AUDREY TÜRKİYE’YE İKİ DEFA GELDİ
Audrey Hepburn Türkiye’ye iki defa gelmişti. İlki 1968’de. Artık tam anlamıyla zirvede bir hayat yaşıyordu. 50’lerin başından beri bir çok filmde oynamış, Mel Ferrer ile evlenmiş ondan bir erkek çocuğu olmuştu. Ferrer sadakatsizliği ile ün yapmıştı. Audrey de kendine flört edecek bir arkadaş edinmişti.
Bir grup arkadaşı ile birlikte Calisto adlı bir yatla İstanbul ve İzmir’e seyahat etti. Bergama’ya gitti. Hacı oldu. Bu seyahat Ferrer ile evliliğinin sona erdiğinin ilanı sayılır. Bir süre sonra boşandılar.
Audrey yıpranmış evliliğinin sıkıntısını eğlenceli bir Türkiye ve Yunan adaları seyahati ile üzerinden atmaya çalışmış herhalde. Benim yorumum bu.
Audrey , Türkiye seyahatinde yanında olan yakışıklı erkek arkadaşı ile birlikteliğini sürdürmedi. Ünlü İtalyan psikiyatr Andrea Dotti ile evlendi. Bir psikiyatr ile evlenmesi de bence önemsenmeli.
60’ lar Hollywood yıldızlarının, Avrupa ve Ortadoğu hanedanlarının (İngiltere, Mısır, İran ) magazin basınında ilgi odağı olduğu yıllardır. Time ve Life taklidi magazin dergileri Türkiye’de de çıkmaya başlamış büyük ilgi uyandırmıştı. Bu yıllar Hayat ve Ses mecmualarının iyice parladığı yıllardı.
Audrey, Ses Mecmuasının 27 Temmuz 1968 tarihli sayısına kapak oldu.
İkinci Türkiye seyahati 20 yıl sonradır. Audrey artık sinema dünyasında yerini iyice sağlamlaştırmıştı. Kendisini hayır işlerine vermişti. UNICEF’in iyi niyet elçisi olmuştu.
Hayatının sonuna kadar bu göreve devam etti. 1988’de Türkiye’ye çocuk bayramı etkinliklerinde bir konuşma yapmak üzere davet edildi.
Bu gelişine ilişkin TRT arşivinde harika bir video kaydı vardır. Bu videoda Haldun Dormen ile yaptığı inanılmaz keyifli bir sohbet göreceksiniz. Audrey’i yakından tanımak isteyenlere tavsiye ederim.
BÜYÜKBABASININ İZMİR’DE ÇİFTLİĞİ VARMIŞ
Hollanda dünya tarihinin en büyük sömürgeci devletlerinden biridir. Hollanda’nın “ Altın Çağında” büyük bir deniz ticaret filosu vardı. Köle ticaretinden büyük servet yapmış “Dutch” burjuvazisi en parlak çağını yaşamıştı.
Hollandalıların ilgi alanlarından iki örnek: Antiller ve East İndies (Güneydoğu Asya/ eskiden Hindiçini denilirdi) Kısaca , Hollanda, Altın Çağında Guyana’dan (Surinam) Sumatra’ya kadar sömürge alanları yaratmıştı. East Indies Company bu konuda bilinen en eski kurumdur.
19. yüzyılda Osmanlı ülkesinin de Dünya kapitalizmi ile entegrasyonu gerçekleşti. Pamuk plantasyonları yaygınlaştı. Mısır, Çukurova ve Ege bölgesinde yetişen ürünler Avrupa piyasalarının ilgi alanı oldu.
Bu arada Surinam genel valiliği yapan Audrey’nin büyükbabası Aarnoud van Heemstra İzmir Cumaovasında büyük bir çiftlik satın almış. Çiftliğin arazisi çok genişmiş.
Çiftlik Birinci Dünya Savaşı yıllarında ünlü İttihatçı Rahmi Bey’in eline geçmiş. İzmir Valiliği yapan Rahmi Bey İstanbul’da iken Ethem bir baskınla oğlunu kaçırmış, çocuk fidye karşılığı serbest bırakılmış. Bu olaylar mütareke dönemine girerken olmuştu; bunu hatırlatayım.
