BEYOĞLU’NA İLK ÇIKIŞ
Beyoğlu ile 1972/73 kışında tanıştığımı sanıyorum. Bir ortaokul öğrencisi olarak. Öğretmenlerimiz bizi tiyatroya götürmüşlerdi. Abdülcanbaz’a. O zamana kadar götürüldüğümü hatırlamıyorum. “Götürüldüğümü” ifadesini özellikle kullanıyorum. Gidebileceğimiz yerler başka götürüldüğümüz yerler başkaydı da ondan. Bizim için gidilebilen yer Üsküdar’dı. Ya da annemle birlikte alışveriş için Kapalıçarşı veya Mısır Çarşısı’na. Nereye sorusu “İstanbul’a gidiyorum” şeklinde cevaplanırdı. 70’ lerde hala bir balıkçı köyü havasını taşıyan Anadoluhisarında. İstanbul’a vapurla inilirdi. Vapurların hangi iskelelere uğrayacağını gösteren ahşap dikdörtgenlerin üstünde “Köprü” yazardı. Köprü, Galata köprüsü demekti o zamanlar.
BEYOĞLU’NUN ANLAMI
Beyoğlu aile içinde çok müspet olarak bahsedilen bir semt değildi. Bunun nedenini daha sonra anladım. Peyami Safa diliyle söylersek, Beyoğlu alafranga İstanbuldu; bu nedenle içinde telaffuz edilmeyen meseleler olmalıydı. Müslüman ve Türk İstanbul, Üsküdardı. Babam hep Üsküdar’a gider, semtimizde bulunmayan şeyleri alır gelirdi. Suriçi İstanbul ise, şehrin ticaret hayatının merkeziydi o tarihlerde.
TÜNEL TURNİKELERİNDE MAHCUBİYET
Beyoğlu’na İlk götürülüşümü öğretmenlerime borçluyum. Türkçe ve Sosyal Bilgiler öğretmenlerimiz olmalı. Şimdi düşünüyorum da hakikaten cumhuriyetin ve Atatürk’ün öğretmenleriydi onlar. Götürüldüğümüz yer Dostlar Tiyatrosuydu. Tünelden Beyoğlu’na çıktık. O zamana kadar tanıdığım bildiğim iki şey var : belediye otobüsü ve vapur biletleri. Otobüste biletçi arkasında lastik takılı tükenmez bir kalemle kopartıp verirdi biletleri. Bir de topladığı paraları gruplandırdığı ahşap bir kutu olurdu boynuna asılı. Öteki ise, daha ilk gördüğüm andan itibaren ilginç bulduğum mukavva kalınlığında vapur biletleri. Üzerinde birinci veya ikinci mevki yazardı. Romen rakamlarla. Babam Birinci Mevkide kendini rahat hissetmediğinden hep II. Mevki bilet alırdı. Başaltında oturmak isterdi. Bu tercih sınıfsal bir temele oturuyordu. Yani asıl mesele para değildi.
Tiyatroya gidiş yönünde Tünel’e nasıl bindiğimizi anlamamış olmalıyım ki, çıkışta kalabalıkla birlikte turnikenin önüne kadar sürüklenmişim. Neden geçemediğimi önce anlamadım. Arkadan gelenlerin yarattığı fiziki baskı ve ne yapacağımı bilememe hali. Sonra hatırladığım kadarıyla Çubuklulu arkadaşım sayesinde bu kısa mahcubiyet anını atlattım. Sanırım kalabalığın arasından sıyrılıp gişeden jeton almış olmalıyız.
Benim çocukluğumdan beri yeni şeyleri hemen kavrayamama, şaşırıp kalma tarafım vardır. Bunu da pek az yeniliğin olduğu kapalı mahalle hayatı içinde büyümemle ilişkilendiriyorum. Dediğim gibi, Tünel’e hiç gitmemiştim ortaokula kadar.
TÜRKÇE ÖĞRETMENLERİNİN ÖNEMİ
Türkçe öğretmenlerim hem mesleki olarak çok iyiydiler hem de öğretmenliğin ciddiyetine vakıf insanlardı. “Türkçeci” çekinilen , bilgisiyle en çok saygı duyulan öğretmendi. Matematikçilerden ise korkulurdu. Onların gerektiğinde “tek bir tokat “ ile sınırlı olmak kaydıyla “tedip” hakkı vardı. Ortaokul üçüncü sınıfta Türkçe öğretmenimiz (Türkçe-Kompozisyon denilirdi) bir bond çanta dolusu kitapla sınıfa gelmişti. Çantanın içinden çıkan kitap sayısı sınıfa yetecek kadar olmakla birlikte ben o çantadan dünyanın en büyük kitap hazinesi çıktığını sanmıştım. Hepimize ödev hazırlamamız için birer kitap dağıtmıştı. Bu kadar çok hikaye ve romanı hiç bir arada görmemiş olmalıyım ki çok etkilendiğim bir sahne olmuştur bu kitap getirme olayı. Şimdi hatırlıyorum da dilbilgisi dersleri matematik kadar gerginlik yaratırdı üzerimde. Özneler, yüklemler, zarflar, edatlar, zamirler, yan cümlelere ayırmalar.
