Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,2401
Dolar
Arrow
34,4862
İngiliz Sterlini
Arrow
43,5545
Altın
Arrow
2962,0000
BIST
Arrow
9.549

İstanbullu ressam İvi Stangali’nin başına gelenler

İVİ STANGALİ KİMDİ? 

İvi  Stangali 1964  Kıbrıs olayları sırasında  Bakanlar Kurulu  kararı ile  sınırdışı  edilen İstanbul Rumlarından biriydi. Güzel Sanatlar Akademisi’nin Yüksek  Resim bölümünden 1949’da mezun olmuştu. Bedri Rahmi Atölyesinde  yetişmişti.  İvi’nin ailesi Sakız Adası kökenli idi.   Üç kuşaktır   İstanbul’da yaşayan insanlardı. Türk   tebası değildiler. Yunan   vatandaşı idiler. Ailenin  bir taraftan  Fransa bağlantısı vardı.  Enişteleri Fransız  konsolosluğu  kütüphanesinin  müdürü  idi.  İvi’nin  annesi sık sık  Paris’e giden, Fransız modasını  takip eden ve bunu Türkiye’de uygulayan tanınmış bir  kadın terzisiydi.  İş ortağı da Genco Erkal’ın annesi  idi. Birlikte  Mısır  Apartmanında bir  dükkanları vardı. Eşi çok  genç bir yaşta ölmüştü.  İki kızı vardı.   İvi ve Talya.  Büyük  kızı İvi, 1922  doğumluydu. 

RUM KIZI  İVİ   GÜZEL SANATLAR  AKADEMİSİNDE 

Zapyon’da okutulmuştu ve Fransa’da tahsiline devam etmesi düşünülüyordu. Öğretmenleri  edebiyat, sanat ve felsefe alanında  yetenekli  buluyorlardı İvi’yi.   Ama o   ısrarla ressam olmak istiyordu. 

1942’de 20 yaşında Akademiye misafir öğrenci olarak  kabul edildi. Akademi Müdürü Zeki Faik İzer  onu Bedri Rahmi’ye götürdü. İlk günlerden başlayarak hocasının  verdiği ödevleri titizlikle yapan,  onun   bütün öğütlerini  dinleyen, her yerde eskizler yapan, hocasının sözlerini  kutsal kitaptan pasajlar  gibi  defterine kaydeden İvi Stangali,  öğrenci  olarak   sevilen , beğenilen genç bir kadındı.  

Sınıf arkadaşı   Fikrem Otyam’ın ifadesi ile “sınıfının  meseni idi”.  Sanıyorum ki, okula başladığında , Türkçesi  pek iyi değildi. İstanbul rumlarının  Türkçe seviyesinin gerisinde olduğu  anlaşılıyor.  Aile ortamında  Rumca ve  Fransızca konuşuluyordu. 

Birkaç kız öğrenci dışında   resim bölümü  erkek öğrencilerden oluşuyordu. Herkesin ondan hoşlandığı, herkesin  onunla vakit  geçirmek istediğinden   hiç kuşku yoktu.  Akademinin yüksek  bölümünden mezun olduktan sonra   bu güzel Rum kızı,   ressam olarak   bazı iş imkanları  buldu.  Hocası Bedri Rahmi’nin de desteğiyle.  

İVİ’ NİN   MARİ’NİN  BOŞLUĞUNU DOLDURMASI 

Bilirsiniz  Bedri Rahmi, akademinin heykel bölümü  öğrencilerden Mari Gerekmezyan ile bir ilişki yaşamıştı. Bu  ciddi bir aşk  ilişkisiydi.  Eşi Eren (Ernestine)  ile evlliği kopma noktasına gelmişti bu yüzden.   İvi  nasıl  talihsiz bir Rum kızı  ise, Mari  de öyle bir talihsiz Ermeni  kızıydı Belki  Mari için  daha talihsizdi  bile  diyebiliriz. 1913’te Kayseri Talas’ta  doğmuştu,  1947’de- 34 yaşında-İstanbul’da  veremden öldü. Akademinin heykel bölümünden  -Rudolf Belling Atölyesi-  birincilikle mezun oldu.  Bedri Rahmi’nin  “karadutu” aslında Türkiye’nin ilk  kadın heykeltraşı idi.  