Bu geniş mülk daha sonra Caroline Koç’un dedesi Henry Giraud’nun eline geçmiştir. Bir yazarımız Audrey’in annesinin 1900’de İzmir’de doğduğunu iddia ediyor. Bu doğru olmasa bile çiftlik işi doğru. Audrey 1968’de ilk defa Türkiye’ye geldiğinde İzmir’deki bu çiftliği görmek istemiş.
ANNE TARAFINDAN ARİSTOKRAT
Audrey’in annesi Ella van Heemstra’dır. Kökeni Ortaçağ’a kadar giden “Cermen-Dutch” soylusu bir aileden gelir.
Audrey’nin annesi ve babası ilginç insanlar. İkisinin de ikinci evlilikleri. Audrey’nin üvey erkek kardeşleri var. Bazı kaynaklarda babasının zengin bir bankacı olduğu yazıyor, Doğru değil. Bankerlik işleriyle uğraşmış bir süre. Annesinin Prenses Diana ile kuzen olduğunu okudum bir yerlerde. Doğru olabilir. Çünkü Avrupa soylu sınıfının evlilikler yoluyla birbiriyle akrabalıkları biliniyor. Bunun en meşhur örneği Rus Çarı II Nikola, İngiliz Kralı V. George ve Kaiser II. Wilhelm birbirinin kuzeni olurlar.
Anne ve babası Batavia /Java’da evlenmişler. (1925) Büyük babası Surinam sömürge valisi. Surinam Hollanda Guyanası diye bilinen bir Güney Amerika ülkesi malumunuz.
BABASI HAKKINDA SÖYLENENLER
Babası Joseph Ruston-Hepburn MI-5 raporlarında (British Military İntelligence) tehlikeli bir adam olarak tanımlanmıştı. Joseph Ruston soyunu İskoçyalı Jakobit Hepburn ailesine dayandırmayı önemsiyordu. Yazılanları okuduktan sonra bu iddiayı bir öykünme olarak yorumladığımı belirtmek isterim.
Babası sevimsiz antipatik bir tip. 1889 Bohemya doğumlu. Eğitimi ile ilgili bilgiler bence gerçek değil. Cambridge’de hukuk okumuş birine benzemiyor.
FAŞİZMİN HARARETLİ SAVUNUCUSU ANNE VE BABA
Annesi ve babası faşizmin yükseliş devrinde en hararetli savunucularından.
Babası Joseph , İngiliz Faşist Partisinde (BUF) çalışmış, annesinin de Hitler ile samimi bir yakınlığı var. 30’ların başında. Alman Nasyonel Sosyalistleri ve İtalyan Kara Gömleklileri ile epey ilişkisi olmuş; Baroness Ella de Heemstra imzasıyla faşizm lehinde yazılar yazmış, yayınlamış.
Fakat ne gariptir ki Almanlar Hollandayı işgal edince kızkardeşinin eşi direniş cephesi üyesi olduğu gerekçesiyle kurşuna dizilmiş. Oysa ki eniştenin örgütle ilgili yokmuş. Almanlar sadece ibreti alem olsun diye “enişteyi” kurşuna dizmişler. Bu olay aile üzerinde ağır bir şok yaratmış. Audrey açısından da çok sarsıcı bir durum olmalı. Baroness anne bu olaydan sonra Almanların aleyhine dönmüş.
KARANLIK İŞLERE KARIŞMIŞ FAŞİST BİR BABA : JOSEPH VICTOR RUSTON
İngiliz Faşist Birliği ile bağlantıları olan babası Joseph Victor Ruston savaş başlayınca Audrey’i bir uçağa bindirerek annesinin yanına göndermiş. (1939) Bu tarih itibariyle Audrey 10 yaşında bir kız çocuğu.
Audrey uzun savaş yıllarında babasından hiç haber alamamış. Bağlantı kopmuş. Babasından bahseden bazı kaynaklarda Joseph’in savaş yıllarında “Isle of Man” adasında tutuklu kaldığını yazıyor. Bilindiği gibi Isle of Man, İrlanda Denizinde Birleşik Krallığa bağlı ıssız bir adadır.
