GÜNÜMÜZDE BAZI ÇEVRELERDE HİLAFET ALGISI
Geçen hafta öfkeli bir dille “hilafetin kaldırılmasının Teşkilat-ı Esasiye Kanununa aykırı olduğunu, hilafetin hukuken yerinde durduğunu beyan eden bir yazı dikkatimi çekti. Yazı, Hilafetin lağvını Kemalist diktatörlüğün İslam alemine bir ihaneti olarak yorumluyordu.
Aradan bu kadar zaman geçmesine, üç anayasa değişikliğine rağmen bu yazıya göre hilafet yaşamaya devam ediyordu. Sadece halife yoktu.
2002 sonrası bu teokratik monarşist dilin daha yüksek sesle telaffuz ediliyor olması,hatta bu tür söylemlerin taraftar bulduğu bir siyasi ortam içinde yaşıyor olmamız ne tuhaf değil mi?
HANEDANIN İÇ ÇELİŞKİLERİ
Meşrutiyetin üç padişahı da Sultan Abdülmecid'in oğludur: II. Abdülhamid, V. Mehmet, Vahdettin. Kanun-ı Esasi'den bağımsız düşünüldüğünde bile Sultan I. Ahmet Kanunnamesi uyarınca (ekber ve erşed evlat ilkesi) tahta çıkış sırası aşağı yukarı böyle olacaktı. 1876 Anayasası Osmanlı teamülünü anayasa hükmü haline getirmişti. Sultan II Abdülhamid ve Mehmet Reşat'tan sonra tahta Yusuf İzzettin Efendi'nin geçmesi bekleniyordu. Onun İntiharı sırayı bozdu. Vahdettin veliaht ilan edildi. 1918 yazında Sultan Reşat’ın vefatı üzerine İttihatçılar Vahdettin Efendi’yi tahta çıkardılar. Abdülaziz soyundan olan Şehzade Abdülmecid Efendi de veliaht ilan edildi.
Bütün bu değişiklikler imparatorluğun dağılma noktasına geldiği bir döneme tekabül etmişti. Bu önemli hususu akıldan çıkarmayalım.
Bunun yanısıra, Mütareke döneminin önemli ama az vurgulanan bir boyutu da Veliaht Abdülmecid Efendi ile Vahdettin arasındaki çelişkilerdir
Öncelikle şunu belirtelim ki hiçbir padişahın saltanatı tartışmasız değildir. Anayasal monarşi döneminde bile. Sultan Aziz, V. Murat, II. Abdülhamid halledilmiş ve tahttan indirilmiştir. Mütarekenin çalkantılı siyasi ortamında Veliaht Abdülmecid Efendi’nin böyle bir beklenti içerisinde olması muhtemeldi. Buna dair güçlü belirtiler/karineler vardı.
Bir kere Sultan Vahdettin'in eğitimi son derece zayıftı. Entelektüel vizyonu/siyasi kapasitesi neredeyse hiç nispetindeydi. İttihatçıların iktidar mevkiini terk etmelerinden sonra kendini daha güçlü hissetmeye başladı. İngilizci bir politika ile barışa geçebileceğini umuyordu. Paris Paris Barış Konferansı sürecini eniştesi Damat Ferit Paşa hükümetleriyle yönetmeye çalıştı. Anadolu'dan yükselen milli bağımsızlık hareketini isyan olarak değerlendirilmesi kendi kaçınılmaz sonunu hazırladı. Attığı Her yanlış adım altındaki siyasi zeminin daha da kaymasına yol açtı.
Abdülmecid Efendi ile ilgili olarak ise şunlar söylenebilir. Göreli olarak daha iyi bir eğitim almıştı. Siyasi gelişmeleri yakından izliyor Batı’da yayınlanan siyasi dergileri takip ediyordu. Her haliyle batılı bir Veliaht-Prens gibi davranıyordu.
Şehzadeliğinden beri geliştirdiği bir kütüphanesi vardı. Halife olunca kütüphanesini Dolmabahçe Sarayı’na taşıdı. Yabancı dillere de hakimdi. Ressamdı ve beste yapabilecek kadar Batı müziğinden anlıyordu.
Mütarekeden sonra Vahdettin'in toplamak zorunda kaldığı (1919-1920) Saltanat Şuralarına katılmıştı. Onun sadarette Damat Ferit seçeneğinde ısrarlı olmasını doğru bulmuyordu .
Meclisin toplanmasından sonra Harbiye Nazırı Fevzi Paşa'nın Anadolu İhtilali’ne transferi Milli kurtuluş hareketine meşruiyet kazandırması açısından önemli bir gelişmeydi.
Fakat TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa'nın başta Hamdullah Suphi olmak üzere bazı milletvekillerinin teşvikiyle veliahtı Anadolu’ya geçmeye davet etmesi daha önemlidir.
Bu olay TBMM’nin toplanmasından kısa bir süre sonra olmuştu.
Veliahtın Anadolu'ya geçme ihtimali karşısında işgal yönetimi Abdülmecid’i uzun süreyle gözetim altında tuttu. Vahdettin Veliahta uygulanan bu rejimi destekledi. Görüldüğü üzere, müttefikler Veliahtı yükselen milliciliğin İstanbul’daki destekçisi olarak algılıyorlardı.
