Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
41,1306
Dolar
Arrow
37,9898
İngiliz Sterlini
Arrow
49,1971
Altın
Arrow
3768,0000
BIST
Arrow
9.659

431 sayılı yasa: Abdülmecid Efendi ve Hanedanın sürgüne gönderilmesi

GÜNÜMÜZDE BAZI  ÇEVRELERDE HİLAFET ALGISI 

Geçen hafta  öfkeli bir dille “hilafetin   kaldırılmasının   Teşkilat-ı Esasiye Kanununa aykırı  olduğunu, hilafetin  hukuken   yerinde  durduğunu  beyan eden  bir   yazı dikkatimi çekti.  Yazı, Hilafetin lağvını Kemalist diktatörlüğün İslam alemine bir ihaneti olarak  yorumluyordu. 

Aradan   bu kadar  zaman geçmesine, üç  anayasa değişikliğine rağmen  bu yazıya göre hilafet  yaşamaya devam ediyordu. Sadece  halife yoktu. 

2002 sonrası bu teokratik monarşist dilin   daha  yüksek sesle  telaffuz ediliyor olması,hatta  bu tür söylemlerin taraftar  bulduğu bir  siyasi ortam içinde  yaşıyor  olmamız  ne tuhaf değil  mi? 

HANEDANIN  İÇ ÇELİŞKİLERİ 

Meşrutiyetin üç padişahı da Sultan Abdülmecid'in oğludur: II. Abdülhamid, V. Mehmet,  Vahdettin.   Kanun-ı Esasi'den bağımsız düşünüldüğünde bile Sultan I. Ahmet Kanunnamesi uyarınca (ekber ve erşed evlat ilkesi)  tahta çıkış sırası aşağı yukarı böyle  olacaktı.  1876 Anayasası Osmanlı teamülünü anayasa hükmü haline getirmişti.  Sultan II Abdülhamid ve Mehmet Reşat'tan sonra tahta Yusuf İzzettin Efendi'nin geçmesi bekleniyordu. Onun İntiharı sırayı bozdu.  Vahdettin veliaht ilan edildi. 1918 yazında Sultan Reşat’ın vefatı üzerine İttihatçılar  Vahdettin Efendi’yi  tahta çıkardılar.   Abdülaziz soyundan olan Şehzade Abdülmecid Efendi de veliaht ilan edildi.

Bütün bu değişiklikler imparatorluğun dağılma noktasına geldiği bir döneme tekabül etmişti.   Bu önemli  hususu akıldan çıkarmayalım. 

Bunun  yanısıra,  Mütareke döneminin önemli ama az vurgulanan  bir boyutu da Veliaht Abdülmecid Efendi ile Vahdettin arasındaki çelişkilerdir

Öncelikle şunu belirtelim ki hiçbir padişahın saltanatı tartışmasız değildir.  Anayasal monarşi döneminde  bile. Sultan Aziz, V. Murat,  II. Abdülhamid halledilmiş ve tahttan indirilmiştir. Mütarekenin çalkantılı siyasi ortamında Veliaht  Abdülmecid Efendi’nin   böyle bir beklenti içerisinde  olması muhtemeldi.  Buna dair güçlü belirtiler/karineler  vardı. 

Bir kere Sultan Vahdettin'in eğitimi son derece zayıftı. Entelektüel vizyonu/siyasi kapasitesi neredeyse hiç nispetindeydi. İttihatçıların iktidar mevkiini  terk etmelerinden  sonra   kendini daha güçlü hissetmeye  başladı. İngilizci bir politika ile barışa geçebileceğini umuyordu.  Paris Paris Barış Konferansı sürecini eniştesi Damat Ferit Paşa hükümetleriyle yönetmeye çalıştı.  Anadolu'dan yükselen milli bağımsızlık hareketini  isyan olarak değerlendirilmesi kendi kaçınılmaz sonunu hazırladı. Attığı Her yanlış adım altındaki siyasi zeminin daha da kaymasına yol açtı.  

Abdülmecid Efendi ile ilgili olarak ise  şunlar  söylenebilir. Göreli olarak daha iyi bir eğitim almıştı.  Siyasi gelişmeleri yakından izliyor Batı’da yayınlanan siyasi dergileri takip ediyordu. Her haliyle batılı bir Veliaht-Prens gibi davranıyordu. 

Şehzadeliğinden beri  geliştirdiği bir   kütüphanesi vardı. Halife  olunca kütüphanesini Dolmabahçe Sarayı’na taşıdı. Yabancı dillere de hakimdi. Ressamdı ve beste yapabilecek kadar Batı müziğinden anlıyordu.

Mütarekeden sonra Vahdettin'in toplamak zorunda kaldığı (1919-1920)  Saltanat Şuralarına  katılmıştı.  Onun sadarette Damat Ferit  seçeneğinde ısrarlı olmasını doğru bulmuyordu .

Meclisin toplanmasından sonra Harbiye Nazırı Fevzi Paşa'nın Anadolu İhtilali’ne transferi  Milli  kurtuluş hareketine meşruiyet  kazandırması açısından  önemli  bir gelişmeydi. 

Fakat TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa'nın başta  Hamdullah Suphi olmak üzere bazı milletvekillerinin  teşvikiyle veliahtı  Anadolu’ya  geçmeye davet etmesi   daha önemlidir. 

Bu olay  TBMM’nin toplanmasından  kısa bir süre  sonra olmuştu. 

Veliahtın Anadolu'ya geçme ihtimali karşısında işgal yönetimi Abdülmecid’i uzun süreyle  gözetim altında tuttu. Vahdettin Veliahta  uygulanan bu rejimi destekledi. Görüldüğü üzere, müttefikler Veliahtı  yükselen milliciliğin İstanbul’daki destekçisi olarak  algılıyorlardı. 