Neticede tiyatroya öğretmenlerimiz götürmüştü bizi. Belki müdür yardımcılarından biri de vardı başımızda “maarif teamülleri gereği”. Ama tiyatro salonunda yanımızda olduklarına dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Herhalde TÖS üyesiydiler. Kendilerini Atatürkçü olarak görürler, hacı hoca takımından hiç hoşlanmazlardı. “Cumhuriyet” okurlardı. Daha sonra benim de sadık bir okuyucuyusu olacağım gazeteyi.
ABDÜLCANBAZ’I SAHNEYE KOYANLAR
Oyun, tiyatro sevdalısı genç bir grup tarafından kurulmuş olan Dostlar Tiyatrosu tarafından sahneye konuluyordu. Sahne Elhamra Sahnesi idi. Turhan Selçuk’un 1957’den beri önce Milliyet’te sonra Cumhuriyet’te çizdiği Abdülcanbaz karakterinden yola çıkarak kurgulanmıştı. 70’lerin başıydı; Ferhan Şensoy’un “Şahları da Vururlar”ı kadar ilgi uyandırmıştı sahnelendiği ilk dönemde. Verdiği mesajlar ve sahneye konma biçimi ile çok ilgi toplamıştı. Daha sonra değişik mekanlarda sahnelenecekti. Zamanın güncel siyasi meselelerine göndermelerde bulunan bir bağlama oturtulmuştu.
Bir başka hatırlanması gereken şey ise, Abdülcanbaz’ın sahneye konulmasında Engin Ardıç’ın yer almış olması. Hakikaten enteresan bir olay. Büyük bir ihtimalle Mekteb-i Sultani, Robert Kolej bağlantılarıyla bu işin içinde yer almış olmalı. Malum her iki okulda da okumuştu Ardıç. Daha sonra Türk tiyatrosu ile ilgili olarak kaleme aldığı yazı Ardıç’ın bu işe nasıl dahil olduğunu ve sonra gruptan nasıl koptuğunu gösteriyor.
ABDÜLCANBAZ’DAN AKLIMDA KALANLAR
Oyunun içinde yadırgadığım fakat en çok aklımda kalan karakter Tarzan’dır. Bundan 50 yıl önce, Elhamra’da çuvaldan bozma bir bez parçası ile yarı çıplak bir vaziyette sahneye atlayan bir figür. Eğlendiğimi, güldüğümü, çok şeyi komik bulduğumu hatırlıyorum. Asıl önemli karakter Gözlüklü Sami hiç kuşkusuz. Sahtekar, işbirlikçi, yalancı, çıkarları için her şeyi yapabilecek bir karakter. Kim olduğunu bilmeden seyrettim Gözlüklü Sami’yi oynayanı. O kişi Genco Erkal’dı. Çok iyi oynadığını, jestleri, mimikleri, yalanları ortaya çıkınca yaptığı manevralara nasıl güldüğümü çok iyi hatırlıyorum.
Abdülcanbaz 12 bölüm (kısım) olarak sahneye konulmuştu. Kısıtlı dekor ve kostüm imkanlarıyla. Konu tamamen mütareke İstanbulunda geçiyordu. İşbirlikçi istanbul burjuvazisi Gözlüklü Sami kimliği ile özdeşleşiyordu. Turhan Selçuk’un çizgilerine yaklaştırmak için abartılı bir kostüm denenmişti Gözlüklü için. Genco’nun yüzünde burun ve gözlük abartısı için bir maske vardı. Kocaman bir göbekle birlikte.
Gözlüklü Sami rolü dışında, asıl kahraman Abdülcanbazdı tabii ki. Ahmet Mekin tarafından oynanıyordu. Zihni Küçümen Karanfil Hoca. Boğaziçi Üniversitesi havuzunda 1992’de kalp krizi sonucu hayatı kaybeden Yavuzer Çetinkaya vardı; Lloyd George, Jack Jackson, Tatavlalı rum hakem Seramidis rollerinde. Macit Koper, çığırtkan ve Yengeç Mustafa rollerindeydi. Gözlüklünün ahbabı Sürmeli İhsan’ı Bizimkiler dizisindeki Sabri Bey (Mehmet Akan) oynuyordu. O da 2009’da rahmetli oldu malunuz. Bunların o kişiler olduğunu çok sonradan öğrendim doğal olarak.