Oysa ki Abdülmecid’in başka planları vardı. Öyle sanıyorum ki Anadolu'nun teklifini Vahdettin’in halli kendisinin halife-sultan ilan edilmesi koşuluna bağlıyordu. Yani Anadolu’nun kendisini II. Abdülmecid olarak tahta çıkaracağının beklentisi içindeydi. Veliaht, hal ve biatı önemsiyordu. İleri sürdüğü argüman tarihi gerçeklere ve islam hukukuna uygundu.
Abdülmecid Efendi şunu demek istiyordu “Vahdettin’i halledin ben de Anadolu'ya geçeyim.” Yapmak istediği şey aslında Osmanlı tarihinde birçok örneği görülen tahtta değişiklikti.
Milli Kurtuluş hareketinin başında böyle bir gelişme neleri değiştirirdi tam olarak kestiremeyiz. Sonuçta müttefik yönetiminin İstanbul'daki gücünü sarsan bir adım olurdu. Ama bunu gerçekleştirebilecek bir operasyon başarılı olabilir miydi ? Onu tahmin etmek biraz zor.
Sonuçta durum ortada kaldı.
Bir tarafta “Millicileri destekler görünen” Veliaht Abdülmecid Efendi, öte yanda müttefiklerin himayesinde Sultan Vahdettin bölünmesi Milli kurtuluş savaşının sonuna kadar devam etti.
ŞEHZADE ÖMER FARUK EFENDİ’NİN ANADOLUYA GEÇME TEŞEBBÜSÜ
Ömer Faruk Efendi Abdülmecid’in 1898 doğumlu oğludur. Mustafa Kemal Paşa ile tanışıklığı vardı. 1917 sonbaharında Vahdettin'in Sultan Reşat adına Kayzer Wilhelm’e yaptığı iadeyi ziyarette veliahta birlikte refakat etmişlerdi. Ziyarette Alman karargahına gidilmişti.
Bu uzun seyahatte “fahri yaveri hazreti şehriyari” mirliva Mustafa Kemal Paşa'nın Vahdettin’den kızı Sabiha'yı istediği spekülasyonu malumdur. Bence bu bir yakıştırmaydı. Enver Paşa Naciye Sultan evliliği bir örnek olmuştu. Başarılı genç Osmanlı paşalarının hanedandan evlenmeleri destekleniyordu.
Ama sonuçta, Sabiha Sultan kuzeni Ömer Faruk Efendi ile evlendi. Yerleşik Osmanlı teamüllerine aykırı bir şekilde. Hanedan iç evliliğe yüzyıllarca onay vermemişti. Aslına bakılırsa, kuzenler arasındaki bu evlilik Osmanlı teamüllerine aykırıydı. Buna rağmen evlilik gerçekleşti. Hatta Abdülmecid Efendi, Vahidettin’e kız istemeye gitti. Neticede dünür oldular. Ömer Faruk-Sabiha çiftinin büyük kızları Neslişah 1921’de doğdu
Ömer Faruk Efendi kızı Neslişah’ın doğumuna yakın İnebolu üzerinden Anadolu'ya geçmek istedi. Babası bir yıl önce Anadolu'ya geçme önerisini-sonuç itibariyle-kabul etmemişti. Bu kez TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa oğlunu “Anadolu'da tefrikaya yol açmamak” gerekçesiyle kabul etmedi. Şehzade nazik bir şekilde İstanbul’a iade edildi.
Bu olayla ilgili olarak, şöyle de düşünülebilir: Veliaht Anadolu hareketine katılmamıştı. Ama oğlunu göndererek muhtemel bir zaferde pay sahibi olmak istiyor olabilirdi. Ömer Faruk Efendi karizmatik bir şehzade idi. Uzun boylu yakışıklı, Avrupai görünümlü, iyi eğitim almış bir hanedan mensubu idi. Mekteb-i Sultani’de Tevfik Fikret'in öğrencisi olmuştu. Fikret bu sırada Galatasaray’ın müdürü idi. Babası Abdülmecid Efendi’nin yakını idi. Aşiyan Müzesinde ona hediye ettiği tabloları hatırlayalım.
Viyana'da ve Almanya'da askeri okullarda öğrenim görmüştü. Dünya Savaşında Almanya müttefikimiz olduğu için, Prusya ordusu saflarında savaşa katıldı. Verdün muharebelerinde bulundu. Kayzer’in Süvari alayına kabul edilmiş, karizmatik bir Osmanlı şehzadesiydi. Ömer Faruk Efendi, Anadolu'ya geçme girişiminden üç yıl sonra bütün hanedan mensuplarıyla birlikte sınırdışı edildi.
SALTANATIN KALDIRILMASINDAN HİLAFETİN İLGASINA KADAR TÜRKİYE’NİN SİYASİ REJİMİ
TBMM 307 ve 308 sayılı kararlarıyla saltanatı kaldırmış, yeni bir Türk devletinin doğduğunu ilan etmişti. Meclisin bu kararları gerçekte hilafeti de kaldırması anlamına geliyordu. Ancak hilafet saltanattan bağımsız tarihi bir emanet olarak olarak tanımlandı. TBMM saltanatı kaldırdığına göre, Osmanlı hanedanından birini halife seçerek aslında neyi seçmiş oluyordu?