Bedri Rahmi onu tedavi  ettirebilmek için çok uğraştı. Resimlerini  sattı.  Bir taraftan ilişkinin meşruiyeti  meselesi vardı. Mari Ermeni  cemaaati tarafından kınandı ve  dışlandı.  Mari’nin ölümü  hocayı derinden sarstı. 

Mari’nin ölümü,  Bedri Rahmi’nin  eşi tarafından  bağışlanması  sonucunu verdi.  Bütün kırgınlığına rağmen. Bir de oğulları  Mehmet  vardı tabii  arada.  İvi’nin  akademiye  başladığı  yıllarda   Bedri Rahmi’nin  Mari ile ilişkisi vardı sanırım.   Mari’nin ölümünden  sonra İvi’nin  hocasına daha fazla yaklaştığını tahmin ediyorum.  Hoca  da öyle. Bence bu  ilişki fiziki   yönü olmayan  bir “romance”  idi. Benim  kanaatim budur. 

İvi’nin hocasına bağlılığı, sevgisi, Eyüboğlu ailesinin her işine koşması,   farklı  bir Mari  olarak kabul edilmesini sağladı.  Hatta  aileden biri gibi benimsendi. Vergi borç ve makbuzlarının takibinden, Lütfiye Hanım’ın (Sabahattin ve Bedri Rahmi’nin  annesi) ilaçlarının temin ve    tedavisine kadar  her şeyin İvi  tarafından  takip edildiğini  biliyoruz.  Narmanlı’daki atölyenin  idare sorumluluğu  dahil. 

Bence İvi de, hocasının kendisine “sınırda  kalan  ilgisinden   hoşnuttu”. Hocası  tarafından çok seviliyordu. Ve tamamen  özgürdü.  Birlikte  bir çok yerde çalıştılar.  1958’de Brüksel Fuarında Türk pavyonu için,   1959’da  NATO karargahı için  mozaik pano yaptılar.  Her iki eser de  çok ilgi gördü.  İvi hep hocasının  yanındaydı. 

İvi’nin  ikame-karadut  rolü, aile için sorun teşkil etmedi.  Bu arada İvi,  bir ressam olarak,  akademide ve entelektüel  çevrelerde tanınan bilinen biri olmuştu.   İvi, Sabahattin Eyüboğlu, Cevat Şakir, Azra Erhat’ın  öncülük ettiği Mavi Anadoluculuk  ekibine de çok yakındı.  Bu ilişkiler  sayesinde, Başta Azra Erhat – A. Kadir  çevirisi  İliyada  Destanı olmak üzere, bir çok kitabın   kapak ve iç çizimlerinin tasarımını yaptı.   Birkaç tane daha ekleyelim. Jack London,  Ateş Yakmak,   Thomas More, Ütopya, Nevzat Üstün, Cüceler Çarşısı  gibi.  Bütün bunlardan , 50’lerin sonunda İvi’nin  tanınan  biri olduğu sonucunu çıkarabiliriz . 

İVİ  NEDEN   YUNAN  UYRUKLU  İDİ ? 

İvi, 1964 sonbaharında   kucağında  henüz bir yaşında olmayan   kızı  Maya ile Atina’ya indiğinde     Türkiye  doğumlu bir Yunan vatandaşı  idi.   Peki Neden? 

Bilindiği gibi, Lozan Barışı,  İstanbul’da yerleşik Rumları (etablis)     mübadele kapsamı dışında tutmuştu.  Bu nedenle İstanbul  Rumları Türk  vatandaşlığını  iktisap ettiler.  Ermeniler ve Yahudiler gibi. Hatta Fener Rum Ortodoks Patriğinin  bir İstanbullu   olması gerekiyordu. Bununla  ilgili erken bir kriz ,  bu koşullara uymayan Konstantin Araboğlu’nun  sınırdışı edilmesi  ile sonuçlandı. 

Mübadele  Türk ve Yunan hükümetleri  tarafından sıkı bir şekilde uygulandı  İstanbul’da  yaşayan Yunan tabiyetindeki  Rumlarla  ilgili ayrıntılı bilgim yok.  Onlara ne oldu?   Haklarında nasıl bir   rejim uygulandı? Ülkelerine dönmüş olmaları gerekirdi.   Benim  merak ettiğim   Venizeloz’un 1930    ziyaretine  kadar  bu    konumda olanlar nasıl bir muamele gördüler?   Stangali ailesi  nasıl İstanbul’da ikamet etmeye  devam etti.

