOMUTANLIK NASIL TANIMLANDI? SINIRLARI NEYDİ? 

Osmanlı'da başkomutan sultanın kendisidir.  Eğer  orduya sadrazam komuta ediliyorsa  serdar-ı ekrem odur.  Birinci Meclisi döneminde -ve bugün de- Başkomutanlık TBMM'nin manevi şahsiyetinde mündemiçtir. 5 Ağustos 1921 tarihli Başkomutanlık kanuna göre 3 ayda bir yenilenme şartıyla meclisin askeri yetkilerinin  başkomutan'a delege  edildiği  altı çizilerek ifade edilmiştir.  Meclis, kendisinin üstün hukukunu ve mlletvekillerinin  yasama  sorumsuzluğu ve dokunulmazlığını  hatırlatarak bu yetkiyi kendi başkanına-her defasında üç ayda bir uzatmak kaydıyla- vermiştir. 1924 anayasası ise başkomutanlık   kurumunu  aynen muhafaza  etmektedir.  Yine Meclisin manevi  şahsiyetini  referans göstererek,  cumhurbaşkanı tarafından temsil edildiğini  hatırlatmaktadır. Bugün 28. dönemini  idrak  eden TBMM açısından da- son anayasa  değişikliklerine rağmen-  bu ilke hala daha geçerlidir. 

BÜYÜK ZAFERDEN SONRA SALTANAT VE HİLAFET 1922-1923 

1 Kasım 1922  kararlarıyla (307-308)  TBMM saltanatı kaldırıldı. Hukuku hükümraninin millete geçtiği ilan etti.  Bu kavramın içeriğinin tam olarak ne olduğu ise-bir buçuk yıl sonra- 3 Mart 1924’te söylenecektir.

1 Kasım 1922'de saltanat  lağvedildi  ama onun zahiri görüntüsü Hilafet kaldı. 29 Ekim 1923'e kadar Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti varlığını  sürdürüyor ve temsilcileri barışı müzakere  ederken, bir taraftan da TBMM tarafından seçilmiş halifeyi müslimin  İstanbul'da bulunuyordu. Osmanlı hanedanı devam etmiş olsaydı, Veliaht II.  Abdülmecit olarak tahta çıkacaktı. Saltanat kaldırıldı. Sadece  hilafet kaldı.Bunun   hukuki açıdan anlamı yoktu. Nezdine gönderilen bir heyet tarafından hiçbir siyasi yetkisi olmadığı -hilafetin tarihi bir emanet olarak korunduğu- kendisine hatırlatıldı. 1923’te Cumhuriyet ilan edilince,   Ankara'da Türkiye Reisicumhurunun  İstanbul'da  ise beyaz atla Cuma selamlığına giden Abdülmecit Efendi'nin bulunduğu bir interim  dönemine girildi. 3 Mart 1924  devrim  kanunlarına kadar. 

İKİNCİ MECLİS SEÇİMLERİNİN SONUÇLARI  

 Büyük Zafer TBMM başkanı ve başkomutan Mustafa Kemal Paşa’yı   karizmatik önder konumuna  yükseltmişti.O artık sadece mareşal ve Gazi Paşa değil Halaskardı. Kurtarıcıydı. 

Seçimleri yenileme kararı Ankara Konvansiyonun  tutucu unsurlarının  tasfiyesi imkanını  sağladı.Birinci meclis  milli  mücadele ve kurtuluşun meclisiydi.  Ama milletvekili kompozisyonu  Türk Devrimi diye andığımız sürecin  gerçekleşmesini önünde bir engel teşkil ediyordu.  Kurtuluşun Meclisi   birinci meclis,  Cumhuriyeti ve  kuruluşu sağlayan ikinci meclistir.  Konuya   biraz daha açıklık  getirmek isterim: Birçok tutucu milletvekili açısından TBMM,  halifesi esir düşmüş, bir üçüncü meşrutiyet meclisiydi.  TBMM’ni  halifesiz bir icmayı ümmet meclisi olarak görüyorlardı.