Teşkilatı Esasiye Kanununa göre, bütün devlet erklerini uhdesine alan TBMM ve onun başkanı var iken halife seçmek anlamsızdı. Anlamlı olan bu karar verilirken , bir milletvekilinin sorduğu “Şimdi Reis-i Devlet Mustafa Kemal Paşa mı yoksa Abdülmecid Efendi mi oluyor?” sorusuydu. Ve bu soruyu sormakta son derece haklıydı.
Türkiye Devletinin “devlet başkanı” ya TBMM Başkanı ya da seçilen halife olabilirdi. TBMM Başkanı Devlet başkanlığı yetkileri kullandığına göre hilafette/halifede olamazdı.
BİAT TÖRENİNİN BİR ANLAMI OLABİLİR Mİ?
İstanbul'da Ankara Hükümetinin temsilcisi sıfatıyla bulunan Refet Paşa,TBMM kararlarını yeni seçilmiş halifeye tebliğ ile görevlendirildi.
Eski Veliaht Abdülmecid Efendi, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından halife seçilmiş, kendisine Dolmabahçe Sarayı hilafet makamı olarak tahsis edilmişti. Hanedan bürokrasisini taklit eder bir şekilde kadro ve bütçe tahsisi yapılmıştı.
Bu arada, barış müzakerelerinin devam ettiğini ve İstanbul'un müttefik işgali altında olduğunu unutmayalım.
İstanbul hükümeti feshedildiğinden Ankara hükümetine bağlı bir İstanbul İdaresi vardı. İstanbul Ankara’ya bağlı bir vilayet olarak yönetiliyordu. Ankara’nın İstanbul’da bir olağanüstü temsilcisi (Refet Paşa ve Adnan Adıvar bu görevde bulundular) ve valisi vardı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, halife nezdine, “hilafetin gayri siyasi bir makam olduğunu hatırlatan bir belge ile Kırşehir milletvekili Müfit Efendi başkanlığında bir heyet gönderdi.
24 Kasım 1922’de Topkapı Sarayında, Osmanlı tahta çıkış törenlerini taklit eden bir dizi ritüel yerine getirildi. Mukaddes emanetler odası, hırka-yı şerif, Sancak-ı Şerif ziyaret edildikten sonra Bağdat Köşkünde TBMM heyeti kendisine seçim sonucun bildiren mazbatayı takdim etti. Abdülmecid’in hilafeti 101 pare top atışı ile kutlandı.
Bu da siyaseten tuhaf bir durumdu. Oysa gerçek şuydu: Saltanat kaldırıldığına göre hilafet de kaldırılmıştı. Bu seremonide sadece eski rejimin zahiri görüntüsü vardı.
İSMAİL ŞÜKRÜ ÇELİKALAY’IN RİSALESİ VE SONUÇLARI
İktidarsız, hükümetsiz , siyasetsiz hilafet makamı olamayacağını düşünen ilmiyeli mebuslardan İsmail Şükrü Çelikalay (Afyon) “Hilafeti İslamiye ve Büyük Millet Meclisi “ başlıklı bir risale yayınladı. 15 Ocak 1923. Risale’de Hilafetin olduğu yerde devlet başkanının Halife olması gerektiği savunuluyordu. Hoca Şükrü Efendi risaleyi “Halife Meclisin, Meclis halifenindir” diye bitiriyordu. Bu aslında TBMM Başkanlığını, Halifelik otoritesinin altına koymak, ona bağımlı kılmak demekti.
Bu gelişmeler üzerine Birinci Meclis, seçimlerin yenilenmesi kararından hemen önce, 15 Nisan 1923’te “Saltanata dair propagandanın menine dair 334 sayılı yasayı” çıkardı. Seçimlere bu ortamda gidildi.
ABDÜLMECİD EFENDİ’NİN HALİFELİĞİ
İstanbul'da TBMM tarafından seçilmiş bir halifenin ne işlevi olabilirdi? Mustafa Kemal Paşa muhaliflerinin etrafında toplanabileceği bir odak yaratma işlevi olabilirdi bu.
Abdülmecid Efendi halife görüntüsü altında padişahlık rolü oynamaktan hoşnuttu. Selatin camilerinde cuma selamlığına çıkıyor, kendisine sunulan dilekçeleri kabul ediyordu. Örtülü siyasi rolü ise ileride Terakkiperver Partiyi kuracak kadroların gittikçe sıklaşan ziyaretleriydi. Bunların çoğu İstanbul milletvekiliydi.
Hilafet ve Osmanoğulları hanedanının sonunu Lozan Barışı’nın İkinci Meclis tarafından tasdiki ve cumhuriyetin ilanı olmuştur. Türkiye'nin siyasal rejimindeki anormallik daha da belirgin hale gelmişti. 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ve halife vardı. 1923’ten sonra ise cumhuriyetle birlikte halife. 29 Ekim 1923 tarihi itibariyle, Türkiye Ankara'da reisi cumhuru İstanbul'da halifesi olan bir Cumhuriyet olmuştu. Halife Abdülmecid Efendi, Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal Paşayı tebrik eden bir mesaj gönderdi.
Bu arada halifenin abartılı unvanlarla bazı açıklamalarda bulunması Dolmabahçe Sarayı'nda ve Abdülmecid Köşkü'nde sanat, edebiyat ve siyaset çevrelerinin de katıldığı toplantılar tertip etmesi Ankara'da “saltanat gösterisi” olarak algılanıyordu
Hint Hilafet Komitesi’nin Başbakan İsmet Paşa'ya hilafetin akıbeti ile ilgili endişelerini dile getiren mektuplar göndermesi ve bu mektupların kendisine ulaşmadan İstanbul basınında yer alması Cumhuriyet devrimcilerinin İstanbul'a bir İstiklal Mahkemesi göndermesine yol açtı. Verilen cezalar ağır değildi. Ama göz dağı verici nitelikteydi.
