1960’LARDAN İTİBAREN ÖZAL-DEMİREL İLİŞKİSİ
Özal ve Demirel 1960 İhtilali ortamında askerlik yaptılar. Özal yaşça daha küçük olmasına rağmen 1959'da askere gitmişti. Ordonat Sınıfında yedek subay olmuştu.
Demirel ise Demokrat Parti'nin DSİ Genel Müdürü olduğu için 36 Yaşında olmasına rağmen askere gitmemişti. Menderes hükümeti Demirel için her yedek subay celp döneminde onun için Genelkurmay’dan sevk tehiri talep etmişti.
Demirel ihtilal olduğunda İspanya’daydı. Büyükelçi Suat Hayri Ürgüplüydü. Onunla istişare etti. Türkiye’ye döndü.
İhtilalciler onu Demokrat Parti'nin adamı olarak gördükleri için asker kaçağı muamelesi yapmak istediler. Hatta Demirel'e kelepçe takılmak istendiği söylenir. Türkeş, Demirel’in derdest edilerek sevkine kendisinin engel olduğunu söylemişti MC hükümetleri zamanında. Türkeş’in ifadesi böyle olsa da bence işin arkasında başka dinamikler olmalı.Ona da birilerinin güçlü bir telkinde bulunduğunu sanırım. Demirel'in askere alınması (kıtaya sevki) sırasında “ihtilalci şiddeti” engelleyen güç bence mason biraderler telefonudur. Sezgilerim bu yönde. Ama ispat edemem.
Ortalık sakinleşince, Milli Birlik Komitesinin Demirel’e uyguladığı rejim değişti. Demirel ve Özal Devlet Planlama Teşkilatının kuruluşunda görevlendirildiler. Hükümetin talebi Genelkurmayın onayı ile. Demirel ile Özal arasındaki “abi” hukukunun burada geliştiğini sanırım.
Demirel-Erbakan-Özal üçlüsünün kariyer açısından en geriden izleyeni Turgut Özaldı. Demirel 1965'te Başbakan olunca Özal'ı Devlet Planlama Teşkilatı müsteşarı yaptı. Amerika'dan piyasaya büyük bir inanç ile dönmüş olan Özal'ın planlamanın müsteşarlığa getirilmiş olması epey ilginç doğrusu.
Özal İTÜ’de mühendislik, Amerika'da içeriği tam belli olmayan işletme/ekonomi eğitimi almış bir yüksek teknokrattı. Bu kimliği ile büyük sermaye gruplarında yöneticilik yapmaya devam etti. En son Sabancı grubunda çalışmıştı. Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası Başkanlığı (MESS) yapdığını da unutmayalım bu arada. Özal’ın bu sınıfsal bağlantılarını anlamlı buluyorum.
Demirel-Özal-Erbakan mühendis üçlüsü içinde kapitalist dünyanın tam ortasında olan Turgut Özal'dır. Eylemli olarak bu dünyanın içindedir. Diğerleri ilgili/ilişkilidir.
TÜRKİYE KAPİTALİZMİNİN BUNALIMI VE ÖZAL
1979'da Demirel Adalet Partisi azınlık hükümetini kurdu. Ecevit’in istifası üzerine. 1970’lerin ortalarında sermaye derin bir krize girmişti. Bununla eş zamanlı olarak ağır bir kamu düzeni sorunu da vardı. Bir başka önemli nokta daha vardı: sendikal mücadelenin epey güç kazanmış olması.
1960'lardan beri yükselen sendikal mücadele neticesinde işçi sınıfının gelir seviyesi yükselmişti. Özellikle DİSK’e bağlı iş kollarında işçi sınıfının üretim sürecinden aldığı pay dikkat çekecek bir oranda büyümüştü. Bu durum şiddetle kaynağa ihtiyaç duyan burjuvaziyi dar boğaza sokmuştu. Türkiye kapitalizminin çarkının döndürülmesi çok zorlaşmıştı.
Başbakan Demirel Özal'ı göreve çağırdı.Çağrı kapitalizmin en büyük teknokratının siyasi iktidar tarafından davet edilmesi anlamına geliyordu. Demirel kendisini Başbakanlık müsteşarı ve Devlet Planlama Teşkilatı müsteşar vekili olarak atadı. 24 Ocak kararlarının Turgut Özal tarafından alınması ve uygulanmaya başlamasının sınıfsal temeli budur
TURGUT ÖZAL BAŞBAKANLIK MÜŞTEŞARI
Demirel azınlık hükümetinin kurulmasının nedeni 1979 kısmi milletvekilliği ve Senato seçimlerinde Adalet Partisinin 1960'lardaki başarılarını hatırlatan yüksek bir başarı göstermesiydi. Ecevit “demokrat” bir tavırla istifa etti. Demirel’e bir çok alternatif önerdi. Demirel bunların hiç birini kabul etmedi. Örtülü MC hükümetini kurdu.