Audrey’nin babasının öldüğü sanılıyormuş; İngiliz istihbarat raporlarında bile böyle geçiyormuş. Oysa ki Joseph İrlanda’ya geçmiş, orada evlenmiş. Orada yaşamaya devam etmiş.
Audrey’nin ilk eşi Mel Ferrer, babasını Dublin’de bulmuş. Baba kızı buluşturmak istemiş. Buluşma 1964’te Dublin Bhellburn Hotel’de gerçekleşmiş. Fakat karşılaşma coşkulu bir yeniden bir araya gelme biçiminde olamamış. Baba Joseph soğuk davranmış. Nazım’ın Münevver Andaç ile Varşova buluşmasında oğlu Memet’e kayıtsız davranması gibi. Audrey çok üzülmüş. Sonrasında aralarında gerçek bir duygusal bağ kurulamamış. Baba Joseph 1980’lerde artık ağır hastaymış. Audrey babasının bakımı için gerekli her şeyi yapmış. Maddi olarak destek olmuş ama yanına gitmemiş. Baba Joseph Ruston Dublin’de ölmüş, Audrey gereken her şeyi yapmış ama cenazeye katılmamış.
HİZMETÇİLİK YAPAN BARONESS BİR ANNE
Audrey’nin annesi soylu bir aileden geliyor. Alman işgali sırasında epey zorlanmışlar. Yaşadıkları yer açık savaş alanı olması nedeniyle mülkleri ağır hasar görmüş, savaş öncesi sahip oldukları yaşam standartının çok altında koşullarda yeniden başlamak zorunda kalmışlar. Audrey İngiltere’de bale eğitimine devam edebilmek için burs kazanmış. Anne kız Londra’ya gitmişler. Ciddi yoksulluk koşullarında yaşamışlar. Baroness anne çalışmaya başlamış. Varlıklı bir ailenin yanında hizmetçilik yapmış.
Annesi, Audrey’in babasından önce bir başkası ile evlilik yapmış ondan iki erkek çocuğu var. Bu çocukların hayatları ile ilgili çok ayrıntılı bir şey okuyamadım. Audrey’nin hayat standartları iyileşince o da bir partner bulmuş, 1960’larda Los Angeles’ta yaşamaya başlamış. 1984’te orada vefat etmiş.
AUDREY HEPBURN’E DAİR ABARTILI İKİ HİKAYE
Audrey Hepburn ve Anne Frank aynı yaşlarda idiler. İkisi de 1929 doğumluydu. Audrey, Amsterdam’ın dışında günümüzde küçük bir belde olan Arnhem’de annesi ile birlikteydi. Bölge Alman işgali altındaydı. Anne Frank ve ailesi ise gizli bir geçişle ulaşılan çok dar bir mekanda yaşıyorlardı. Komşuları dikkat çekmeden ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyorlardı.
Sonunda ihbar edildiler. Anne Frank ve ablası Margot Bergen-Belsen toplama kampında öldüler. 1945’te. Anne’nin babası Otto’nun kızının günlüğünü kutsaması elbette haklıdır. Ama günümüzde Anne Frank’ın Günlüğü ve yaşadığı yer turistik/ ticari bir metaya dönüşmüştür.
Anne Frank ve Audrey hiçbir zaman karşılaşmış olmamalarına rağmen magazin literatüründe sanki temasları oldu imajı yaratılmaya çalışılmıştır.
Nazi işgalinin mağduru bu iki kız çocuğunun hikayeleri aynı torbaya atılıp metalaştırılmıştır. Anne’nin Yahudi olması, onun toplama kampında ölümüne yol açarken, Audrey küçük bir kasabada sıkıntılar içinde yaşadı ama kurtulmayı başardı.
İkinci abartılı hikaye, işgal koşullarında, Audrey’in gizli mekanlarda bale yaparak kazandığı paralarla Direniş Cephesine katkıda bulunduğu iddiasıdır.