Oysa ki Abdülmecid’in   başka planları vardı. Öyle sanıyorum ki  Anadolu'nun teklifini Vahdettin’in  halli kendisinin halife-sultan  ilan edilmesi koşuluna   bağlıyordu. Yani Anadolu’nun  kendisini II. Abdülmecid  olarak   tahta çıkaracağının  beklentisi içindeydi. Veliaht, hal ve  biatı önemsiyordu. İleri sürdüğü argüman tarihi  gerçeklere  ve islam hukukuna  uygundu. 

Abdülmecid Efendi şunu demek istiyordu “Vahdettin’i  halledin ben de Anadolu'ya geçeyim.”   Yapmak istediği şey aslında Osmanlı tarihinde birçok örneği görülen tahtta değişiklikti. 

Milli Kurtuluş hareketinin başında böyle bir gelişme neleri değiştirirdi tam olarak kestiremeyiz.  Sonuçta müttefik yönetiminin İstanbul'daki gücünü sarsan  bir adım olurdu.  Ama bunu gerçekleştirebilecek bir operasyon başarılı olabilir miydi ? Onu tahmin  etmek  biraz  zor. 

Sonuçta  durum  ortada  kaldı. 

Bir tarafta “Millicileri destekler görünen”   Veliaht Abdülmecid Efendi,  öte yanda müttefiklerin himayesinde Sultan Vahdettin bölünmesi Milli  kurtuluş savaşının  sonuna  kadar  devam etti. 

ŞEHZADE ÖMER FARUK  EFENDİ’NİN  ANADOLUYA GEÇME  TEŞEBBÜSÜ 

Ömer Faruk Efendi Abdülmecid’in   1898 doğumlu oğludur.   Mustafa Kemal Paşa ile tanışıklığı  vardı.  1917  sonbaharında  Vahdettin'in Sultan Reşat adına Kayzer Wilhelm’e yaptığı iadeyi ziyarette veliahta   birlikte  refakat etmişlerdi. Ziyarette  Alman karargahına gidilmişti. 

Bu uzun seyahatte  “fahri   yaveri hazreti şehriyari”  mirliva Mustafa Kemal Paşa'nın Vahdettin’den  kızı Sabiha'yı istediği spekülasyonu malumdur. Bence bu bir yakıştırmaydı. Enver Paşa Naciye Sultan evliliği  bir örnek olmuştu. Başarılı genç Osmanlı  paşalarının hanedandan   evlenmeleri destekleniyordu. 

Ama sonuçta, Sabiha  Sultan kuzeni Ömer Faruk Efendi ile evlendi. Yerleşik Osmanlı  teamüllerine aykırı  bir şekilde. Hanedan   iç evliliğe  yüzyıllarca onay vermemişti.  Aslına  bakılırsa, kuzenler arasındaki bu evlilik Osmanlı teamüllerine aykırıydı. Buna rağmen evlilik gerçekleşti.  Hatta Abdülmecid Efendi,  Vahidettin’e  kız  istemeye  gitti.  Neticede dünür oldular. Ömer Faruk-Sabiha çiftinin büyük kızları Neslişah 1921’de doğdu

Ömer Faruk Efendi kızı Neslişah’ın  doğumuna yakın İnebolu üzerinden Anadolu'ya geçmek istedi.   Babası bir yıl  önce Anadolu'ya geçme önerisini-sonuç itibariyle-kabul etmemişti.  Bu kez TBMM  Başkanı Mustafa Kemal Paşa oğlunu “Anadolu'da tefrikaya yol açmamak”  gerekçesiyle kabul etmedi.  Şehzade nazik  bir şekilde  İstanbul’a  iade edildi. 

Bu  olayla  ilgili olarak, şöyle de düşünülebilir:  Veliaht Anadolu hareketine katılmamıştı.  Ama oğlunu göndererek muhtemel bir zaferde pay sahibi olmak istiyor olabilirdi. Ömer Faruk Efendi karizmatik bir  şehzade idi. Uzun boylu yakışıklı, Avrupai  görünümlü,   iyi eğitim almış  bir   hanedan  mensubu  idi.  Mekteb-i Sultani’de   Tevfik Fikret'in öğrencisi olmuştu. Fikret   bu sırada Galatasaray’ın müdürü idi.  Babası Abdülmecid Efendi’nin yakını  idi. Aşiyan Müzesinde  ona hediye ettiği tabloları  hatırlayalım. 

Viyana'da ve Almanya'da askeri okullarda  öğrenim görmüştü.  Dünya Savaşında Almanya  müttefikimiz olduğu için, Prusya  ordusu saflarında  savaşa katıldı. Verdün muharebelerinde   bulundu.  Kayzer’in  Süvari alayına kabul edilmiş, karizmatik bir Osmanlı şehzadesiydi.  Ömer Faruk Efendi, Anadolu'ya geçme girişiminden üç  yıl sonra bütün hanedan  mensuplarıyla   birlikte sınırdışı  edildi. 

SALTANATIN  KALDIRILMASINDAN HİLAFETİN   İLGASINA KADAR  TÜRKİYE’NİN  SİYASİ REJİMİ 

TBMM 307 ve 308 sayılı kararlarıyla saltanatı kaldırmış,  yeni bir Türk devletinin doğduğunu ilan etmişti.  Meclisin bu kararları gerçekte hilafeti de kaldırması anlamına geliyordu. Ancak hilafet saltanattan bağımsız tarihi bir emanet olarak olarak tanımlandı.  TBMM saltanatı kaldırdığına göre,  Osmanlı hanedanından birini halife seçerek aslında neyi seçmiş oluyordu?