HANEDANIN SÜRGÜNE GÖNDERİLİŞİ
4 Mart 1924 günü sabaha karşı İstanbul Valisi ve belediye başkanı Ali Haydar Uluğ Bey Dolmabahçe Sarayı’na gitti. Halife’nin makamına. Görevi 431 sayılı yasanın gereğinin hemen yerine getirileceğini Abdülmecid Efendi’ye tebliğ etmekti. TBMM kararı, radikalliği kadar uygulamada da tereddütsüz ve devrimciydi. Kararın radikal bir şekilde uygulanması halifenin ailesi ile birlikte-hemen- derdest edilip Orient Ekspresi ile yurt dışına çıkarılması biçiminde oldu.
Sanırım o günlerde Asar-ı Atika Müzesi müdürü Halil Ethem Bey’in (Eldem) portresi üzerinde çalışmaktaydı. Kararı tebellüğ eden halife tabloya “natamam“ ibaresini düşüp imzaladı. Halife ve ailesi birkaç araba ile Çatalca'ya kadar götürülerek Simplon Express'e buradan bindirildiler. Sürgüne giderken ellerine 2000 sterlin verilmişti. Abdülmecid Efendi için yirmi yıl sürecek olan sürgün hayatı böyle başladı.
Devrik halife sürgün yıllarının başında Vahdettin gibi davrandı. Meclis kararını tanımama dünya müslümanlarını “Halife-yi Müslimin” sıfatıyla etrafında toplamaya çalışma gibi bir tutumu oldu. Zaman içerisinde özellikle Arapların Hilafet iddialarını hiç umursamadıklarını görünce yavaş yavaş umudunu kesti. Kendi dünyasına döndü.
Abdülmecid Efendi, Vahdettin ve Damat Ferit Paşa sürgün hayatlarında birbirine yakın yerlerde yaşadılar. Fransız ve İtalyan Rivierası: Nice ve San Remo.
Vahdettin hanedanın akıbetinden eniştesi Damat Ferit Paşa ve kız kardeşi Mediha Sultanı sorumlu görüyor. Onları suçluyordu. Beş kez sadarete getirdiği Damat Ferit'i ahmaklıkla suçluyordu. Abdülmecid ise Osmanoğulları'nın başına gelen felaketin sorumlusu olarak Vahdettin’i görüyordu.
Damat Ferit, Vahdettin ve Mediha Sultan geçim sıkıntıları içinde peş peşe hayata veda ettiler. Abdülmecid ise kızı Dürrüşehvar ve torunlarının yaptığı evlilikler sayesinde sıkıntılı bir hayat yaşamadı. Vahdettin 1926’da öldü. Meşakkatli uğraşlar sonunda Şam'da Emeviye Camii hazinesinde defnedilebildi.
Bu durum Abdülmecid Efendi'nin rolünü değiştirdi. Bunlardan biri, mahlu halife olarak yaşadığı yerdeki (Fransa) Müslümanların önderi rolünü oynamak. Öteki de Osmanoğulları hanedanının reisi sıfatıyla aileyi yönetmek.
Sanırım sürgün hayatının başında birkaç yıl “Hanedanı Ali Osman'ı ihya” edebileceğini düşündü. Bunun hayallerini kurdu.
Hanedanın en önemli meselesi geçim sıkıntısı idi. Buna çözüm bulabilmek için Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları dışında kalan hanedan mallarının (emlak ve emval) peşine düştüler. Özellikle Kerkük Petrollerinin. Sultan Hamid’in buralarda şahsi mülkleri vardı. Hanedan, Türkiye Cumhuriyeti memaliki dışındaki ülkelerdeki menfaatlerine ulaşabileceğini düşündü. Bu özel mülkleri miras yoluyla elde edebileceklerini düşündüler. Örgütlenmeye çalıştılar. Başarılı olamadılar, Birbirine düştüler. Hanedanın bu mücadelesine Abdülmecid önderlik etmek istedi. Bir süre sonra o da vazgeçti.
Bir süre sonra maddi kaynaklar tükendi. Sadece Hint Müslümanları halifeye yardım çağrısına olumlu yanıt verdiler.
Mustafa Kemal'in şahsına karşı olanlar ondan yararlanmak istediler. Tarihler 1927'yi gösterdiğinde durum artık netleşmişti. Terakkiperver Parti muhalefetine, Şeyh Said isyanına, İzmir suikasti girişimine rağmen Mustafa Kemal Paşa yolunda yürümeye devam ediyordu. Hanedan için eski rejim artık bir hayalden ibaretti.
Bu arada Haydarabat Nizamı (Haydarabad’ın Müslüman lordu- mihracesi anlamına geliyor) Kendisine bir tahsisat bağlamıştı. Bunun dışında maddi bir imkanları olduğunu sanmam. Sonuçta 1914 doğumlu kızı Dürrüşehvar’ı Hardarabad Prensi ile evlendirildi. Bu halife ailesinin kurtuluşu oldu. 1932’den sonra geçim sıkıntısı çekmeksizin hayatını sonuna kadar yaşadı.