Savaş ortamında bale yaparak para kazanmak ve bu paraları direnişçilere ulaştırmak bana çok tuhaf/komik gelmiştir. Merak ettiğim nokta şudur ki bu gizli bale gösterisini kimler nasıl izliyordu. Bence bu uydurulmuş bir hikayedir. Ama bale pabuçlarında haber götürüp getirmesi doğru olabilir.
AUDREY’NİN AŞIRI ZAYIFLIĞI
Audrey’nin ilk bakışta dikkat çeken özelliği aşırı zayıf bir bünyeye sahip olmasıdır. Eskiler bu yaradılışta olan insanlara nahifü’l-bünye derlerdi. Babasının güçlü kuvvetli bir İngiliz, annesinin “Dutch aristokratlarına has fiziki özellikleri dikkate alındığında Audrey’in aşırı zayıflığını şaşırtıcı bulursunuz. Ama bunun nedenleri vardır.
Çocukluğundan itibaren aldığı travmalar Audrey’nin gelişimini olumsuz etkilemiştir.
1939-1945 arasında ülkesi işgal edildi. Neredeyse tam açlık sınırında uzun bir süre geçirdi. Almanlar bütün gıda kaynaklarına el koydular. Çalışabilecek güçte olanları çalışma kamplarına götürdüler.
Annesinin lale soğanlarından yaptığı gıdalarla beslenmeye çalıştılar. Bir kız çocuğu olarak büyüme ve gelişme çağında yetersiz beslenme ile karşılaştı. Ciddi sağlık sorunları yaşadı.
Savaş bittiğinde sarılık, kansızlık, ödem ve üst solunum yolları enfeksiyonları geçirmiş 16 yaşında çelimsiz vücutlu bir genç kızdı.
Avrupa’da hayat normale döndükten sonra beslenmesi düzeldi. Ama bütün bunları yaşadıktan sonra bedensel olarak ulaşabileceği bir sınır vardı. Olan olmuş, vücudu gelişememişti.
AUDREY NASIL BESLENİYORDU?
Audrey, sebze meyva ağırlıklı besleniyordu. Pek az et tüketen biri. Ekmek yerine patates yiyordu. İsviçre’de geniş bir mülk edindikten sonra kendi arazisinde yetiştirdiği ürünleri tüketiyordu. Cildi için bol su içmeyi ihmal etmiyordu. Hidratasyon önemliydi.
Bazılarının sandığı gibi fiziğinin diyet ile ilgisi yoktu. Bol bol tatlı yemeyi de severdi. Ama bünyesi hep zayıf kaldı.
AUDREY HEPBURN İKONU NASIL YARATILDI?
Audrey Hepburn sempatik yüzü, dans etme ve şarkı söyleme becerileriyle “Hür Dünya’da” savaş sonu ortamının yarattığı bir ikondur.
İlişkileri, evlilikleri, giydiği kostümlerle bir moda fenomeniydi. Başarılı bir oyuncu olduğundan kuşku yok. Ama Audrey Hepburn fenomeni bunun ötesinde bir şeydir.
Audrey’nin elegan görünümünü sağlayan bir takım ustaca teknikleri vardı. Hafif bir makyaj, güçlü kaşlar, canlı ruj kullanma, pixie kesilmiş saçlar, yoğun kirpiklerle çevrilmiş iri bakışlar.
AUDREY STİL İKONUDUR
Audrey Hepburn 50’lerin ortalarından itibaren Hubert de Givenchy ile çok yakın arkadaş oldu. Dostlukları hayatı boyunca devam etti. Filmlerinde ve günlük hayatındaki elbiseler onun tarafından tasarlandı.
Givenchy’nin parfümü L’intendit onun için üretilmişti. Parfüm üreticisi Fabron bu markayı Audrey için özel olarak formüle etmişti. Parfümün ismi de oyuncunun ünlü “Mais je vous l’intendis” sözlerinden alınmıştır.
İlk büyük başarısı olan Roma Tatili filminde Gregory Peck, Sabrina’da William Holden ve Humprey Bogard ile oynadı. Roma Tatilinde kısa saçları ve sevimli “thank you” ları, Funny Face filminde “ would not it be lovely?” sözleri, şifon eşarpları hep akılda kaldı. Breakfast at Tiffany’deki kolsuz siyah elbisesi, Moon River şarkısını söylemesi ile sinema seyircisinin gönlünü fethetti.