Teşkilatı Esasiye Kanununa göre,  bütün devlet erklerini uhdesine alan TBMM ve onun  başkanı var iken halife seçmek anlamsızdı. Anlamlı  olan    bu karar  verilirken , bir milletvekilinin sorduğu   “Şimdi Reis-i Devlet Mustafa Kemal Paşa mı yoksa Abdülmecid Efendi mi oluyor?” sorusuydu.   Ve bu  soruyu sormakta son derece haklıydı.

Türkiye Devletinin “devlet başkanı” ya TBMM Başkanı ya da seçilen halife olabilirdi.  TBMM Başkanı Devlet  başkanlığı  yetkileri  kullandığına göre  hilafette/halifede  olamazdı. 

BİAT  TÖRENİNİN  BİR ANLAMI OLABİLİR Mİ? 

İstanbul'da   Ankara Hükümetinin  temsilcisi sıfatıyla bulunan Refet Paşa,TBMM kararlarını yeni seçilmiş halifeye tebliğ ile görevlendirildi. 

Eski Veliaht  Abdülmecid Efendi, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından halife   seçilmiş, kendisine Dolmabahçe Sarayı hilafet makamı olarak tahsis edilmişti.  Hanedan bürokrasisini taklit eder bir şekilde kadro ve bütçe tahsisi yapılmıştı.

Bu arada, barış  müzakerelerinin  devam ettiğini ve  İstanbul'un  müttefik işgali altında olduğunu unutmayalım. 

İstanbul hükümeti feshedildiğinden Ankara hükümetine bağlı bir İstanbul İdaresi vardı. İstanbul Ankara’ya bağlı  bir vilayet olarak  yönetiliyordu. Ankara’nın İstanbul’da  bir  olağanüstü  temsilcisi (Refet Paşa ve Adnan Adıvar bu görevde bulundular) ve valisi vardı. 

Türkiye Büyük Millet Meclisi,   halife nezdine, “hilafetin gayri siyasi bir makam olduğunu hatırlatan bir belge ile Kırşehir milletvekili Müfit Efendi başkanlığında bir heyet gönderdi. 

24 Kasım 1922’de Topkapı Sarayında, Osmanlı   tahta çıkış  törenlerini  taklit eden  bir dizi ritüel yerine getirildi. Mukaddes emanetler odası, hırka-yı şerif, Sancak-ı Şerif ziyaret   edildikten  sonra  Bağdat Köşkünde TBMM    heyeti kendisine   seçim sonucun bildiren mazbatayı  takdim etti.  Abdülmecid’in hilafeti 101   pare top  atışı ile kutlandı. 

Bu da siyaseten  tuhaf bir durumdu. Oysa gerçek şuydu: Saltanat kaldırıldığına göre  hilafet de kaldırılmıştı. Bu seremonide sadece eski rejimin zahiri görüntüsü vardı. 

İSMAİL  ŞÜKRÜ ÇELİKALAY’IN RİSALESİ VE SONUÇLARI 

İktidarsız,  hükümetsiz , siyasetsiz hilafet makamı  olamayacağını düşünen ilmiyeli mebuslardan  İsmail Şükrü Çelikalay (Afyon)  “Hilafeti İslamiye ve Büyük Millet Meclisi “ başlıklı  bir  risale yayınladı.  15 Ocak  1923. Risale’de  Hilafetin olduğu yerde  devlet başkanının  Halife   olması gerektiği  savunuluyordu. Hoca Şükrü Efendi risaleyi  “Halife Meclisin,  Meclis  halifenindir” diye bitiriyordu. Bu aslında TBMM Başkanlığını,  Halifelik otoritesinin  altına  koymak, ona bağımlı kılmak   demekti. 

Bu gelişmeler  üzerine  Birinci Meclis,  seçimlerin yenilenmesi  kararından hemen önce,   15  Nisan 1923’te  “Saltanata dair  propagandanın  menine dair 334 sayılı  yasayı”  çıkardı. Seçimlere bu ortamda gidildi. 

ABDÜLMECİD EFENDİ’NİN HALİFELİĞİ  

İstanbul'da TBMM tarafından seçilmiş bir halifenin  ne  işlevi  olabilirdi? Mustafa Kemal Paşa muhaliflerinin etrafında toplanabileceği bir odak  yaratma işlevi olabilirdi bu. 

Abdülmecid Efendi halife görüntüsü  altında padişahlık rolü oynamaktan hoşnuttu. Selatin  camilerinde  cuma selamlığına çıkıyor,  kendisine sunulan dilekçeleri kabul ediyordu. Örtülü siyasi rolü ise ileride Terakkiperver Partiyi kuracak kadroların gittikçe  sıklaşan  ziyaretleriydi. Bunların  çoğu İstanbul milletvekiliydi.

Hilafet ve Osmanoğulları hanedanının  sonunu Lozan Barışı’nın  İkinci Meclis tarafından tasdiki ve cumhuriyetin ilanı olmuştur.  Türkiye'nin siyasal rejimindeki  anormallik  daha da belirgin hale gelmişti. 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi  Hükümeti  ve  halife vardı. 1923’ten sonra ise cumhuriyetle   birlikte halife.   29 Ekim 1923   tarihi itibariyle, Türkiye Ankara'da reisi cumhuru İstanbul'da halifesi olan bir Cumhuriyet olmuştu. Halife Abdülmecid Efendi, Türkiye  Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal Paşayı tebrik eden bir mesaj  gönderdi.