Bu arada Haydarabad Nizamı biri devrik halifenin kızı Dürrüşehvar olmak üzere oğullarını Osmanlı hanedanından kızlarla evlendirdi. Bu evlilikler yoluyla iki hanedan akraba oldular.
Abdülmecid Efendi’nin oğlu Şehzade Ömer Faruk Efendi de Mısır'a gitmişti. Kızları Neslişah, Hanzade ve Necla Kavalalı hanedanından evlilikler yaptılar. Bu da onların maddi açıdan kurtuluşu oldu. İkinci Dünya Savaşı devam ederken kızı Dürrüşehvar Haydarabat'ta, oğlu Ömer Faruk ailesiyle birlikte Kahire'deydi.
Ailenin Mısır’a giden Ömer Faruk Efendi kanadı, 1952'deki Hür Subaylar darbesi ile Krallık yönetimi sona erene kadar göreli rahat bir hayat imkanı buldu. Kavalalı hanedanı ile dünür oldukları için.
Şehzade Ömer Faruk Efendi 1969'a kadar Mısır'da yaşadı. Orada öldü. 1974 affından sonra cenazesi Türkiye'ye getirildi. Sessiz sedasız atası Sultan Mahmut türbesine defnedildi.
HANEDANIN SÜRGÜNE GÖNDERİLMESİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Hilafetin hiçbir işlevinin olmadığı Birinci Dünya Savaşı sırasında görüldü. Büyük zaferden sonra, Abdülmecid Efendi’nin TBMM kararı ile halife seçilmesi sadece Hint Müslümanlarını ilgilendirdi. Arap alemi tarafından dikkate alınmadı.
Vahdettin’in İngilizlere sığınması ve hallinden sonra kendisini Osmanlı tahtına layık gören veliaht Abdülmecid Efendi, “saltanatsız hilafet” kurumuna seçildi. Bunu kabul etti.
Milli hakimiyet, konvansiyon rejimi gereği TBMM’de tecelli ve temerküz ettiğinden 307 ve 308 sayılı TBMM kararları gerçekte hilafeti de lağv etmişti. Saltanat ve hilafeti ayırmak kamu hukuku açısından bir anlam taşımıyordu. Karar siyasi bir karardı.
Birinci Meclisin kompozisyonu saltanatı kaldırılmanın aslında hilafeti kaldırılmak olduğunu ilana müsait değildi.
Bir taraftan da zorlu barış müzakereleri süreci başlamıştı. Yeni Türkiye’nin tesciline kadar, İstanbul’da hanedan bakiyesi hilafet kadrosu varlığını sürdürdü. Dolmabahçe Sarayında oturan, kütüphanesinde çalışan, resim yapan, İstanbul’un elit insanlarıyla görüşen, tarihi bir emanet olarak muhafaza edilmesine rağmen, dikkatle izlenen bir figürdü Abdülmecid Efendi.
Cumhuriyet rejimine geçiş, Türkiye’nin tutucu güçlerini rahatsız etti. Kemalist devrimin 1931 kurultayına kadar devam edecek olan yükselen dalgasına karşı muhalifler halifenin etrafında siyasi bir güç odağı inşa etmeye çalıştılar. Bunlar içinde karşı devrimci güçler de vardı.
Sonunda 1 Kasım 1922 kararıyla birlikte ilan edilmesi gereken “hilafetin ilgası kararı” 3-4 Mart 1924’te 431 sayılı yasa ile alındı.
Osmanlı’nın zahiri görüntüsü hilafet “hükümet mana ve mefhumunda mündemiç olduğu (kesin olarak öyleydi zaten) ifade edilerek ilga edildi.
Hanedan mensuplarının tamamı vatardaşlıktan ıskat edildi. Yurtdışına çıkarıldılar. Hilafetin kaldırılması, saltanatın kaldırılması kararını tamamlayan bir karardır. Monarşinin ve hanedanın bütün kurumlarıyla birlikte tasfiye edilmesidir.
Evet şurası doğrudur. Hanedanın bütün üyelerinin yurtdışına çıkarılmasının dramatik yönleri vardır. Özellikle kadınlar açısından. Hayatları boyunca sarayda yaşamış, hanımsultanlar, kadınefendiler, ileri yaşta eski padişah eşleri, şehzadeler, yurtdışında büyük sıkıntılarla hayatlarını idame ettirdiler.
Ama Rus Devrimi, Fransız Devrimi, Çin Devrimi, İngiliz Devrimi, Mısır Devrimleri ile karşılaştırdığımızda hanedan açısından Türk devriminin sonucu sadece vatandaşlıktan memnu edilmek olmuştur. Kimse ne giyotine gönderildi. Ne de kurşuna dizildi.
431 SAYILI KANUNUN İÇERİĞİ
“Hilafetin ilgasına ve Hanedan-ı Osmani'nin Türkiye Cumhuriyeti memaliki haricine çıkarılmasına dair kanun” 3 Mart 1924 tarihlidir. Kanunun gerekçesi ve maddeleri incelendiğinde şöyle bir mantık yürütme görülmektedir.