1974'ten ki petrol şokundan beri Türk hükümetleri gittikçe ağırlaşan dış ticaret açığı, ödemeler dengesi ve döviz dar boğazı sorunlarıyla başa çıkmaya çalışıyorlardı. Çözümler, IMF'nin isteklerini tatmin etme, borç erteleme ve yeni kredi alabilme yöntemleri ile sınırlıydı
Süleyman Demirel 1980 başında bir de uyarı mektubu almıştı. Bu mektup cihet-i askeriye sıkıyönetim ve daha fazla yetki istiyorlardı. Demirel’in yanıtı şöyle oldu: ”General Muğlalı yetkileri” bu devirde verilemez.
Bahse konu mektup Cumhurbaşkanı Korutürk aracılığıyla verilmişti. Muhatap parlamento ve hükümetti. Kamuoyuna açıklanmamıştı. Mektup “light” bir 12 Mart muhtırası olarak yorumlanabilir.
Metin dikkatlice incelendiğinde ordunun idareye el koyma niyeti seziliyor. Fakat ekonomik durumun neredeyse yönetilemez durumda olması onları tereddüt içinde bırakıyordu
TURGUT ÖZAL’IN 12 EYLÜL REJİMİ İÇİNDEKİ YERİ
Milli Güvenlik Konseyi 12 Eylül rejimini toplumu zapturapt altına alma işi olarak gördü. Bu asker bakışı ile doğruydu da. Ama asıl işlevi burjuva düzenini kurtarmak oldu.
12 Mart'ta Memduh Tağmaç’ın söylediği şu söz 12 Eylül için de geçerlidir. Tağmaç Paşa, “Toplumsal uyanış iktisadi gelişmenin önüne geçti” demişti. 12 Mart gibi 12 Eylül de toplumu stabilize etmek için yapıldı. Bu sözler iki müdahalenin de hangi sınıfsal temele oturduğunu gösterir.
Ancak kapalı rejim koşullarında sermayenin istikrar programı uygulanabilirdi. İstikrar programının başında sermayenin adamı Turgut Özal vardı
Milli Güvenlik Konseyi’nin emekli Amiral Bülent Ulusu’ya kurdurduğu hükümette ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığına Turgut Özal getirildi.
Bu karar Türk siyasi tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri oldu. Neden? Cuntanın devirdiği Demirel Hükümetinin en yüksek bürokratı bakan olarak hükümete alınmıştı. Olay hiç karmaşık değildi. Sermaye sınıfının doğrudan bir temsilcisi ekonomiyi yönetmek üzere göreve getirilmişti.
Cunta toplumu suskunlaştıracak Özal da “kapitalist iktisadiyatın hiç de yeni olmayan çözüm sepeti” ile ekonomiyi yeniden yüzdürmeye çalışacaktı. Bu sepetin içinde neler vardı hatırlayalım: Yüksek faiz ile enflasyonu düşürmeye çalışma, tüketimi kısma, ücret gelirlerini baskı altına alma ve işçi sınıfının üretim gücünü ihracat gelirlerine tahvil etme.
ARA REJİM UYGULAMALARI
12 Eylül rejimi bir egemen sınıflar koalisyonuyla yürütülebilirdi. Öyle de oldu. Ortada görünen Milli Güvenlik Konseyi iktidar blokunun görünen kısmıydı.
Milli Güvenlik Konseyi’nin işlevleri şunlar olacaktı: Devlet tekelindeki tek yayın organı (TRT) ve büyük meydan konuşmaları ile kitleleri askeri rejim arkasında hizalamak. Sürekli Atatürkçülük propagandası yapmak. İdarenin meşruiyetini bunun üzerinden sağlamaya çalışmak. Her türlü toplumsal muhalefeti (özellikle solu) ağır baskı altında tutmak.
MGK Atatürkçülüğü ideolojik bir aparattı. İçi boş “Gardrop” Atatürkçülüğünden ibaretti. Bu nedenle çok zayıf bir aparat. Türk Devrimi ifadesi bile kullanılamıyordu. Ortalıkta dolanımda bulunan tek resmi/egemen değer Atatürk ilke ve inkılapları idi. Bunun ne olduğu da belli değildi. Meydanlarda atılan sıkıcı, avami Kenan Evren nutukları dinleniliyor, hararetle alkışlanıyordu. Kur’andan okunan ayetlerle, içeriği boş Atatürkçülük sözleriyle MGK devletine ideolojik üst yapı tahkimatı yapılmaya çalışılıyordu.
Asıl işlev ise devletin uyguladığı baskıydı.12 Eylül döneminde tutuklanan insan sayısına ve sınıfsal kökenine bir göz attığımızda baskının boyutu hemen anlaşılabilir.
MİLLİ GÜVENLİK KONSEYİ AÇISINDAN ÖZAL KİMLİĞİ
Milli Güvenlik Konsey’i Demirel'i Güniz Sokakta gözetim altında tutarken, Erbakan ve arkadaşları MSP davasında yargılanıyordu. Aradan bu kadar zaman geçtikten sonra şunu söyleyebilirim. MGK’nın yönetici seçkinler sınıfının aktörlerine karşı yürüttüğü kampanya dışında esaslı bir derdi yoktu. Onlar meseleyi üst yapıda algıladılar. Özellikle Demirel’e karşı yürütülen abluka iktidar bloku seçkinleri içerisinde bir çekişmeydi bana göre.