Türk Devriminin vites yükseltmesi için uygun durakta makas değiştirmesi  gerekiyordu. Bu  değişiklik  ikinci meclis seçimleriyle mümkün oldu. 

Bu meclis Lozan'ı tasdik edecek, cumhuriyeti ilan edecek,  hilafeti lağvedecek, 1924 Anayasasını yapacaktır.  Başta Medeni Kanun ve Ceza Kanunu olmak  üzere   pek çok devrimci değişikliği   olağan yasama yoluyla gerçekleştirmiş,  bugün de  Anasayasamızda  bir fasıl olarak varlığını koruyan devrim kanunlarını çıkarmıştır. 

1923 AĞUSTOSUNDAN CUMHURİYET'E KADAR TÜRKİYE'NİN SİYASAL REJİMİ NASIL TANIMLANABİLİR?

İkinci  meclis Mustafa Kemal'in meclisidir.  İçinde ileride Terakkiperver fırkayı kuracak unsurları barındırıyor olmakla  birlikte,  üyeleri ağırlıklı  bir ekseriyetle Mustafa Kemal’in arkasındaydılar. Zafer ve  barışın yarattığı  özgüven ortamında,  TBMM  toplanınca Mustafa Kemal Paşa'yı başkan seçti.

 Yürütme  alanına gelince,   1922  yazında çıkarılan 244 sayılı yasa uyarınca Malta dönüşü İcra Vekilleri Heyeti Reisliğine Rauf Bey seçilmişti.   Meclis genel kurulan  doğrudan yapılan oylamayla Rauf seçildikten sonra  kendisine  başvekil  deniliyordu. TBMM başkanı  karşısında-ikinci grubun desteği ile-  bir siyasal güç gösterisi   olarak.  Ama  İkinci Meclis onu seçmezdi. Devir değişmişti.  Onun yerine Ali Fethi Okyar İcra Vekilleri Heyeti başkanlığına getirildi.

 Rauf Bey, Malta dönüşünden (1921)  Lozan’a kadar Müdafaa-i Hukuk birinci grubu  içinde ikinci grubun temsilcisi gibi davranmıştı.  1921'den sonra ve Lozan sürecinde Gazi’nin önderliği ile rekabet ediyordu. Fethi Bey,  başvekil seçildikten sonra (resmi adı  hala İcra vekilleri Heyeti  reisi)  diğer vekiller de yasa gereği  tek tek seçildiler.  Aday gösterilmeksizin. Meclis genel kurulu tarafından doğrudan seçimle.  Böylece yürütme , Mustafa Kemal Paşa'nın TBMM Başkanı ve fiili devlet başkanı Fethi Bey'in başvekili olduğu bir şekilde  tanzim edilmiş oldu. 

TÜRKİYE DEVLETİ'NİN ŞEKL-İ HÜKÜMETİ CUMHURİYETTİR 

İkinci meclisin toplanmasından  cumhuriyetin  ilanına  kadar sadece iki ay vardır. Hatırlanacağı   üzere resmi argüman kabinede uyumsuzluktu. Yanlış  da  değildir bu ifade. 

 Çünkü Heyet-i Vekile, bir hükümet değil toplama bir heyetti.  Yürütmeyi yasamadan bir adım daha özerkleştiren- gerçek  hükümet olma  yolunda-  kanun   364  sayılıdır. “Teşkilatı Esasiye Kanununu Tavzihan Tadil  Eden Kanun”   başlığını taşır.  Bu değişiklikle, TBMM rejiminden cumhuriyete geçilmiştir. 