 1930’dan  sonra yakınlaşma arttı. Türkiye’deki Yunanlılar  sorun olmaktan çıktı.  Bence aile,  Avrupa ile iş bağlantıları olduğundan Yunan  uyruklu kalmayı tercih etmiş olabilirler.   Bir de şu  noktayı hatırlatmakta yarar var. Resmi  Türk politikası Türkiye’de  yaşayan Rum  sayısını çoğaltmak değil   asgari düzeyde tutmak düşüncesindeydi.  Türk  vatandaşlığı  ilgili makamlara  birkaç evrak ibraz ederek  kazanılabilecek bir şey değildi.  Bunun da  ötesinde,  özellikle Fransa’da Türk  değil Yunanlı görünmek istemiş olabilirler. 

İVİ’NİN  DAYISININ  YUNAN ORDUSUNDA  SAVAŞMIŞ OLMA İHTİMALİ 

Ege’de Yunan işgali  başladıktan sonra, Adalardan iskan edilmek üzere  Rumlar getirilmişti.    Cemiyeti Akvama Rum sayısını  fazla gösterebilmek için.  1922’de  Özerk  İyonya  hükümeti de  ilan edildi.   Müttefikler aldırmasa  da. Yerli  Rumlardan  İyonya ve Kidonya  tümenleri de vardı işgal ordusunda. Amaç önce  Aydın Vilayetinde  (şimdiki  Ege bölgesi)    bir özerk cumhuriyet  kurmak. Sonra Cemiyeti Akvamdan referandum isteyip, Yunanistan’a iltihak etmekti.  İvi’nin  aile kökeni Sakız  Adalı  olduğuna göre,   dayısı belki  de Yunan  vatandaşı  olarak  silah altına alınıp , Anadolu’ya  gönderilenler arasında  olabilir.  Şu ihtimal de var: Dayısı Aydın  vilayetinde yaşayan  Osmanlı  tebasından biri de olabilir.  Her iki durumda da eli silah  tutan  bir  Rum için hiç de şaşırtıcı bir  durum değil.  

Çünkü  hatırlanacağı üzere, Sakızlılar  açısından travmatik  bir olay vardır: Sakız İsyanının bastırılma biçimi.  Onun  için Sakızlı kimliği  Osmanlı’ya direnmek demektir.   Belki de bu durum, Stangali  ailesinin İstanbul’da  yaşamasına rağmen  Yunan  tabiyetinde  kalmasının nedeni   olabilir. 

1964 SINIRDIŞI KARARININ  ARKA PLANI 

Türk  Yunan  ilişkilerinin  travmatik iki temeli vardır. Birincisi,  Anadolu’yu işgal planının “Büyük Felaket”   ile sonuçlanması  ve nüfus mübadelesi. İkincisi ise , Kıbrıs  sorunudur. Türkiye  adaya haklı/meşru  müdahale hakkını  kullandı.   EOKA’nın  imha etmeye çalıştığı Kıbrıs Türklerini kurtarmak maksadıyla.  1964’te de, 1974’te de. 

Bununla birlikte, Türkiye  ile Yunanistan arasında 1930 ‘dan 1955’e kadar   (6-7 Eylül olayları)  çeyrek asırlık  bir  balayı   yaşanmıştı. Bunun nedeni Büyük Atatürk’ün, Venizelos’a uzattığı  barış ve dostluk eliydi.  1930’da  Yunanistan başbakanı Venizelos Türkiye’ye geldi. Hatta Yunan Başbakanını  İsmet Paşa,  İstanbul  Haydarpaşa Limanında  karşıladı. Gerici bazı sitelerde,  İnönü ve Venizelos’un  eşleri ile birlikte resimleri  alaylı bir  şekilde kınanır gördüm. Şöyle yazılmış “bunun  için mi savaştık”  Savaştan sadece sekiz yıl sonra  Türkiye’nin  barışı kurma başarısını  beğenmiyorlar. Lozan’ı   beğenmedikleri  gibi.  Ankara Anlaşması “etablis sorununu” çözdü. İki  ulusun uygarca  birbirine yakınlaşmasını sağladı.  Ve Türk önderlerinin  ne kadar ileri  görüşlü olduklarını  gösterdi. 