Bu arada halifenin abartılı unvanlarla bazı açıklamalarda bulunması Dolmabahçe Sarayı'nda ve Abdülmecid Köşkü'nde sanat, edebiyat ve siyaset çevrelerinin  de katıldığı  toplantılar tertip etmesi Ankara'da “saltanat gösterisi” olarak algılanıyordu

Hint Hilafet Komitesi’nin Başbakan İsmet Paşa'ya hilafetin akıbeti ile ilgili endişelerini dile getiren mektuplar  göndermesi ve  bu mektupların  kendisine ulaşmadan İstanbul basınında yer alması Cumhuriyet devrimcilerinin  İstanbul'a bir İstiklal Mahkemesi göndermesine yol açtı. Verilen cezalar ağır değildi.  Ama göz dağı  verici   nitelikteydi. 

HANEDANIN  SÜRGÜNE GÖNDERİLİŞİ 

4 Mart 1924 günü sabaha karşı İstanbul Valisi ve belediye başkanı Ali Haydar Uluğ Bey Dolmabahçe  Sarayı’na gitti. Halife’nin  makamına. Görevi 431 sayılı yasanın gereğinin hemen yerine getirileceğini Abdülmecid Efendi’ye tebliğ etmekti. TBMM kararı, radikalliği kadar uygulamada  da tereddütsüz ve devrimciydi.  Kararın radikal bir şekilde uygulanması halifenin ailesi ile birlikte-hemen- derdest edilip Orient Ekspresi ile  yurt dışına çıkarılması biçiminde oldu.

Sanırım o  günlerde  Asar-ı Atika Müzesi müdürü Halil Ethem Bey’in  (Eldem)  portresi üzerinde çalışmaktaydı. Kararı  tebellüğ eden halife tabloya “natamam“  ibaresini düşüp imzaladı. Halife ve ailesi birkaç araba ile Çatalca'ya kadar götürülerek Simplon  Express'e buradan bindirildiler. Sürgüne giderken ellerine 2000   sterlin verilmişti.   Abdülmecid Efendi için  yirmi  yıl sürecek olan sürgün hayatı böyle başladı.

Devrik  halife sürgün yıllarının başında Vahdettin gibi davrandı. Meclis kararını tanımama dünya müslümanlarını “Halife-yi Müslimin”  sıfatıyla  etrafında toplamaya çalışma gibi bir  tutumu oldu. Zaman içerisinde özellikle Arapların Hilafet iddialarını hiç umursamadıklarını görünce yavaş yavaş umudunu kesti.  Kendi dünyasına  döndü. 

Abdülmecid  Efendi, Vahdettin ve Damat Ferit Paşa sürgün hayatlarında  birbirine yakın yerlerde yaşadılar.  Fransız ve İtalyan Rivierası:  Nice ve San Remo. 

Vahdettin  hanedanın akıbetinden eniştesi Damat Ferit Paşa ve kız kardeşi Mediha Sultanı sorumlu  görüyor. Onları  suçluyordu. Beş kez  sadarete  getirdiği  Damat Ferit'i ahmaklıkla suçluyordu. Abdülmecid ise Osmanoğulları'nın başına gelen felaketin sorumlusu olarak  Vahdettin’i görüyordu. 

Damat Ferit, Vahdettin ve Mediha Sultan geçim sıkıntıları içinde peş peşe hayata veda ettiler.  Abdülmecid ise kızı Dürrüşehvar ve torunlarının yaptığı evlilikler sayesinde sıkıntılı bir hayat yaşamadı. Vahdettin 1926’da öldü. Meşakkatli uğraşlar  sonunda  Şam'da Emeviye Camii hazinesinde defnedilebildi. 

Bu durum  Abdülmecid Efendi'nin  rolünü değiştirdi. Bunlardan biri, mahlu  halife olarak yaşadığı yerdeki (Fransa) Müslümanların önderi rolünü oynamak.  Öteki de Osmanoğulları hanedanının reisi sıfatıyla aileyi yönetmek.

Sanırım sürgün hayatının  başında birkaç yıl “Hanedanı Ali Osman'ı  ihya” edebileceğini  düşündü. Bunun  hayallerini kurdu.

Hanedanın en önemli meselesi geçim sıkıntısı idi.  Buna çözüm  bulabilmek için  Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları dışında kalan hanedan mallarının (emlak ve emval)  peşine düştüler.  Özellikle Kerkük Petrollerinin.  Sultan Hamid’in buralarda  şahsi mülkleri vardı. Hanedan, Türkiye Cumhuriyeti  memaliki  dışındaki ülkelerdeki menfaatlerine ulaşabileceğini  düşündü. Bu özel mülkleri miras yoluyla elde edebileceklerini düşündüler. Örgütlenmeye çalıştılar. Başarılı olamadılar, Birbirine düştüler. Hanedanın bu mücadelesine Abdülmecid önderlik  etmek istedi.  Bir süre sonra  o da vazgeçti. 

Bir süre sonra maddi kaynaklar tükendi. Sadece Hint Müslümanları halifeye yardım çağrısına olumlu yanıt verdiler. 

Mustafa Kemal'in şahsına karşı olanlar ondan yararlanmak istediler. Tarihler 1927'yi gösterdiğinde  durum artık netleşmişti.  Terakkiperver Parti muhalefetine,  Şeyh Said isyanına,  İzmir suikasti girişimine rağmen Mustafa Kemal Paşa yolunda  yürümeye devam ediyordu. Hanedan için  eski rejim artık  bir hayalden ibaretti. 