Mekanlar Nişantaşında bir konakta çay partisi ile başlıyor ve bitiyordu. İlk sahnede işgal kuvvetleri subayları, son sahnede zaferden sonra millici bir komutan aynı konakta misafir ediliyordu. Her iki sahnenin ana teması işbirlikçilerin her duruma kolayca uyum sağlamalarıydı. Abdülcanbaz, Gözlüklü Sami’nin kızı olan nişanlısını daha sonra milliyetçi duygularla terkedecekti. Abdülcanbazın devrimci şiddet uyguladığı sahneler (Osmanlı tokadı) epey güldürmüştü herkesi. Hatırladığım bir başka sahne de şu: Kuşdili çayırında işgal kuvvetleri takımı ile futbol maçı yapılması. Abdülcanbazın takımının adı : Tulumbacılar. Bu bir anlamda milliciler demek. Hakem Seramidis’in (Tatavla rumlarından biri, rahmetli Yavuzer Çetinkaya) müttefik takımını tutması nedeniyle arbede çıkıyor ve sonunda olaylar hızla milliyetçi bir gösteriye dönüşüyordu.
Bir de Beykoz’daki müttefiklerin kontrolündeki silah deposunun basılması sahnesinde Fransız sömürge askerinin adı gülüşmelere neden olmuştu: Bomboko. Bu uydurma isim komiklik unsuru olarak seçilmiş olmalı ki aradan yarım asır geçmiş olmasına rağmen aklımda kalmış. Bir de sömürge askerinin siyahiliğini vurgulamak için yüzüne ayakkabı boyası gibi bir boya sürülmüştü. O da gülüşmelere neden olmuştu.
GENCO ERKAL’I ASIL TANIMA DÖNEMİ
Genco Erkal’ı önemli bir tiyatro adamı olarak Boğaziçi Üniversitesi’nin tarihi tiyatro salonunda asılı resimlerle tanıdım. Onun Robert Kolej’de okuduğunu da anlamış oldum. Robert Kolej’de tiyatro geleneği mütareke devrine kadar geri gider. Yani 1920’lere. Salonun duvarları birçok Robertli tiyatro sevdalısının resimleri ile doludur. Aklıma hemen gelen isimlerden bazıları şunlar: Haldun Dormen, Cevat Çapan, Engin Cezzar, Genco Erkal. Hepsi bu salonda öğrenci iken sahneye çıkmışlar. Boğaziçi Üniversitesi yıllarımın hemen başında farketmiştim bunu. Resimler bir geleneğe ve devamlılığa işaret ediyordu. Bir bu dikkatimi çekmişti. Bir de çatıyı ayakta tutan ahşap malzemenin özgün halinin hala korunmakta olduğu. Her ikisi de salona çok özel bir hava katmaktaydılar. Hala da öyledir. En son onarıldıktan sonra Zabel’i seyrettim orada. Resimlere ve ahşap tavana bu kez kendi “nostaljimle” baktım.
Genco Erkal, Robert’ten sonra İstanbul Üniversitesinde psikoloji okumuş ama hep tiyatro ile ilgilenmiş. Belki psikoloji okumasının da bununla ilgisi var. Dostlar Tiyatrosu’nu 1969’da kurmuş arkadaşlarıyla birlikte. Tiyatro bir çok mekan kullanmış, biz o oyuna, tünel çıkışından sonra kısa bir yürüyüşle ulaşmıştık, oyunu seyrettiğimiz yerin meşhur “Elhamra Tiyatrosu” olduğunu çok sonra anladım doğal olarak.
Elhamra Tiyatrosunun bulunduğu pasaj, Fransız Kristal Tiyatrosunun yerine yapılmıştı. 30’larda İstanbul’un en seçkin mekanlarından biriydi. Atatürk’ün iki kez film izlediği bir salondu burası. Biri 1930’da biri 1932’de. Atatürk’ü misafir etmiş tarihi bir yerdir Elhamra.
ALİ PAŞA HANINDA “YAŞAMAYA DAİR”
Genco Erkal’ı en son Nazım’dan uyarladığı “Yaşamaya Dair “ oyununda izledim Ali Paşa Hanında. Anlatılanlara göre Çorlulu Ali Paşa’nın idamından sonra, Genco’nun üst soyuna geçmiş; satın alınmış da olabilir. Osmanlı devrinde ticaret hayatının çok yoğun olarak yaşandığı bir yer hanın bulunduğu bölge. Genco çocukluğunda babası ile gidermiş hana. Dükkanlarda yapılan işleri izlermiş. Mirasçı olarak amca çocuklarından kimse kalmamış, Genco Erkal ve biraderi şu anda hisselerin ekseriyetini ellerinde tutuyorlar. İlginç, küçük birader Genco’nun hanın ortadaki boş alanı tiyatro olarak kullanmasına -ortak mülkiyet gerekçesiyle- içerlemiş. Bir gece bütün seyirci platformunu imha ettirmiş. İşte orada izlemiştim en son Genco Erkal’ı.