İkinci Dünya Savaşında Yunanistan Alman faşizmi tarafından ezilmiş, büyük sıkıntılar  çekmişti.  İki ülke, Kuzey Atlantik İttifakına kabul edildikten  sonra  ilişkiler daha da yakınlaştı.  Kral I.  Paul, 1952 Haziranında Türkiye’yi,   Cumhurbaşkanı Celal Bayar  da aynı yılın Kasım  ayında  Yunanistan’ı  ziyaret etti. 

İnönü de Venizelos’un ziyaretinden sonra, Yunanistan’ı  1931’de  ziyaret etmiş ve çok  sıcak   karşılanmıştı. İlişkilerin bozulması 1955’ten sonradır. O zamandan  beri Türk -Yunan ilişkileri  zaman zaman düzelmekle birlikte,  daima  gerilimli bir  zeminde yürür. 

1930 Ankara Antlaşması,  Türk-Yunan ilişkilerinde bir çok sorunu  çözerken, İstanbul’da oturan Yunan tabiyetindeki Rumlara uzun süre oturma ve çalışma izni  sağlamıştı.  İşte İvi’nin  ailesi   bu izinden yararlanan, oturma ve çalışma izni olan bir aile idi. 

Türk tarafının Yunanistana bu  jesti ile, Türk  vatandaşı etablis  Rumlarla, Yunan tabiyetindeki  Rumlar  fiilen eşitlenmiş oluyordu. Türk  hükümeti neredeyse  sürekli oturma ve çalışma izni sağlamış oldu.   1950’lerde bir başka  jest Patrikhane ile ilgilidir. New York Metropoliti, Lozan Antlaşmasına aykırı bir şekilde  Rum Ortodoks   Patriği  olarak kabul edildi. Oysaki  1925’te Patrik Araboğlu,  İstanbul Rumu olmadığı için sınırdışı  edilmişti. 

Çeyrek asır süren bu balayını bitiren  Kıbrıs’ta Türklere yönelik  EOKA  eylemlerinin başlaması oldu. EOKA, Grivas  tarafından kurulmuş,  Enosis’i  hedefleyen silahlı bir örgüttü. Örgüt, İkinci Dünya Savaşının  sona ermesinden sonra  adayı Yunanistan’a ilhak  etmek için kurulmuştu.  Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan sonra EOKA  eylemlerini  devam  ettirdi. Eylemler  1963 Kasımında Kanlı Noel  ile zirveye ulaştı. 

Cengiz Topel’in uçağının  düşürülmesi, işkence ile öldürülmesi, Türkiye’de yaşayan Rumlara  yönelik  infiale yol açtı. Burada  asıl mağdur kuşkusuz  İstanbul Rumları  oldu. Onlar  vatandaşımızdı.   Ama sıradan insanlar açısından  Rum Rumdu. Yerlisi de  Yunan tabiyetinde olan da aynıydı. 

TÜRKİYE VE YUNANİSTAN’DA  SİYASİ İSTİKRARSIZLIK 

Her iki ülkede de siyasi istikrarsızlık vardı. Türkiye’de  1961  demokrasisi yeni kurulmuştu. İnönü başkanlığında  farklı  partilerle koalisyon  hükümetleri denendi.  İnönü, Kennedy’nin  cenazesine gittiğinde, koalisyon ortakları YTP ve  CKMP   hükümetten  çekildiler. Başbakanın dönüşünü  bile beklemediler. İnönü’nün  kurduğu  üçüncü koalisyon  çok daha zayıf bir hükümet oldu. Bağımsızlar  ile kurulan  bu hükümet aslında gerçek bir ekseriyete  dayanmıyordu.   Kıbrıs  gerginliğinin  çatışmaya dönüşmesi,  karşılıklı  misillemelerden sonra   Türkiye’de yaşayan Yunan vatandaşlarının  sınırdışı edilmelerine sıra geldi. Türkiye 1930 anlaşmasını feshetti.  Hükümet  sınırdışı  kararlarını aldı. Bu tarihte  İçişleri   Bakanı CHP’li Orhan Öztrak  idi.  Resmi rakam 12.000  olmakla birlikte,  Levanten evliliklerle birlikte sayının 30.  000’e yaklaştığı söyleniyor bazı kaynaklarda.   Bu, İstanbul’da doğmuş  insanların  anne babalarının  mezarlarını bırakmaları,  kökenlerinden  sökülüp atılmaları anlamına geliyordu.  İvi Stangali  gibi. 