KİMLERLE OYNADI?
Audrey’nin bir aktrist olarak önemli bir üstünlüğü bale eğitimi almasından kaynaklanıyordu. Roma Tatili filminde yapımcı Elizabeth Taylor’u düşünürken sempatik yüzü, şarkı söylemesi, dans yeteneği ile dikkat çekince rolü ona verdiler.
50’lerin başında Londra’da Fransız asıllı bir Amerikalı tarafından farkedildi. Gigi Müzikalinin kadrosuna alındı. O zamana kadar Londra West End tiyatrolarında küçük rollerde oynuyordu. Gigi’deki rolü Hollywood’a geçişte önemli bir basamak oldu. Audrey artık keşfedilmişti.
Holywood’un aşağı yukarı bütün ünlü aktörleri ile oynadı. William Holden, Gregory Peck, Cary Grand gibi. Audrey , Humphrey Bogart ile oynadığında ondan 30 yaş küçüktü.
Unutulmayan filmlerinden bazıları şunlardır: Roman Holiday, Sabrina, War and Peace, Funny Face, Love in the afternoon, my fair Lady , Breakfast at Tiffany’s.
JOHN F. KENNEDY’YE DOĞUM GÜNÜ ŞARKISI
Audrey, 1963’te Demokrat Başkan John F. Kennedy’ye “happy birthday to you Mr. President” şarkısını söylemişti. Bir önceki yıl bu şarkıyı başkana söyleyen Marilyn Monroe idi. Bu Kennedy’nin son doğum günü kutlaması olacaktı.
AUDREY’İN AŞK HAYATI
Audrey’i mutlu bir evlilik arayan bir kadın olarak görüyoruz. II. Dünya Savaşından sonra Londra’ya annesi ile birlikte gittiğinde İngiliz sanayici (sonra lord) James Hanson ile ciddi bir ilişki yaşadı. Evlenmeye karar verdiler. (1952) Her şey planlandığı gibi yürüyordu. Hatta gelinlik Zoe Fontana’da diktirilmişti. Fotoğrafları bile var. Fakat müstakbel eşi evlilik sonrası oyunculuk hayatına son vermesini isteyince her şey iptal edilmiş, ayrılmışlar.
1954’te evlendiği Mel Ferrer, kendisinden 12 yaş büyük. İlk çocuğunun babası. Audrey, Roman Holiday filminden sonra Oscar kazanınca büyük bir şöhrete kavuşuyor. Bir anda sinema dünyasının gözbebeği oluyor. Mel, Holywood’da çok etkili bir isim. Çok geçmeden evleniyorlar. İki yıl sonra Savaş ve Barış’ta birlikte oynuyorlar. Audrey filmde Natasha Rostova’yı oynuyor ve çok beğeniliyor.
Audrey, Mel Ferrer ile 14 yıl evli kaldı. Baroness annesi Mel’den hiçbir zaman hoşlanmadı. Onu küçümsemek için uzun bacaklı kurbağa suratlı ifadesini kullandığı söylenir . Mel, bence de antipatik bir tip.
Fakat her nasılsa çok meşhur biri. Nedeni film endrüstrisinde önemli bir adam olmasından kaynaklanıyor olmalı.
Audrey’nin çok flörtü olmuş. 1954’te Billy Wilders’ın çektiği Sabrina filminde William Holden ile ciddi bir yakınlaşma yaşamış. Ferrel’den ayrılmadan Türkiye’ye geldiğinde yanında yeni aşkı olduğunu görüyoruz.
Aşağı yukarı çektiği bütün filmlerde erkek başrol oyuncusu ile yakınlaşma yaşadığını söyleyebiliriz.
1969’da ünlü İtalyan psikiyatr Andrea Dotti ile evlendi. 1970’de 41 yaşında ikinci çocuğunu doğurdu. Bu da ilginç bir karar bence.