Bu arada Haydarabat Nizamı (Haydarabad’ın Müslüman  lordu-  mihracesi anlamına geliyor) Kendisine bir tahsisat  bağlamıştı. Bunun  dışında maddi bir imkanları olduğunu  sanmam. Sonuçta 1914 doğumlu kızı Dürrüşehvar’ı Hardarabad Prensi ile evlendirildi.  Bu   halife  ailesinin  kurtuluşu oldu.  1932’den sonra geçim sıkıntısı çekmeksizin hayatını sonuna kadar yaşadı. 

Bu arada Haydarabad  Nizamı biri devrik halifenin kızı Dürrüşehvar olmak üzere oğullarını Osmanlı hanedanından kızlarla evlendirdi.  Bu evlilikler yoluyla iki hanedan akraba oldular. 

Abdülmecid Efendi’nin oğlu Şehzade Ömer Faruk Efendi   de  Mısır'a gitmişti.  Kızları Neslişah, Hanzade ve Necla Kavalalı hanedanından evlilikler yaptılar. Bu da onların  maddi açıdan kurtuluşu oldu.  İkinci Dünya Savaşı  devam ederken kızı Dürrüşehvar Haydarabat'ta, oğlu Ömer Faruk ailesiyle birlikte Kahire'deydi.

Ailenin  Mısır’a giden Ömer Faruk Efendi   kanadı, 1952'deki Hür Subaylar darbesi ile Krallık yönetimi sona erene kadar göreli rahat bir hayat imkanı buldu. Kavalalı  hanedanı ile  dünür oldukları için. 

Şehzade Ömer Faruk Efendi 1969'a kadar Mısır'da yaşadı. Orada öldü.  1974 affından sonra cenazesi Türkiye'ye getirildi.  Sessiz sedasız atası Sultan Mahmut türbesine defnedildi.

HANEDANIN  SÜRGÜNE GÖNDERİLMESİ ÜZERİNE  DÜŞÜNCELER

Hilafetin hiçbir işlevinin  olmadığı Birinci  Dünya Savaşı   sırasında görüldü.   Büyük zaferden sonra, Abdülmecid  Efendi’nin TBMM  kararı ile halife seçilmesi  sadece Hint Müslümanlarını ilgilendirdi. Arap  alemi tarafından  dikkate alınmadı. 

Vahdettin’in İngilizlere sığınması  ve hallinden sonra kendisini   Osmanlı  tahtına layık gören  veliaht Abdülmecid Efendi, “saltanatsız hilafet”  kurumuna seçildi. Bunu kabul etti. 

Milli  hakimiyet,  konvansiyon rejimi gereği TBMM’de tecelli  ve temerküz  ettiğinden 307  ve 308 sayılı TBMM kararları  gerçekte  hilafeti  de  lağv etmişti.  Saltanat  ve hilafeti ayırmak kamu hukuku  açısından   bir anlam   taşımıyordu.  Karar  siyasi bir karardı. 

Birinci Meclisin kompozisyonu  saltanatı kaldırılmanın  aslında hilafeti  kaldırılmak olduğunu  ilana  müsait  değildi. 

Bir taraftan da  zorlu barış  müzakereleri süreci başlamıştı. Yeni Türkiye’nin  tesciline kadar, İstanbul’da  hanedan bakiyesi     hilafet kadrosu varlığını  sürdürdü.  Dolmabahçe Sarayında  oturan, kütüphanesinde çalışan, resim yapan, İstanbul’un elit insanlarıyla  görüşen, tarihi   bir emanet olarak  muhafaza edilmesine rağmen, dikkatle izlenen bir figürdü Abdülmecid Efendi. 

Cumhuriyet rejimine geçiş, Türkiye’nin  tutucu güçlerini  rahatsız etti. Kemalist devrimin  1931 kurultayına kadar  devam edecek olan yükselen dalgasına karşı  muhalifler  halifenin  etrafında  siyasi bir güç odağı   inşa etmeye çalıştılar. Bunlar içinde karşı devrimci güçler de  vardı. 

Sonunda 1 Kasım 1922  kararıyla  birlikte  ilan  edilmesi gereken “hilafetin ilgası kararı”   3-4  Mart 1924’te 431 sayılı  yasa ile  alındı. 

Osmanlı’nın zahiri  görüntüsü  hilafet “hükümet  mana ve mefhumunda  mündemiç olduğu (kesin olarak öyleydi zaten) ifade edilerek ilga edildi. 

Hanedan  mensuplarının   tamamı vatardaşlıktan ıskat edildi.  Yurtdışına çıkarıldılar. Hilafetin kaldırılması, saltanatın kaldırılması kararını tamamlayan bir karardır. Monarşinin  ve hanedanın  bütün  kurumlarıyla   birlikte   tasfiye  edilmesidir. 

Evet şurası doğrudur.  Hanedanın bütün üyelerinin yurtdışına  çıkarılmasının dramatik yönleri  vardır. Özellikle kadınlar açısından. Hayatları  boyunca sarayda  yaşamış,  hanımsultanlar,  kadınefendiler, ileri yaşta eski padişah eşleri, şehzadeler,  yurtdışında  büyük sıkıntılarla hayatlarını  idame  ettirdiler. 

Ama Rus Devrimi,  Fransız  Devrimi, Çin Devrimi, İngiliz   Devrimi, Mısır Devrimleri ile karşılaştırdığımızda  hanedan açısından  Türk devriminin  sonucu sadece  vatandaşlıktan  memnu  edilmek  olmuştur.  Kimse ne giyotine gönderildi. Ne de kurşuna dizildi.