Yunanistandaki  durum da pek iç açıcı değildi. İç savaştan sonra   monarşi  restore edilmiş,   Kral I. Paul sürgünden dönmüş,  çok partili hayata  yeniden dönülmüştü. Biri  muhafazakar  öteki  liberal iki siyasi hareket başka adlarda  yine  doğmuşlardı.   20’lerdeki gibi.  Paul,  1964’teki ani ölümüne kadar Yunan  tahtında kaldı.  Ancak 60’larda  Yunanistanda olağanüstü  bir siyasi istikrarsızlık vardı. Yunan politikasındaki  sağ-sol ayrımı  Yorgo Papandreu-  Konstantin Karamanlis üzerinden devam   ediyordu.

Birbirlerini çok yakın oy oranları ile   1963 ve 1964’de  iki erken seçim yapılmıştı. Sonunda Yunan solu   iktidara geldi.  Ama  siyasi istikrarı sağlayacak bir çoğunluk söz konusu değildi. Baba  Papandreu’nun   hükümeti  yeni  kurduğu  evrede Türk-Yunan ilişkilerindeki gerilim  tırmandı. Karşılıklı  misillemelere  dönüştü. Yunan tabiyetindeki  Rumların  Türkiye’den sınır dışı  edilmeleri olayını bu bağlamda  değerlendirmek gerekir. 

İVİ’NİN  DİLEKÇESİ 

İvi’nin  başlangıçta çevresinin  kendisini kurtacağından   emin olduğunu  söyleyebilirim. İstanbul Valiliğine yazdığı dilekçe son derece içtendir: 

“1922’de İstanbul’da doğdum. Yunan uyrukluyum. Annem babam İstanbul’da doğup İstanbul’da öldüler. Zeynep Maya adında 11 aylık bir kız çocuğum var, kocam yok. Bugüne kadar yüzde 100 Türk olan bir çevrede yaşadım. 1942’den 1949’a kadar İstanbul G. S. Akademisi Resim Bölümü’nde Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesine devam ettim ve o tarihten bugüne kadar hocam Eyüboğlu’nun, gerek yurtiçinde gerek yurtdışında yaptığı büyük ölçüdeki tablo ve mozaik işlerinde asistan olarak çalıştım. Bu yurda bağlılığımı, takriben 10 yıl önce yurttaş olmak üzere gereken resmi müracaatı yapmış olmakla ispat ettiğim kanaatindeyim. Bütün dileğim, Türk vatandaşı olarak, doğup büyüdüğüm bu memlekette kızımla beraber kalmaktır” 

  Dilekçenin  arkasına  eklenen  destek dilekçesi de  küçük çaplı bir “Aydınlar Dilekçesi” olup ,  imzacıları yeterince açıklayıcıdır.  Şadi Çalık, Emin Barın, Ahmet Kudsi Tecer, Yaşar Nabi Nayır, Arif Keskiner, Azra Erhat, Mualla Anheger, Ferzan Baydar, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Turan Erol, Devrim Erbil, Bahri Savcı, Sabahattin Eyüboğlu, Yaşar Kemal, Vedat Günyol, Nurullah Berk, Utarit İzgi, Nuşin Asgari, Cevat Dereli, Namık Bayık, Nedim Günsür, Emine Günsür.

Ama tarih bize şunu gösteriyor. Karşılıklı öfkenin  hakim olduğu  durumlarda ince ayar yapılmaz. Yapılamaz. Bu arada  bigünah  insanlar arada ezilirler.  İvi’nin  sınırdışı edilme hikayesi  tam da böyle oldu. 

BEDRİ  RAHMİ’NİN  İVİ’Yİ KURTARMA GAYRETLERİ 

Bedri Rahmi’nin    İvi’yi kurtarmak için İsmet Paşa  dahil  epey bir kişiyle  görüştüğü anlaşılıyor.  İsmet Paşa’nın bu konuda tavrının, Nazım Hikmet ve Sabahattin Ali  vakalarındaki gibi olduğunu  sanırım.  Olaya  hissiyat dışında “devlet mantığı”  ile yaklaşmıştır. Neticede İvi,  1964 Ekiminde  kucağında  11 aylık bebeği Maya  ile birlikte Atina’ya  indi.   20 dolar para ve 20 kg  kişisel eşya ile. 