Bu 48 kilo ağırlığında narin vücutlu kadın hep evlenmek ve çocuk sahibi olmak istemiş. Bunu gerçekleştirmiş de. Bünyesinin zayıf olmasından ötürü her iki evliliği boyunca düşükler yapmış. İkinci çocuğunu doğurabilmek için uzun süre yatak istirahati ile doğuma hazırlanmış.
Ben Audrey’nin ilişkilerinde temel duygusal belirleyicinin babası tarafından terk edilmesi olduğunu düşünüyorum.
Sürekli bir arayış içinde Audrey. Birlikte olduğu erkeklerde sürekli baba figürünü aramış. William Holden ile flörtü ve bir psikiyatr ile evlenmesi düşüncelerimi destekler nitelikte.
O bir Holywood starı ama annesi Baroness bir Avrupalı. Bu bence önemli. Annesi tarafından Hollandalı, babası tarafından bir İngiliz . Her iki ülkenin de pasaportunu taşıdığını sanırım. Buna sonradan İtalyan pasaportu da eklenmiş olabilir. Hatta uzun süre yaşadığı İsviçre’nin de yurttaşlığını vermiş olabilirler.
1979’da aktör Ben Gazzara ile ilişkisi olmuş. 1980’den 1993’deki ölümüne kadar Robert Wolders ile birlikte yaşamıştır.
Hayatının son dönemindeki bu birliktelikte mutlu olduğu söylenir. Bir İsviçre köyünde satın aldığı geniş mülkünde sevgilisi, hayvanları ile birlikte güzel vakit geçirmeye çalışmış. Bir geyiği var Audrey’nin.
Audrey Hepburn’ün Mel Ferrer ile evliliğinden Sean Ferrer, Dr. Andrea Dotti ile olan evliliğinden Luca Dotti adlarında iki erkek çocuğu vardır.
AUDREY’NİN SON ROMANTİK PARTNERİ
Audrey Hepburn, İtalyan psikiyatr Andrea Dotti’den ayrıldıktan sonra tekrar evlenmedi. Hollandalı işadamı ve oyuncu Robert Wolders ile hayatınıın sonuna kadar birlikte yaşadı. (1980-1993) Bir defasında Audrey ilişkilerini şöyle tanımlamıştı. Evli değiliz. Ama bizi evli olarak kabul edin demişti.
TORUNU EMMA FERRER’E GÖRE AUDREY MUTLU DEĞİLDİ
Torunu Emma Ferrer, Audrey’in içinde daima bir hüzün taşıdığını ve gerçekten mutlu olmadığını yazdı. Bunu sevgi yoksunluğuna ve travmalarına bağladı. Çok küçük yaşta ailesinin dağılmış olması, hemen sonra kendini savaş ortamında bulması, güvensizlik gibi nedenlerle bütün ilişkilerinde baba figürünü aradığını yazdı. Baba tarafından terk edilmişti. Evliliklerinde gerçek mutluluğu yakalayamamıştı. Bedeni yapısı çok sayıda düşük yapmasına neden oldu.
Hayatı göz kamaştırıcı görünse de çocukluk yaşlarından itibaren yaşadığı travmalar, babadan yoksunluk hali alttan alta ruh halini etkilemeye devam etti. Torunu Emma’nın “sadness” diye tanımladığı şey herhalde bu olmalı.
UNICEF İYİ NİYET ELÇİLİĞİ
Audrey, sinema uğraşısını asgariye indirdiği ve insani yardım/hayır işlerine ağırlık verdiği dönemde UNICEF iyi niyet elçiliği yapmıştır. Dünyanın her yerinde özellikle Afrika’da çocukların, yoksulların, muhtaç herkesin yanında olmaya büyük bir samimiyetle gayret sarfetmiştir. Ben böyle düşünüyorum. Bazıları iyi niyet elçiliğini (good will ambassador) sinema piyasasında yerini sağlamlaştırmak için yürütülen PR faaliyeti olarak görse de. Ben o düşüncede değilim.
AUDREY’NİN HASTALIĞI
Audrey’nin hastalığı PMP olarak tanımlanıyor. Nadir rastlanan bir kanser türü. Periton zarında ilerledikten sonra batındaki diğer organları tutuyor. Ve terminal aşamaya geçiyor. Tıbbi tam adı: Pseudomyoma peritonei.