 Mustafa Kemal ve yeni siyasal  elit, Ankara iktidarının   daha ilk günlerinden itibaren İcrai işlerde kullanılan istasyon binasında bu kez rejime ilişkin hukuki etütler  yaptı. 1921 Anayasasında ciddi değişikliklere gidildi. 1.maddede  “Türkiye Devleti’nin şekli hükümeti  cumhuriyettir”   ifadesi  benimsendi.   Meclisin en üstün devlet erki olduğu icranın bir işlev görünümünü  koruduğu değişikliğe  göre, Türkiye  reisicumhuru (cumhurbaşkanı) yürütmenin ve devletin başıdır.  Bir intihap devresi  için (bir seçim dönemi) cumhurbaşkanı. Seçilecek kişi fiilen devlet başkanlığı yapan TBMM Başkanı Mustafa Kemal  Paşa’dan başkası olamazdı. Öyle de oldu. Türkiye’nin  halaskarı, Türkiye  Cumhuriyeti’nin   ilk cumhurbaşkanı oldu. 

1923 REJİMİNİN CUMHURBAŞKANLIĞI NASIL BİR MAKAMDIR?   

Burada aydınlatılması gereken önemli bir nokta var:  1961 anayasasına kadar Türkiye Cumhurbaşkanı her yasama döneminin başında seçiliyor.   Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği düşmüyor. Mahfuz kalıyor,  müzakereye katılamıyor ve oy veremiyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı gibi.  Törenli oturumlarda meclise,  dilediği zaman da yürütmenin başı olarak İcra Vekilleri heyetine başkanlık edebiliyor. Bence  bunun   nedeni, cumhurbaşkanlığının  TBMM  başkanlığından doğmuş bir kurum olması.  Reisicumhurun TBMM üyeliği devam ediyor, muhtemelen milletvekili maaşını da almaya devam ediyor.  1924 anayasası cumhurbaşkanının bir tahsisatı olduğunu ve bunun bir özel kanun ile (kanun-ı mahsus) belirleneceğinden bahsediyor. 

1923 DEĞİŞİKLİĞİNİN HUKUKİ VE SİYASİ ANLAMI 

İcra Vekilleri Heyeti açısından bakıldığında, cumhurbaşkanı   bir milletvekilini  başvekalete  atıyor,  O bir kabine oluşturuyor. Kabineyi  cumhurbaşkanı  onaylayınca hükümet kurulmuş oluyordu. Siyasi programını  (hükümet programı) meclise  sunduktan sonra güvenoylaması  yapılıyordu.   Bu değişikliklerle Heyeti Vekile artık ortak siyasal  sorumluluğu olan bir hükümet niteliği  kazanmış oluyordu.  

Aynı zamanda Halk Fırkasının   kurucusu ve önderi  olan Mustafa Kemal,  cumhurbaşkanı olarak devlet başkanlığına çıkarken en mutemet adamını başvekil atayarak,  kendi kadrosu içinden milletvekillerinden oluşan bir hükümet kurmuş oldu.  Bu hükümet artık bir parti hükümetiydi. Anayasa değişikliği  ile 244 sayılı yasanın  yarattığı  muhaliflerin hükümete girme olasılığı tamamen ortadan kaldırıldı. Meclis diğer parlamenter denetim yollarını elinde bulundursa da bir iktidar bloku yaratılmış oldu.  Cumhuriyetle  birlikte gerçek anlamda bir Halk Fırkası   hükümetinden söz edilebilir  hale geldi. 

364 SAYILI ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNDEN 3 MART 1924 YASALARINA KADAR HALİFELİ CUMHURİYET

Kabaca  beş  ay  süren  bu dönemde,  1922'de TBMM kararıyla seçilmiş bir halife İstanbul'da- gayri siyasi bir makam olarak-varlığını sürdürmektedir. Bun dikkatten kaçırılmamalıdır.  Artık Türkiye Devleti değil Türkiye Cumhuriyeti Devleti  söz konusudur.  Bununla birlikte, Birinci Meclisin  seçtiği halife Abdülmecit Efendi  İstanbul’dadır.  Daha açık  bir ifade ile, ülkede hem bir Cumhurbaşkanı hem de bir halife vardır. 