Bu arada  Maya’nın  babası Çetin Altan’ın  konu ile  ne kadar  ilgisi vardı.  Yıl 1964 idi. Çocuk 1963’de doğmuştu.  Ünlü yazar evlilik dışı çocuğunu  gizliyordu. Zaten İvi de Maya’nın babasından  bir şey beklemiyordu.  Özgür kadın İvi Stangali, eğer şartlar  başka  türlü gelişseydi kendi soyadını verdiği kızı  Maya ile Türkiye’de yaşamaya devam ederdi.   10 yıl önce  yaptığı vatandaşlık  başvurusu olumlu sonuçlanabilirdi.  Evrak önemsenmedi. Savsaklandı.  1964’te  tekrar  gündeme geldiğinde ise, Kıbrıs meselesi   ve  karşılıklı  misillemeler ortamında   politikacılar  İvi  lehine  bir şey yapmak istemediler.   

İVİ STANGALİ ATİNA’DA  NASIL  YAŞADI ?

İvi, Yunanistan’da 35 yıl yaşadı.  Kendisine pekala yeni bir hayat kurabilirdi.   10 yıl dükkandan  bozma bir mekanda  kızı Maya’yı büyütmeye çalıştı.  Kızkardeşi dahil,  akrabalarının kendisine  sahip çıkmadıkları anlaşılıyor.   Bunun  ötesinde, kendisi,  iyi Fransızca konuşan ,   Akademinin  yüksek  kısmından mezun bir ressamdı. 

Mübadillerin yaşadıklarına benzer sıkıntılar  yaşadı. Fransa’ya gidebilirdi. Dinolar  (Abidin ve Güzin) Fransa’da idi. Bedri   Rahmi, Fransa’daki Türk çevresi  ve ressamlar üzerinden kendisi için imkanlar  bulabilirdi.  Küçük bir kız çocuğu ile-60’lar  Atinasında- önemsenmeyen bir  deporte olarak  yaşamaya devam etti.   Kırgın ve küskündü. Bence bu psiko-patolojik bir  ruh  hali  olarak  tanımlanabilir.  Kendisini ve kızını  maddi  ve manevi  anlamda kurtaracak bir hamle  yapamadığı anlaşılıyor.

ESKİ ÇEVRESİ VE AİLESİ NE YAPTI? 

10’lar   Grubundan  yakınlarına gelince,  Mustafa Esirkuş, Nedim Günsür, Turan Erol, Orhan Peker, Leyla Gamsız, Mehmet Pesen, Fikret Otyam gibi arkadaşları  neler  yaptılar acaba? Galile Denizi kitabında  üç  şiiri  ile onu kutsayan İlhan Berk bir şey yapmış  olabilirdi mesela?  

Bir zamanlar  etrafında ilgi halesi yaratan bu insanlar  ne kadar  temas kurmaya çalıştılar. Doğrusu  merak ediyorum. Bence her biri  kendi hayat  gailesi içinde onu  unuttu. Turan Erol  ile  yazışmaları   var örneğin.  Bir kısmı sürgün öncesi  dönemden kalma mektuplar bunlar. Gözlerinde Öperim başlıklı kitabında yer verdiği.   Fransız konsolosluğunda kütüphane  müdürü olan eniştesi ve teyzesi  belki  de Fransa’ya döndüler.  Kardeşi Talya 1962’de  evlenmiş,   anneleri çoktan ölmüştü. İvi, Atina’da yapayalnızdı anladığım kadarıyla. 

İVİ’NİN  HÜZÜN VERİCİ  HAYATI 

Bir başka önemli nokta, İvi, hayatının  önemli bir kısmında levanten-burjuva bir hayat  yaşamıştı. Çok varlıklı  bir aile ortamında  olmasa da.   Türkiye’nin en kalbur üstü  insanlarının  bulunduğu   aydın  bir çevrede bulunmuştu.  İvi için Atina hayatı her  anlamda  şiddetli bir gerileme, statü kaybı oldu.    İnsani açıdan   hayatının son 35 yılı  elem verici olmuştur. 