Son dönem videolarında (Somali- Etiyopya) bedensel olarak hiç iyi görünmüyor. Yüzü gülse de. Ağır hasta olduğu anlaşılıyor.
Audrey’nin birkaç yıl içinde durumu daha da kötüleşti. Yatağa düştü. Elde bulunan bütün tıbbi imkanlarla iyileştirilmeye çalışıldı. ABD’ye götürüldü.
Kemoterapiden sonuç alınamadı. Evine götürülme kararı verildi. Givenchy’in ricasıyla Rachel Lambert’in tahsis ettiği özel uçakla evine getirildi. Uykusunda hayata veda etti.
KİŞİSEL ÖZELLİKLERİNE DAİR
Audrey, Marilyn Monroe, Rita Hayworth, Grace Kelly ile birlikte anılır. Cennetin Dördüncü Atlısı olarak. Diğerlerinden önemli farkı şudur: soğuk nevale olmadan zarif, “femme fatal” olmadan çekici.
Audrey’nin önemli bir başka özelliği polyglotte (çok dilli) olmasıdır. Böyle olmasını sağlayan nedenler var elbette.
Hayatını Hollanda dışında, İngiltere, ABD, İtalya ve İsviçre’de geçirmiş. Çocukluğunda İngilterede yatılı okulda okumuştur. Fransızca ve İngilizceyi ana dil hakimiyeti ile konuşuyor, İtalyanca ve İspanyolca da biliyordu.
Videoları izlendiğinde İngilizceyi “Dutch” aksanıyla konuştuğu farkedilir. Halbuki hayatının önemli bir kısmında İngilizce konuşulan ülkelerde yaşamıştı. Birinci eşi Mel Ferrer bir Amerikalıydı.
Aldığı eğitim, insanları cezbeden zarifliği etkileyiciydi. Çok yakın dostu olan Givenchy'nin desteği ile şöhreti gittikçe arttı.
Filmlerde kullanılan ve özellikle onun ismiyle anılan kostümler, onun adını taşıyan parfümler, şapkalar, fularlar, esarplar, kadınların özendiği ürünlere dönüşmüştü.
Bu yönüyle Audrey'nin bizzat kendisi Batı toplumlarına iyi gelen psiko-terapik bir ürün haline geldi.
Sinema endrüstrisi yüz ifadesinden. sevimliliğinden, zerafetinden, filmlerine özellikle yerleştirilen söz ve ifadelerden yararlanarak onu bir ikona dönüştürdü. Bu sonuç, sinema sektörünün ve kapitalizmin bir başarısı olarak da yorumlanabilir.
Audrey devrinin bir çok aktristinden farklıydı. Çekiciliği zarafetindeydi. Günümüzde bile bazı kadınlar kendilerinde ondan bir şeyler bulmaya çalışır. Hal, tavır ve tarzlarıyla onun gibi olmak isterler.
Audrey Hepburn, yüzünü ve sesini çok iyi kullanıyordu. İngilizce ve Fransızca konuştuğu videoları defalarca izledim. Çok beğendim. Audrey, dikkat çekici burnu, kocaman gözleri, kısacık kesilmiş saçları, 41 numara ayakları ve incecik boynuyla kuğu gibi bir kadındı.
Çok Okunanlar

Nihal Candan 29,5 kiloya düştü

Erdoğan'dan Özgür Özel'e 'Ferdi Zeyrek' telefonu

Beyaz TV sunucularına uyuşturucu ticareti ve fuhuş soruşturması

Kandilli duyurdu: Marmara Denizi'nde deprem!

İran'dan nükleer belge duyurusu: Binlerce ele geçirdik

Apçağa...

A Milliler, hazırlık maçında ABD'yi iki golle geçti

Galatasaraylıları üzen gelişme: Osimhen kararını verdi!

Bahçeli'yi sadece sadece kendi yayın organı sansürlememiş

Türkiye’nin ayağındaki “Pranga”nın adını koysanız!..