431 SAYILI KANUNUN İÇERİĞİ 

 “Hilafetin ilgasına  ve Hanedan-ı Osmani'nin Türkiye Cumhuriyeti  memaliki haricine çıkarılmasına dair kanun”  3 Mart 1924 tarihlidir. Kanunun gerekçesi  ve maddeleri  incelendiğinde şöyle bir mantık yürütme görülmektedir. 

“Hilafet hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan hilafet makamı mülgadır.” Bu ifadeyi şöyle  anlamak  mümkündür.  Hilafet hükümet demektir.  1920'den itibaren Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti 1923'ten itibaren de Türkiye Cumhuriyeti hükümeti vardır.  Öyleyse aynı hükümranlık alanında  hilafet kurumu olamaz.  Kanuna göre, “hanedanın bir cümle azası ve damatlar sultanzadeler vatandaşlık sıfatını kaybediyorlardı”  bu kişiler gayrimenkullerine tasarruf edemiyorlar bir vekil aracılığıyla mallarını bir yıl içerisinde tasfiye etmeleri gerekiyordu. 

Hanedan  mensuplarının  özel mülkleri ile ilgili böyle bir rejim uygulanırken padişahlık etmiş  olanların malları tapuya kayıtlı olsun olmasın tamamı millete  intikal ediyordu. Bu Saraylar ve içindeki her şeyin  millete intikale etmesi demekti. 

Bu kanunda en çok vurgulanması  gereken  yön milli egemenlik ilkesi gereği hilafetin ilgasıyla birlikte bütün hanedan mallarının tasfiyesidir. Bu   kanunla  eski rejimin bütün kalıntıları  (siyasi,  kamu ve özel hukuk anlamında)  tasfiye edilmiş oldu. 

1924 ANAYASASININ  ANLAMI 

1924 yılı bir dizi devrimci adımın atıldığı bir yıldır.   İkinci Meclis, yasama yılının hemen başında önemli bir adım atmış, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu değiştirilmiş,  cumhuriyet rejimine geçilmişti.   Bu adım  Kemalist devrim dalgasının yükselişinden rahatsız olan çevreleri halife etrafında daha da yakınlaştırdı.

Halk Fırkası Adliye Vekili  Seyit Bey'in uzun konuşmasından sonra hilafeti tarihe intikal ettirmiş oldu. Arkasından 1924 anayasası geldi. Bu nedenle 430 ve 431 sayılı yasaları  1924 anayasası ile birlikte değerlendirmek doğru olur. 1924 Anayasası cumhuriyet   devriminin kurumlarını  daha  belirginleştirdi. Tartışılmaz  hale getirdi.  

ABDÜLMECİD EFENDİ’NİN  ÖLÜMÜNDEN 10 YIL SONRA  DEFNEDİLMESİ  

Abdülmecid Efendi 1939 yılında Nice’den ayrıldı.  Paris'e yerleşti.  sağlık sorunları nedeniyle.  Bu  tebdili  mekan Paris  Müslüman cemaati    nezdinde halifelik  günlerini  hatırlatan  sahnelere  imkan sağladı. Her Cuma Büyük Paris Camii’ne  gidiyor, “Halife-i  Müslimin”  muamelesi ile karşılanmaktan hoşlanıyordu.  II. Dünya Savaşında Paris Hitler Almanyası tarafından işgal altına alınmıştı.  Abdülmecid ve ailesi  Türk vatandaşlığından  çıkarılmış, sabık  hanedan olarak bu  şehirde yaşamlarına devam ediyorlardı. 1932'de kızı Dürrüşehvar Haydarabad'a gelin gitmişti.  Oğlu  Ömer Faruk Efendi  de  eşi Sabiha Sultan ve kızlarıyla  birlikte Mısırdaydı. 

Bu arada müttefiklerin Büyük Taarruzu Normandiya'dan başladı. 4 Haziran 1944   tarihinde. Savaş,  müttefikler-direniş Cephesi ve  Alman kuvvetleri arasında bütün Kuzeybatı Fransa   topraklarında  uzun süre devam etti. Kanlı  vuruşmalar  Paris  sokaklarına ulaştığında Abdülmecid Efendi hayata veda etti: 23 Ağustos 1944. 

Vasiyeti doğduğu topraklarda defnedilmekti. Ama buna imkan yoktu. Vahdettin büyük  zorluklarla Şam Emeviye Camii hazinesinde defnedilmişti. (1926) Abdülmecid Efendi  şöyle  diyordu: “Beni asla onun yanına götürmeyin. Beyrut veya Kahire   bile  olur. Hanedanın  başına gelenlerin onun  basiretsizliği  yüzünden  olduğunu  düşünüyordu. 

Sonuçta hak vaki  olmuştu. İslam inancı gereği hemen toprağa verilmesi gerekiyordu.Son halife  Paris Müslüman mezarlığına defnedilebilirdi. Defnedilmeliydi de.   

Şaşırtıcı bir şekilde son İslam halifesi tahnit edilerek Paris Camii bodrumunda muhafaza altına alındı.  bu tahnit edilme kararı    herhalde Dürrüşehvar’dan gelen talep üzerine  olmalı.  

Kızı artık Haydarabat Prensesi olarak 10 yıl boyunca babasının cenazesini Türkiye'ye getirebilmek  için epey uğraştı. 

Cumhurbaşkanı İnönü  ve  Mevhibe  Hanım'la görüştü. İş dönüp dolaşıp Türkiye Büyük Millet Meclisi kararına kalıyordu.  Bu arada 1946-1950 arasında kimsenin Osmanoğulları hanedanının  hukukunu savunmak gibi bir derdi de  yoktu.  Herkes tabii  haklısınız, vatan  toprağında yatması  lazım  deyip talebi olumlu  karşılıyor  ama daha fazla  bir şey   yapmıyordu. 