Burada  akıllara ister istemez saltanat kaldırıldıktan sonra  eski Afyon mebusu  İsmail Şükrü Çelikalay’ın yazdığı Hilafeti İslamiye ve Büyük Millet Meclisi risalesi  gelmektedir. Risalenin Mukaddimesinde  geçen ifade şöyle “halife meclisin meclis  halifenindir” Hoca Şükrü Efendi’nin  bu risalesi cumhuriyetle  hilafetin aynı anda mümkün olamayacağını gösteren önemli bir belgedir. Risale, örtülü  bir teokratik  meşrutiyet  çağrısıdır. Devlet başkanını halife olarak  gören bu anlayışa karşı Kemalist seçkinler  Hilafet ve Milli  hakimiyet  başlığı  altında ortak bir derleme  yazacaklardır. Neticede  3 Mart 1924  tarihinde TBMM- 429-430-431 sayılı  yasalarla- eski rejimin bakiyesi hilafeti (gölge saltanat) diğer önemli  değişikliklerle birlikte kaldırmıştır. 

Bu yasalarla yapıla bir başka değişiklik,  din kurumunun siyasi iktidar alanından- yani Heyeti Vekileden- çıkarılarak idareye dahil edilmesidir. 

3 MART 1924 DEVRİM KANUNLARINDAN 1928'E KADAR DURUM 

 Meşrutiyette Meclis-i Vükela’nın,  Birinci Mecliste İcra Vekilleri Heyetinin üyesi olan şeyhülislamlık/şeriye vekaleti artık Diyanet İşleri Başkanlığına dönüştürülmüştür.   Ama gözden kaçırılmaması gereken önemli nokta ahkam-ı şeriyenin  tenfizinden  Türkiye Büyük Millet Meclisi sorumlu olduğu  unutulmamalı.  1923 değişikliklerinde   Türkiye'nin resmi dininin İslam olduğunu  da  hatırlamakta yarar var. 

1924-1928 alt döneminde Diyanet idare alanına gönderilmiş,  siyasi iktidarın bir parçası olmaktan çıkarılmış;  onun otoritesi altında  bir devlet  dairesine  dönüştürülmüştür.  Genelkurmay'ın İcra vekilleri Heyetinden çıkarılması gibi.  Ahkam-ı şeriyenin-nasa ilişkin hususlar- uygulanmasında  TBMM  yetkili olacağı  vurgulanıyor.  Bunun anlamı  şu; “dinin ne olduğuna karar verme hakkı da meclistedir”  

1928'de yapılan  anaya değişikliği ile, Diyanet-kamu hizmeti gören  idari bir  daire-olarak varlığını devam ettirmekle birlikte Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ahkamı şeriyenin  tenfizi  görevi  kaldırılıyor; cumhurbaşkanı ve milletvekillerinin yemin  metnindeki vallahi ifadesi çıkarılarak   namus üzerine  yemine dönüştürülüyor. Bunlar çok önemli  değişiklikler.   Bu  kararlarla “ laiklik sağlanmış sayılabilir mi”   sorusuna  benim vereceğim  yanıt “hayır” olurdu.   Bu olsa olsa Türk laikliği  sayılabilir. 

Fransa'nın 1905'te yaptığı kilisenin devlet alanı dışına çıkarılmasına tekabül etmiyor bu atılan adımlar.  Artık devletin resmi bir dini yok. Ama Diyanet devletin  içinde bir kamu  dairesi olarak varlığını  sürdürüyor. Diyanet devletin içinde  dışında değil. Bu da İslam'ı cumhuriyetin emrine vermek demek. 