“Hilafet hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan hilafet makamı mülgadır.” Bu ifadeyi şöyle anlamak mümkündür. Hilafet hükümet demektir. 1920'den itibaren Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti 1923'ten itibaren de Türkiye Cumhuriyeti hükümeti vardır. Öyleyse aynı hükümranlık alanında hilafet kurumu olamaz. Kanuna göre, “hanedanın bir cümle azası ve damatlar sultanzadeler vatandaşlık sıfatını kaybediyorlardı” bu kişiler gayrimenkullerine tasarruf edemiyorlar bir vekil aracılığıyla mallarını bir yıl içerisinde tasfiye etmeleri gerekiyordu.
Hanedan mensuplarının özel mülkleri ile ilgili böyle bir rejim uygulanırken padişahlık etmiş olanların malları tapuya kayıtlı olsun olmasın tamamı millete intikal ediyordu. Bu Saraylar ve içindeki her şeyin millete intikale etmesi demekti.
Bu kanunda en çok vurgulanması gereken yön milli egemenlik ilkesi gereği hilafetin ilgasıyla birlikte bütün hanedan mallarının tasfiyesidir. Bu kanunla eski rejimin bütün kalıntıları (siyasi, kamu ve özel hukuk anlamında) tasfiye edilmiş oldu.
1924 ANAYASASININ ANLAMI
1924 yılı bir dizi devrimci adımın atıldığı bir yıldır. İkinci Meclis, yasama yılının hemen başında önemli bir adım atmış, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu değiştirilmiş, cumhuriyet rejimine geçilmişti. Bu adım Kemalist devrim dalgasının yükselişinden rahatsız olan çevreleri halife etrafında daha da yakınlaştırdı.
Halk Fırkası Adliye Vekili Seyit Bey'in uzun konuşmasından sonra hilafeti tarihe intikal ettirmiş oldu. Arkasından 1924 anayasası geldi. Bu nedenle 430 ve 431 sayılı yasaları 1924 anayasası ile birlikte değerlendirmek doğru olur. 1924 Anayasası cumhuriyet devriminin kurumlarını daha belirginleştirdi. Tartışılmaz hale getirdi.
ABDÜLMECİD EFENDİ’NİN ÖLÜMÜNDEN 10 YIL SONRA DEFNEDİLMESİ
Abdülmecid Efendi 1939 yılında Nice’den ayrıldı. Paris'e yerleşti. sağlık sorunları nedeniyle. Bu tebdili mekan Paris Müslüman cemaati nezdinde halifelik günlerini hatırlatan sahnelere imkan sağladı. Her Cuma Büyük Paris Camii’ne gidiyor, “Halife-i Müslimin” muamelesi ile karşılanmaktan hoşlanıyordu. II. Dünya Savaşında Paris Hitler Almanyası tarafından işgal altına alınmıştı. Abdülmecid ve ailesi Türk vatandaşlığından çıkarılmış, sabık hanedan olarak bu şehirde yaşamlarına devam ediyorlardı. 1932'de kızı Dürrüşehvar Haydarabad'a gelin gitmişti. Oğlu Ömer Faruk Efendi de eşi Sabiha Sultan ve kızlarıyla birlikte Mısırdaydı.
Bu arada müttefiklerin Büyük Taarruzu Normandiya'dan başladı. 4 Haziran 1944 tarihinde. Savaş, müttefikler-direniş Cephesi ve Alman kuvvetleri arasında bütün Kuzeybatı Fransa topraklarında uzun süre devam etti. Kanlı vuruşmalar Paris sokaklarına ulaştığında Abdülmecid Efendi hayata veda etti: 23 Ağustos 1944.
Vasiyeti doğduğu topraklarda defnedilmekti. Ama buna imkan yoktu. Vahdettin büyük zorluklarla Şam Emeviye Camii hazinesinde defnedilmişti. (1926) Abdülmecid Efendi şöyle diyordu: “Beni asla onun yanına götürmeyin. Beyrut veya Kahire bile olur. Hanedanın başına gelenlerin onun basiretsizliği yüzünden olduğunu düşünüyordu.
Sonuçta hak vaki olmuştu. İslam inancı gereği hemen toprağa verilmesi gerekiyordu.Son halife Paris Müslüman mezarlığına defnedilebilirdi. Defnedilmeliydi de.
Şaşırtıcı bir şekilde son İslam halifesi tahnit edilerek Paris Camii bodrumunda muhafaza altına alındı. bu tahnit edilme kararı herhalde Dürrüşehvar’dan gelen talep üzerine olmalı.
Kızı artık Haydarabat Prensesi olarak 10 yıl boyunca babasının cenazesini Türkiye'ye getirebilmek için epey uğraştı.
Cumhurbaşkanı İnönü ve Mevhibe Hanım'la görüştü. İş dönüp dolaşıp Türkiye Büyük Millet Meclisi kararına kalıyordu. Bu arada 1946-1950 arasında kimsenin Osmanoğulları hanedanının hukukunu savunmak gibi bir derdi de yoktu. Herkes tabii haklısınız, vatan toprağında yatması lazım deyip talebi olumlu karşılıyor ama daha fazla bir şey yapmıyordu.
İktidar partisi CHP ile birlikte Demokrat Parti de talebi olumlu karşılıyordu. Ama Türkiye Büyük Millet Meclisi hummalı iç siyaset ortamında konuya ilgi göstermiyordu.
Sonuçta seçimler yapıldı. İktidar el değiştirdi. 1952'de çıkarılan bir kanunla “Hanedan kızlarının kadınlarının ve sultanzadelerin kısıtlı koşullarla” yurttaşlığa kabul edilmelerinin yolu açıldı. Fakat yasa Abdülmecid’in Türkiye’de defnini sağlayacak bir hüküm içermiyordu.