İktidar partisi CHP ile birlikte Demokrat Parti   de talebi olumlu karşılıyordu. Ama Türkiye Büyük Millet Meclisi  hummalı iç siyaset ortamında  konuya ilgi göstermiyordu. 

Sonuçta seçimler yapıldı. İktidar el değiştirdi.  1952'de çıkarılan bir kanunla “Hanedan kızlarının kadınlarının ve sultanzadelerin kısıtlı koşullarla”  yurttaşlığa kabul edilmelerinin yolu açıldı.  Fakat yasa Abdülmecid’in Türkiye’de  defnini  sağlayacak bir hüküm içermiyordu.

Nihayet büyük bir ihtimalle  Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın   dahliyle (bu benim düşüncem)  Suudi Arabistan Hükümetinin  onayı alınarak Medine'de İslam tarihinin en önemli Mezarlığı olan Cennet-ül Baki’ye götürüldü. 

Abdülmecid Efendi,  30 Mart  1954 tarihinde her zaman  hizmetinde bulunmuş olan (özel  sekreteri)  Salih Keramet Nigar’ın   nezaret ettiği bir törenle bu  mezarlığına defnedildi.  

 Bu  Mescid-i Nebevi'nin  yanında olmak demekti.  Yani Abdülmecid Efendi 10 yıl bekledikten sonra Hz Peygamberin komşusu olmuştu. Ancak Vahhabi inançları (ilkeleri gereği)  uyarınca kabrinin  üzerinde kimliğini belirtecek bir işaret bulunmaması  gerekiyordu.  Gereği  neyse  yapıldı. Bu arada Gazeteci Murat Bardakçı, son halifenin mezarının nerede olduğuna dair krokinin kendisinde olduğunu yazmış.  Hatırlatmak isterim. (Habertürk, 2005)  

DEMOKRAT PARTİ  İKTİDARI VE SON HALİFENİN CENNET-ÜL BAKİ MEZARLIĞINA  DEFNİ   

İkinci  Dünya Savaşı’nın  hemen ertesinde  Soğuk savaş başladı. Yakın  siyasi tarihimizin önemli olayları Kore Savaşı ve Kuzey Atlantik ittifakına kabul edilmemiz   oldu.  Sovyet sisteminin  karşısında  yer alan  ülkeler ABD’nin arkasında   mevzilendiler. 

Arap Yarımadası'ndaki krallıklar ABD sistemine bağlandılar.  1952'den sonra Mısır, Suriye ve Irak  Baas  yönetimleri altında (milliyetçi Arap sosyalizmi)  Sovyet cephesine geçtiler.

Arap monarkları Demokrat Parti ile aynı cephede   yer aldılar.  Bu  yeni   siyasi  pozisyon almanın  somut sonuçlarından biri Mithat Paşa'nın cenazesinin Taif'ten getirilmesi olmuştu. 

 Mithat Paşa Demokrat Parti  çizgisi  açısından Hürriyet mücadelesinin bir sembolü olarak görülür. Benim kişisel kanaatim Mithat Paşa  Yıldız Monarşisinin  bir tertibi ile ortadan kaldırılmıştı. 1951’te büyük bir törenle Türkiye’ye getirildi.  Hürriyet Tepesine defnedildi.  Demokrat Partililer Mithat Paşa'nın getirilmesini Türk siyasi tarihinin en önemli  olaylarından  biri olarak kutsallaştırdılar. 

Demokrat Parti   iktidarının  Paris'te tahnit edilmiş olarak bekletilen son halifenin   bedeni için böyle bir  müsaadenin  alınmasında  katkısı olmalıdır. Son halifenin Cennet-ül Baki mezarlığına defnedilmesini  bu uluslararası konjonktür içerisinde değerlendirmek  doğru olur  kanısındayım. 

DOSTLARI  KİMLERDİ?

Halil  Ethem Bey, Rıza Tevfik, Abdülhak Hamid Tarhan, Şeker Ahmet Paşa, Fausto Zonaro, Pierre Loti, Piyanist Furlani, Piyanist Hesyei, Ahmet Rasim, Namık İsmail, Hüseyin Avni Lifij, Claude Farrere. 

RESSAMLIĞI 

Abdülmecid Efendi,  Osman Hamdi Bey,  Şeker Ahmet Paşa, Fausto Zonaro  gibi devrinin  en önemli sanatçılarından   resim dersleri aldı. Portre ve peyzaj  resimleri   yaptı. Kzının, oğlunun,   sevdiği   müzisyenlerin portre resimlerini  yaptı. Örneğin:  Johannes Brahms, Chopin, Mozart gibi.  Kendisi de viyolonsel çalıyordu. 

Abdülmecid Efendi’nin   eserlerinin sergilendiği    yerler  şunlar:  Dolmabahçe Sarayı,  Mimar Sinan  Üniversitesi Resim Heykel Müzesi,  Aşiyan  Müzesi, Topkapı Sarayı, Ankara Resim Heykel Müzesi.

Eserlerinin  cumhuriyet döneminde  sergilenmesi  şöyle oldu.  İlk  kez  1986’da  Şişli Beymen Mağazasında sergilendi. Bunu 1993, 1998 ve 2004’te diğer sergiler izledi.  Abdülmecid Efendi  Köşkü  Yapı Kredi’nin mülkiyetinde iken  35 yağlı boya tablosu bu köşkte sergilenmiştir. 

KÜTÜPHANESİ 

Abdülmecid Efendi’nin veliaht olmadan önce kütüphanesi  Feriye Sarayında  idi. Saray günümüzde Kabataş Lisesi’dir.    Şehzadelerden biri  olduğu  için.