Diyanet, siyasi otorite emrinde gayri siyasi bir makam olarak  tanımlanıyor.  Cumhuriyet idaresinin  anladığı  anlamda   islamı  halka anlatmak- öğretmek ve uygulamakla mükellef.  İslamı devlet içinden Diyanet yorumlayacak. Burada Atatürk'ün  dinde reform projesi ile  islamı  Arap dini olmaktan çıkarıp bir Türk İslamı haline getirmek düşüncesine ilişkin pratiklere  girmek istemiyorum.  Bu ayrı bir yazının  konusu olabilir. 

SON DEĞERLENDİRMELER 

1921 ve 1924 anayasaları Türk siyasi tarihinin iki  ayrı evresine işaret eder.  1921'de temel mesele egemenliğin teokratik kaynağını işlevsiz kılmaktır. Milli Kurtuluş Savaşı'nın meşruiyeti bu yolda önemli bir kaldıraç işlevi görmüştür.  1920 baharından 1921 Teşkilat Esasiye Kanununa kadar  bolşevik etkisinin giderek arttığını - Hatta Türkiye Halk iştirakinin Fırkası'nın Nazım Bey'in dahiliye vekilliği ile- iktidarı alma sınırına kadar geldiğini söyleyebilirim.

Bu anlamda 1921 Anayasası ideolojik-politik sınırı  halkçılık ve  millet iradesine  dayalı yönetim olarak çizmiştir. Bu  anayasada, Meclis yasama yetkisini fiil kullanırken (istimal etme) yürütme kudretini üyeleri arasından seçtiği İcra vekilleri eliyle kullanmıştır.  Her bir vekil kendi alanında meclisin komiseri-işgüderi  sayılmıştır.   1921’de kilit makam yasama ve yürütmenin başkanı olan TBMM  başkanlığındadır. 

1 Nisan 1923'e (Birinci dönemin sonu) kadar Mustafa Kemal'in milli Kurtuluş önderi,  parti önderi ve başkomutan kimliklerinin kuşatılması bağlamında  örgütlenen muhalefet   zaferden  sonra  tasfiye edilmiştir. Karara bağlanması ertelenmiş konular zaman içerisinde konjonktüre uygun adımlarla halledilmiştir.

 Lozan Barışının Kemalist çoğunluğuna dayanan  İkinci  Meclis tarafından tasdiki sonrasında, cumhuriyete kadar TBMM Başkanı Mustafa Kemal ve Başvekil Fethi Bey ikilisi yasama ve yürütmenin  sorunsuz idamesini sağlamıştır.

364 sayılı Kanun, Anadolu İhtilali’nin  devletini, “Türkiye devletinin şekli hükümeti cumhuriyettir” olarak tanımlama olanağı sağlamıştır.  Cumhuriyet ile, fiili devlet başkanlığı yapan Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanı cumhurbaşkanı seçilmiştir. 

1928’e  kadar süren bir dizi dönüşümle , devrimin motoru olan parti önderinin gösterdiği doğrultuda şark dünyasında eşi benzeri olmayan bir siyasal kurguyu  hayata geçirmeyi başardı:  laik Cumhuriyet ve  milli  devlet. 

Türkler, 1921  anayasası ile milli kurtuluş savaşını başarıya ulaştırdılar.  Yeni bir devlet kurdular.    1924 Anayasası ile  de cumhuriyetin kurumlarını inşa ettiler. 

Rejimin  otoriterliğinin  nedeni ise toplumda varlığına devam ettiren Ortaçağ kalıntısı kurumlar  idi. Bu   yapı ve dinamikler, karşı devrim aktörlerini koruma işlevi görüyordu. 

1946'da kurulan  yeni  rejimin bütün meşru aktörlerinin egemen  parti CHP’den çıkması anlamlıdır.  Çok  partili siyasal hayata  anayasada   hiçbir değişiklik yapılmadan geçilebilmiş olması  1924  anayasasının  burjuva demokratik çerçevesini kanıtlar niteliktedir.