Bir de merak ettiğim şey şu,   hiç Türkiye’ye  gelmek istedi mi?  12 Mart’tan veya 12 Eylül’den sonra  gelebilirdi.  Siyasi  koşullar  uygundu.  Türk-Yunan  ilişkileri  zaman zaman kötü seyretse de,  olumlu geçtiği dönemler de oldu. Hayatının  sonuna doğru bunu yapabilirdi. Ama sanmıyorum.   İvi, yaşam enerjisini, kendi  melankolisini  yeniden  üretmek için kullanmış, sürekli umutsuzluk  onun hayat  tarzı olmuş.  Hikayesi benim için hakikaten   çok üzüntü verici. 

İVİ’NİN   SÖNDÜRÜLEN IŞIĞI 

İvi’nin bulunduğu    ışığını  Türk  ve Yunan tarafındaki   dar görüşlü  politikacılar söndürdü. Akademide,  Karabaş kahvesinde,  sergilerde  etrafından ayrılmayan hayranları   hepsi zaman içinde onu  zihinlerindeki  hatıralar dosyasına kaldırdılar. Her şey zamanla  soldu. Yitip gitti.  İvi  herkesin sevdiği bir çiçekti. Sürekli açtığını görüp gülümsediği. Vatandaşı olmasa  da vatanı  bildiği ülkesinden koparılıp atıldığı için havasız , susuz kaldı.  Başka toprağa ekilince,  tutmayan çiçekler  gibi, boynu büküldü,  kurudu, soldu gitti. 

KIZI MAYA’NIN  BABASINI   BULMASI 

Maya Stangali’yi  önce yanlış   yerlerde  aradım.  Adının  Zeynep Maya  olması  beni  yanılttı.  Çetin Altan’ın Ahmet  ve Mehmet   dışında  bir de  kızı  vardır  malum.  İsmi Zeynep olan.  Başka bir anneden  olduğu    gizlenen  bir kız olarak tasavvur ettim önceleri.  Gönül Yazar’ın Simavi’den olan  kızı Yasemin gibi. Çetin Altan’ın  12 Mart  günlerinden kalma bir tahliye   resminde   arkada görünen kız çocuğunun o olabileceğini  düşündüm .   Zeynep ile  Zeynep Maya Stangali’nin  aynı kişi olabileceğini  düşündüm bir süre.  Okudukça senaryomun yanlışlığını  anladım . Durum aydınlandı. 

Maya, babasının kim olduğunu  annesinin hayatının sonuna doğru öğrenmiş,  İvi, 1999’da hayata veda etmeden  kısa bir süre önce. Arif Keskiner (Çiçek Arif) üzerinden  Çetin Altan’a ulaşılmış,  ünlü yazar kızının varlığından haberdar  edilmiş, ilginç olan, Çetin Altan’ın  “ben onun  erkek çocuk olarak  hatırlıyorum”  demesi.  İvi, Maya henüz 11  aylık iken Türkiye’den ayrıldığına  göre   demek ki Çetin Altan çocuğunun doğumu ile pek ilgili  olmamış. Öyle görünüyor.   

Maya, Fransızca konuşan, Akademinin  yüksek kısmını bitirmiş bir annenin  kızı olarak Atina’da tek  odalı-  20 metre kare-bir evde   büyüdü. Annesi  kızını besleyebilmek için çoğu zaman sadece ekmek  ile öğünleri geçiştiriyordu.  35 yaşında  annesini kaybettiğinde  babasının   kazada  ölen bir şoför olmadığını artık biliyordu. 

Sonunda babasını buldu.  Kerime Hanım  (Ahmet, Mehmet ve Zeynep’in annesi)  o tarih itibariye çoktan vefat etmiş bulunuyordu. (1991)  Çetin Altan çocuklarına  durumu açıkladı. Babasının  kapısını ilk kez çaldığında  çok iyi karşılandı. Yemekler  yenildi.  Tatile   çıkıldı. Güzel bir  kavuşma gibi  görüyordu.  Daha sonra  ne kadar  görüştüler bilemiyorum. Maya, 2015’te  babası  vefat ettiğinde  cenazesine gelmiş, kardeşlerinde  bu kez  bir soğukluk hissetmiş. Bu tavırlarına şaşırmadım doğrusu.Malum terekenin  taksimi  meselesi var.  Maya pekala  ben de hakkımı  istiyorum diyebilirdi. Ama demedi. 