Nihayet büyük bir ihtimalle Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın dahliyle (bu benim düşüncem) Suudi Arabistan Hükümetinin onayı alınarak Medine'de İslam tarihinin en önemli Mezarlığı olan Cennet-ül Baki’ye götürüldü.
Abdülmecid Efendi, 30 Mart 1954 tarihinde her zaman hizmetinde bulunmuş olan (özel sekreteri) Salih Keramet Nigar’ın nezaret ettiği bir törenle bu mezarlığına defnedildi.
Bu Mescid-i Nebevi'nin yanında olmak demekti. Yani Abdülmecid Efendi 10 yıl bekledikten sonra Hz Peygamberin komşusu olmuştu. Ancak Vahhabi inançları (ilkeleri gereği) uyarınca kabrinin üzerinde kimliğini belirtecek bir işaret bulunmaması gerekiyordu. Gereği neyse yapıldı. Bu arada Gazeteci Murat Bardakçı, son halifenin mezarının nerede olduğuna dair krokinin kendisinde olduğunu yazmış. Hatırlatmak isterim. (Habertürk, 2005)
DEMOKRAT PARTİ İKTİDARI VE SON HALİFENİN CENNET-ÜL BAKİ MEZARLIĞINA DEFNİ
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde Soğuk savaş başladı. Yakın siyasi tarihimizin önemli olayları Kore Savaşı ve Kuzey Atlantik ittifakına kabul edilmemiz oldu. Sovyet sisteminin karşısında yer alan ülkeler ABD’nin arkasında mevzilendiler.
Arap Yarımadası'ndaki krallıklar ABD sistemine bağlandılar. 1952'den sonra Mısır, Suriye ve Irak Baas yönetimleri altında (milliyetçi Arap sosyalizmi) Sovyet cephesine geçtiler.
Arap monarkları Demokrat Parti ile aynı cephede yer aldılar. Bu yeni siyasi pozisyon almanın somut sonuçlarından biri Mithat Paşa'nın cenazesinin Taif'ten getirilmesi olmuştu.
Mithat Paşa Demokrat Parti çizgisi açısından Hürriyet mücadelesinin bir sembolü olarak görülür. Benim kişisel kanaatim Mithat Paşa Yıldız Monarşisinin bir tertibi ile ortadan kaldırılmıştı. 1951’te büyük bir törenle Türkiye’ye getirildi. Hürriyet Tepesine defnedildi. Demokrat Partililer Mithat Paşa'nın getirilmesini Türk siyasi tarihinin en önemli olaylarından biri olarak kutsallaştırdılar.
Demokrat Parti iktidarının Paris'te tahnit edilmiş olarak bekletilen son halifenin bedeni için böyle bir müsaadenin alınmasında katkısı olmalıdır. Son halifenin Cennet-ül Baki mezarlığına defnedilmesini bu uluslararası konjonktür içerisinde değerlendirmek doğru olur kanısındayım.
DOSTLARI KİMLERDİ?
Halil Ethem Bey, Rıza Tevfik, Abdülhak Hamid Tarhan, Şeker Ahmet Paşa, Fausto Zonaro, Pierre Loti, Piyanist Furlani, Piyanist Hesyei, Ahmet Rasim, Namık İsmail, Hüseyin Avni Lifij, Claude Farrere.
RESSAMLIĞI
Abdülmecid Efendi, Osman Hamdi Bey, Şeker Ahmet Paşa, Fausto Zonaro gibi devrinin en önemli sanatçılarından resim dersleri aldı. Portre ve peyzaj resimleri yaptı. Kzının, oğlunun, sevdiği müzisyenlerin portre resimlerini yaptı. Örneğin: Johannes Brahms, Chopin, Mozart gibi. Kendisi de viyolonsel çalıyordu.
Abdülmecid Efendi’nin eserlerinin sergilendiği yerler şunlar: Dolmabahçe Sarayı, Mimar Sinan Üniversitesi Resim Heykel Müzesi, Aşiyan Müzesi, Topkapı Sarayı, Ankara Resim Heykel Müzesi.
Eserlerinin cumhuriyet döneminde sergilenmesi şöyle oldu. İlk kez 1986’da Şişli Beymen Mağazasında sergilendi. Bunu 1993, 1998 ve 2004’te diğer sergiler izledi. Abdülmecid Efendi Köşkü Yapı Kredi’nin mülkiyetinde iken 35 yağlı boya tablosu bu köşkte sergilenmiştir.
KÜTÜPHANESİ
Abdülmecid Efendi’nin veliaht olmadan önce kütüphanesi Feriye Sarayında idi. Saray günümüzde Kabataş Lisesi’dir. Şehzadelerden biri olduğu için.
Veliaht ilan edilince kitaplarını Dolmabahçe sarayı Veliaht dairesine taşıdı. Hilafet makamına seçilince, Kütüphane Dolmabahçe Sarayında Hünkar Dairesine nakledildi. Atatürk İstanbul’a geldiğinde çalışmalarında bu kütüphaneden ve İstanbul Üniversitesi kütüphanesinden yararlanmıştır. Kütüphane yeni kitaplar temin edilerek zenginleştirmiştir. Kitaplıkta yaklaşık 14.000 kitap kayıtlıdır.