Veliaht ilan edilince kitaplarını Dolmabahçe sarayı  Veliaht dairesine taşıdı.  Hilafet makamına   seçilince, Kütüphane Dolmabahçe Sarayında Hünkar Dairesine  nakledildi. Atatürk İstanbul’a geldiğinde çalışmalarında   bu kütüphaneden  ve İstanbul  Üniversitesi  kütüphanesinden yararlanmıştır.   Kütüphane yeni kitaplar  temin edilerek   zenginleştirmiştir. Kitaplıkta yaklaşık 14.000  kitap  kayıtlıdır.

ABDÜLMECİD  EFENDİ KÖŞKÜ 

Abdülmecid Köşkü’nün  mülkiyeti   günümüzde Koç  Grubuna aittir. Köşk, Bağlarbaşı Korusu içinde  Kuşbakışı Caddesindedir. Çeşitli sergiler ve seçkin toplantıların yapıldığı bir mekan  olarak kullanılmaktadır.  Köşk geçtiğimiz yüzyılın başında  Alexandre   Vallaury  tarafından Mısır Hidiv  hanedanı için yapılmıştı.  Sonradan sanırım  Sultan Hamid devrinde   satın alınarak  Şehzade Abdülmecid  Efendi’nin mülkiyetine geçmiş. 

Bilindiği gibi  Cumhuriyet devrinde Hanedan  mensuplarının malları (emval ve emlaki)   tasfiye edildi.  Kanun  hükümleri  uyarınca. Köşkün  mülkiyeti birkaç kez el değiştirdi. İlk sahiplerinden   biri Yapı Kredi  Bankası’dır. En son Koç Grubunun mülkiyetine geçmiştir.  Köşk yakın zamanlara kadar benim için duvarlar arkasında gizemli bir yerdi. Vahdettin  Köşkü gibi.  ikisinin de üzerindeki esrar perdesi kalktı.  Farklı biçimlerde olsa da.  Köşk,  Abdülmecid Efendi’nin meşrutiyet ve mütareke dönemlerinde keyifli toplantılar  tertip edildiği bir  mekan olmuştu. Abdülmecid dönemin en seçkin yazar müzisyen ve ressamlarını zaman zaman burada toplar, uzun resepsiyonlar verirdi. 

Cumhuriyet  devriminden sonra Köşk  uzun  süre esrarlı  bir metrukiyet  devri  yaşadı. Şimdi Türk burjuvazisinin mülkiyetinde ve  güzel etkinlikler   yapılıyor.

GÜNÜMÜZ GERÇEKLERİ  KARŞISINDA  HİLAFETİN ANLAMI 

Biz Türkler Halifeliği sonsuza kadar  bizim elimizde  kalması gereken bir kurum imiş gibi hayaller  kuruyoruz. Önemli  bir hatırlatma: Bundan beş yıl önce Büyük Atatürk’ün imzası ile  Dünya  uygarlık  mirasının  önemli  bir parçası olarak  tescil edilen Ayasofya   karşı devrim gösterilerine sahne oldu. Hem de pandeminin ortasında.  İktidar TBMM  Ordusunun  işgalden kurtardığı  İstanbul’u-adeta-yeniden  fethetti.  

İktidar  uleması  cumhuriyetimizin kurucusuna  lanet okurken bir taraftan da  bir kılıç gösterisi  ile hilafetin yeniden  doğuşunu  müjdeliyordu. 

Oysa ki sadece Arap dünyasına  bir göz atmak,  iktidarın arkasındaki  kitlelerin bir hayal  denizinde yüzdüğünü  göstermektedir.  

Bir kere, hilafet,   teokratik  monarşik bir hükümet etme biçimidir. Hilafetin olduğu  yerde  hürriyet, demokrasi  cumhuriyet idaresi olmaz. Olamaz.  Bin yıllık  islam tarihinde Emevilerden bu yana  hilafet kurumu  bütün  siyasi pratikleri ile  bir Ortaçağ kurumudur. 

Yavuz Selim’in Mısır  seferinden sonra Osmanlı hanedanının elinde kalması da kurumun  nitelik ve işlevini  kanıtlar  niteliktedir. 

Arap dünyası  açısından biz Türkler  ikinci sınıf   Müslümanız. Mevaliyiz.   Onlara  göre halife Kureyş  kabilesinden olmalıdır.  Türkler,  halifeliği  yüzlerce yıl gasp etmiştir. 1917 Şerif Hüseyin başkaldırısında ifade edildiği üzere “gasıp Türkün malı, canı , kanı  helaldir” Bu nedenle Günümüz Arap   dünyasındaki   bütün  monarklar kendi ülkelerinin   halifesidir. 

Bugünkü dünya  koşullarında   hilafet, Batı  medeniyeti karşısında yenilmiş, ezilmiş, geri  kalmış, emperyalizm  tarafından  sömürülmüş  Müslüman toplumların  komplekslerini giderme  hayalinden (tarihi bir mitostan) ibarettir. 

Araplar  açısından Türklerin    hilafet iddialarının  somut karşılığını   İstanbul’daki Suudi Arabistan  Konsolosluğunda işlenen Kaşıkçı cinayetinin  safahatında görmek  mümkündür. Malum  cinayet  bir süre sonra örtbas edildi. Dosya  cinayetin  örgütleyicisi olarak  suçlanan Veliaht Prens  Muhammed  bin Selman’a gönderildi.  Selman’ın  “malum  resimdeki”  müstehzi yüz ifadesi Türkiye’nin  tutucu  güçlerinin  hilafet    düşlerinin hiçbir anlamı olmadığını kanıtlar niteliktedir.