BEDRİ RAHMİ’NİN   MEKTUPLARI  SERGİSİ 

2015’te Hughette Eyüboğlu ve Ruken Kızıler  birlikte  İş Bankası Kültür  yayınlarından  bir kitap çıkardılar. Hughette, Bedri Rahmi’nin Kanadalı  gelini.  Kitabın başlığı “Biz Mektup Yazardık”  büyük boyda çok şık  bir yayın.  Hugette Hanım, Bedri Rahmi’den müdevver mektupları Türk düşünce ve sanat hayatına armağan etmiş oldu. Sayfaları  çevirdikçe  cumhuriyet seçkinleri gözünüzün  önüne geliyor.  Daha sonra, İş Sanat, 2019’da bunu bir sergi ile  taçlandırdı.  Kibele Sanat Galerisinde. Bu kez sürpriz bir konuk  da vardı. İvi’nin  kızı Maya Stangali.  

Maya’nın  resimlerini  görmüştüm. Tek  video kaydı da bu  sergide  kendisi ile yapılan  röportaj. Yüzündeki  ifadeyi inceledim.  Arif Keskiner (Çiçek  Arif)  annesi İvi’yi,   “güzel bir Rum kızıydı. Modigliani’nin kadınları gibi, uzun boyunlu, sülün gibi bir kızdı”    diye  tanımlamıştı  kitabında.     Ben de Maya’da gördüm  bu özellikleri. 

SOLMAZ KAMURAN  HANIM VE MAYA’NIN  BİR RESMİ 

Solmaz Kamuran Hanım ve Maya’nın birlikte  resimlerini  gördüm .   Biri, Çetin   Altan’ın   ikinci eşi. Hayatının  1996’dan sonraki döneminde birlikte  olmuşlar. Yazar, çevirmen,  köşe yazarı ve diş  hekimi. Öteki  İvi’nin kızı Maya. 

Çetin Altan, birinin  kocası, öteninin babası ama,  resme  sinen değişik  bir hava var.  Biri  Kerime Hanım’ın   boşluğunu doldurmuş, iyi de olmuş.   Bence gayet makul, mantıklı, hatta ünlü yazarı hayatının son döneminde iyi yaşatmış bir  evlilik  bence. Gene de ikame  bir şeyler var. Öteki de  35’inden sonra  da olsa babasını nihayet  bulmuş olan Maya Stangali. 

Ahmet, Mehmet ve Zeynep açısından  ise sonradan  ortaya  çıkanlar. Belki de  babalarını sonradan  paylaşan Hariciler. 

İVİ’DE ANLAYAMADIĞIM ŞEY 

İvi’de anlayamadığım  şey, Çetin Altanla ilişkisi  değil, ondan çocuk sahibi olma  isteğidir. Maya, 1963 doğumlu olduğuna göre,  41 yaşındaydı  bir evlat  sahibi olduğunda. Babasının kim olduğu çok  dar bir çevrede biliniyordu. 

Çetin Altan, entelektüel çevrelerde çok tanınan okunan  bir köşe yazarı idi.  Daha sonra TİP    listesinden milletvekili oldu. Bu kalemi  güçlü evli adamdan bir çocuğu oldu. Ona Zeynep  Maya adını verdi.    İvi’nin Çetin Altan tercihi  üzerine Psikiyatri  bilim alanının söyleyeceği  şeyler olmalı. 

ÇETİN  ALTAN’IN YARATTIĞI  HAYAL KIRIKLIĞI 

80’lerde üniversite öğrencisiydim. Çetin Altan daha önce  Akşam ve Milliyette yazmıştı.  Taş ve Şeytanın  Gör Dediği  köşelerinde. O zamanlar Güneş gazetesinde yazıyordu.  Her gün vapurla okula giderken  İskelenin yanındaki gazete bayiinden   mutlaka  Güneş alır,  okurdum  Çetin Altan’ı.   Roman ve deneme yazılarını da okudum ünlü  yazarın.  Düşünce kıvraklığı, söz bilgisi ustalığı etkileyiciydi.   Sonra  devirler  değişti.  O da değişti. Bunun üzerine yazacak  değilim elbette  burada.   Fakat benim için önemli olan  gençliğimde yazılarını  okuduğum, düşüncelerine katıldığım  bir yazarın  çocuğunun  varlığından, nerede   nasıl yaşadığından bihaber olmasıydı. 

35 yıl onlarla  temas kurmaması, onları  merak etmemesi,  hayatları ile ilgili  hiçbir  girişimde bulunmaması; İşte beni  hayal kırıklığına uğratan buydu.