ABDÜLMECİD EFENDİ KÖŞKÜ
Abdülmecid Köşkü’nün mülkiyeti günümüzde Koç Grubuna aittir. Köşk, Bağlarbaşı Korusu içinde Kuşbakışı Caddesindedir. Çeşitli sergiler ve seçkin toplantıların yapıldığı bir mekan olarak kullanılmaktadır. Köşk geçtiğimiz yüzyılın başında Alexandre Vallaury tarafından Mısır Hidiv hanedanı için yapılmıştı. Sonradan sanırım Sultan Hamid devrinde satın alınarak Şehzade Abdülmecid Efendi’nin mülkiyetine geçmiş.
Bilindiği gibi Cumhuriyet devrinde Hanedan mensuplarının malları (emval ve emlaki) tasfiye edildi. Kanun hükümleri uyarınca. Köşkün mülkiyeti birkaç kez el değiştirdi. İlk sahiplerinden biri Yapı Kredi Bankası’dır. En son Koç Grubunun mülkiyetine geçmiştir. Köşk yakın zamanlara kadar benim için duvarlar arkasında gizemli bir yerdi. Vahdettin Köşkü gibi. ikisinin de üzerindeki esrar perdesi kalktı. Farklı biçimlerde olsa da. Köşk, Abdülmecid Efendi’nin meşrutiyet ve mütareke dönemlerinde keyifli toplantılar tertip edildiği bir mekan olmuştu. Abdülmecid dönemin en seçkin yazar müzisyen ve ressamlarını zaman zaman burada toplar, uzun resepsiyonlar verirdi.
Cumhuriyet devriminden sonra Köşk uzun süre esrarlı bir metrukiyet devri yaşadı. Şimdi Türk burjuvazisinin mülkiyetinde ve güzel etkinlikler yapılıyor.
GÜNÜMÜZ GERÇEKLERİ KARŞISINDA HİLAFETİN ANLAMI
Biz Türkler Halifeliği sonsuza kadar bizim elimizde kalması gereken bir kurum imiş gibi hayaller kuruyoruz. Önemli bir hatırlatma: Bundan beş yıl önce Büyük Atatürk’ün imzası ile Dünya uygarlık mirasının önemli bir parçası olarak tescil edilen Ayasofya karşı devrim gösterilerine sahne oldu. Hem de pandeminin ortasında. İktidar TBMM Ordusunun işgalden kurtardığı İstanbul’u-adeta-yeniden fethetti.
İktidar uleması cumhuriyetimizin kurucusuna lanet okurken bir taraftan da bir kılıç gösterisi ile hilafetin yeniden doğuşunu müjdeliyordu.
Oysa ki sadece Arap dünyasına bir göz atmak, iktidarın arkasındaki kitlelerin bir hayal denizinde yüzdüğünü göstermektedir.
Bir kere, hilafet, teokratik monarşik bir hükümet etme biçimidir. Hilafetin olduğu yerde hürriyet, demokrasi cumhuriyet idaresi olmaz. Olamaz. Bin yıllık islam tarihinde Emevilerden bu yana hilafet kurumu bütün siyasi pratikleri ile bir Ortaçağ kurumudur.
Yavuz Selim’in Mısır seferinden sonra Osmanlı hanedanının elinde kalması da kurumun nitelik ve işlevini kanıtlar niteliktedir.
Arap dünyası açısından biz Türkler ikinci sınıf Müslümanız. Mevaliyiz. Onlara göre halife Kureyş kabilesinden olmalıdır. Türkler, halifeliği yüzlerce yıl gasp etmiştir. 1917 Şerif Hüseyin başkaldırısında ifade edildiği üzere “gasıp Türkün malı, canı , kanı helaldir” Bu nedenle Günümüz Arap dünyasındaki bütün monarklar kendi ülkelerinin halifesidir.
Bugünkü dünya koşullarında hilafet, Batı medeniyeti karşısında yenilmiş, ezilmiş, geri kalmış, emperyalizm tarafından sömürülmüş Müslüman toplumların komplekslerini giderme hayalinden (tarihi bir mitostan) ibarettir.
Araplar açısından Türklerin hilafet iddialarının somut karşılığını İstanbul’daki Suudi Arabistan Konsolosluğunda işlenen Kaşıkçı cinayetinin safahatında görmek mümkündür. Malum cinayet bir süre sonra örtbas edildi. Dosya cinayetin örgütleyicisi olarak suçlanan Veliaht Prens Muhammed bin Selman’a gönderildi. Selman’ın “malum resimdeki” müstehzi yüz ifadesi Türkiye’nin tutucu güçlerinin hilafet düşlerinin hiçbir anlamı olmadığını kanıtlar niteliktedir.
Çok Okunanlar

İmamoğlu’nun gözaltı kararı Ankara’yı karıştırdı iddiası

Fark daha da artıyor, iktidarda düşüş sürüyor! MHP'de baraj tehlikesi

Volkan Konak'ın vasiyeti ortaya çıktı!

Bayramda marketler açık mı?

İmamoğlu operasyonlarındaki gizli tanık muamması sürüyor

Volkan Konak hayatını kaybetti! Ayrıntılar ortaya çıktı

Gençlerin heybesi taştı!..

Volkan Konak'a spor dünyasından veda mesajları!

Piyasada İmamoğlu operasyonunun yankıları sürüyor

Bayramda plan yapanlar dikkat!