ELHAMRA’DAN ÇIKIŞ
Oyun akşam üstü altıda başladığın göre, çıktığımızda artık gece olmalıydı. Cadde-i Kebir’den Tünel’e kadar nasıl yürüdüğümüzü çok net hatırlamıyorum. Sonra Anadoluhisarı’na Üsküdar üzerinden mi yoksa bir Boğaz vapuru ile mi döndüğümüzü de. Sadece turnikeden “jeton”la geçildiğini anladığım o anı çok iyi hatırlarım bugün de.
50 YIL ÖNCESİNE BAKMAK
70’lerde bir ilkokul/ortaokul öğrencisi sinemaya gidebilirdi. Tiyatroya ise götürülürdü. Kapalı sinema salonları İstanbul’un merkezi semtlerinde vardı. Boğaz’da yazlık sinemalar olurdu. Mesela Anadoluhisarında bugün hala daha duvar -perdesi yerinde duran bir yazlık sinema vardı. Göksu deresinin sonunda. Öğretmenevinin yanında. Bir albay emeklisinin çalıştırdığı söylenirdi. Hisar İskelesinin karşısında kıraathaneden bozma bir kışlık sinema salonu da vardı. Ama çok verimli çalıştığını hatırlamıyorum. Beyoğlunda gittiğim ilk sinema Dünya Sinemasıdır. Yere ve duvarlara vuran loş ışıklarını bugün bile hatırlarım.
Tiyatroya gitmek ise daha ciddi bir şey olarak görülürdü. Öğretmenler sizi götürürdü. Gittiğim ilk oyunları Üsküdar Müsahipzade Sahnesinde ve Elhamra’da seyrettim.
Benim Genco Erkal’ı ilk kez görmemi sağlayan Abdülcanbaz oyunu Türkiye’nin 12 Mart ara rejiminden geçtiği bir dönemde sahneye konulmuştu. Dostlar Tiyatrosu doğrudan politik tiyatro yapıyordu. Oyunların siyasi hiciv yönü kuvvetliydi. Genco Erkal, daha sonra , Brecht, Gogol, Shakespeare, Gorki, Yaşar Kemal, Aziz Nesin ve Nazım’dan uyarlama pek çok oyunu sahneye koydu ve oynadı.
Genco Erkal büyük bir sahne adamı, büyük bir Nazım Hikmet yorumcusu. Bir Rönesans mirasçısı. Bir Türk aydını. Şimdilerde 86 yaşında ve sahnede. Atatürk’ün başlattığı Türk Aydınlama devriminin meşalesini taşımaya devam ediyor .Ve ben onu bilmeden tanımadan bundan 50 yıl önce Elhamra’da bir ortaokul öğrencisi olarak izlemişim.
Abdülcanbaz oyununun konusu, mütareke İstanbulunda geçiyor. Bir tarafta Abdülcanbaz var. Anadolu’yu, milli kurtuluşu, bağımsızlıkçı çizgiyi temsil ediyor. Öbür tarafta, Genco Erkal’ın muhteşem oyunu ile Gözlüklü Sami karakteri var. İşbirlikçi, kurnaz, yeri geldiğinde hilelere başvuran.
1950’lerde Turhan Selçuk’un çizgileriyle doğan Abdülcanbaz, 60’lardan 80’lere kadar siyasal düşünce hayatımıza damgasını vuran cepheleşmeyi de yansıtmaktaydı. Bir tarafta işbirlikçilik, öbür tarafta ise milli bağımsızlık düşüncesi. Bugün de aynı ayrım devam ediyor.
Çok Okunanlar
Serdar Ortaç: Sol kolumu kaybettim, artık ölmek istiyorum
Gelinim Mutfakta bugün kim elendi? 13 Aralık Cuma 10 altın bileziği kim aldı?
Bahçeli'nin teröristbaşı açılımı çöpe gider!..
Bu hafta Avrupa’da sadece Başakşehir kazandı
Kararsız seçmen oranı yüzde 30'u aştı
Reyting sonuçları açıklandı! 12 Aralık 2024 Perşembe birincisi kim oldu?
İstanbul'da İSPARK otopark ücretlerine büyük zam
Narin Güran cinayetinde şok edici iddialar: Uygunsuz şekilde mi gördü?
Bugün hangi maçlar var? 13 Aralık Cuma hangi takımların maçı var?
Rusya'ya kaçan Beşar Esad'ın evinin içinin son hali görüntülendi