Konsey’in Erbakan'a karşı tutumu ise kurucu ideoloji ile ilgiliydi. Ama buna rağmen Özal'a cuntanın Başbakan yardımcılığı ve ekonomiyi yönetme sorumluluğu verilmesi çok anlamlıdır. Peki bu neyi gösterir? Konsey’in yukardaki şerhlerine rağmen altyapının belirleyici olduğunu.
Konsey, bir taraftan Özal’ın 1977'de aday olduğu MSP’yi yargılarken öbür taraftan çok önemli bir görevi ona vermesi Türkiye'de gerçek gücün nerede olduğuna işaret eder.
MSP davasında Erbakan ve arkadaşları sonunda uzun süreli bir yargılamadan sonra Askeri Yargıtay’da beraat ettiler. MSP davasının beraatle sonuçlanması da anlamlıdır. Konya mitinginde sergilenen gericilik müdahalenin gerekçelerinden biri olarak gösterildiği de unutmayalım. 12 Eylül günlerini en rahat geçiren kesim İslamcılar oldu. En kötü geçirenler ise DİSK davasından yargılananlar.
Bu durumu şöyle yorumluyorum: Demek ki MGK’nın laiklikle sorunlu partinin iktidar alanından çıkarılması dışında bir kırmızı çizgisi yoktu. Demek ki MGK Özal’ın -iktisat dışı alanlarda- onlara yakın olmasını mesele olarak görmemişti. Arada uyarmak yeterliydi.
ÖZAL İKTİSADİYATI VE NEOLİBERALİZM
Egemen sınıflar ittifakının asıl büyük partneri büyük sermaye sınıfıydı. Bu sınıfın ara rejim hükümetindeki lokomotifi Turgut Özaldır. 12 Eylül müdahalesinin daha ilk saatlerinde Turgut Özal’ı vazgeçilmez kılan etmenler hegemonya'nın gerçekte kimde olduğunu gösterir.
Koalisyonun asker ve sivil kanatları için iktidar gene de mutlak değildi. Birbirine muhtaçtılar. Özal’ın 24 Ocak reçetelerini uyguladığı 1980-1982 arasındaki dönemin işlevi tökezleyen burjuvaziye kaynak ve zaman kazandırmak oldu.
Özal, Keynesyen iktisadiyata karşı olanların Türkiye’deki temsilcisidir. Bilindiği gibi Keynes elbette piyasayı önemser ama “ ekonominin çarkını devletle” döndürülmesi gerektiğini vaz eder. Özal, ABD’de Reagan, İngiltere’de Margaret Thatcher ile aynı çizgide politikaları uygulamıştır. ABD’de Cumhuriyetçi Parti, İngiltere’de Muhafazakar Parti, Türkiye’de ANAP. Buna neoliberalizm deniliyor. İlginç bir şekilde neoliberalizm, Neo-conservatifler (yeni muhazakarlar) tarafından savunulmuştur
Neoliberaller şunu savunuyorlardı: Her türlü ekonomik ilişkiyi piyasaya bırakmak, devleti özellikle eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanlarından çekmek, bu alanlara kamu kaynağı tahsisini asgariye indirmek. Bu politikalar aslında sosyal devleti kaldırmak anlamına geliyordu. Bana göre bu uygulamalar Malthus iktisadiyatı /Sosyal Darwinizmden başka bir şey değildi.
Bu nedenle Özal'ın politikaları Demirel ve Erbakan’dan farklıdır. Demirel de elbette burjuva politikalarının savunucu idi. Ama onunki sınıfsal dengeleri gözeten bir burjuva siyasetiydi. Burjuvazi öncüdür ama diğer sınıfları da gözetir, kollar. Kemal Karpat bu durumu şöyle yorumlamıştı: “Demirel sağ siyasetin sosyal demokratıdır”
Erbakan’ın Adil Düzeninde ise bir “Asrı Saadet” soyutlaması vardır. Orada da Beytülmale vaziyet eden bir hegemonya sınıfı vardır. Ama takva ilkesi çerçevesinde bağımlı sınıflar himaye edilirler. Buna adalet denilir. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, Erbakan ekonomi- politiğinde aşağı sınıfların rızası önemlidir. Meşruiyetin yeniden üretimi islami ilkeler çerçevesinde hayata geçirilir.
Özal düşüncesinde ise bu kaygıların hiçbirinin yeri yoktur. Bunu belirtelim. Hiç kuşku yoktur ki 12 Eylül rejiminin en başarılı olduğu yön toplumun depolitize edilmesi olmuştu. Konsey Başkanı Evren’in Atatürkçülük nutukları söylem düzeyinde makbul sayılırken gerçek egemen ideoloji Özal’ın şu sözlerinde saklıydı: “köşeyi dönme”
Köşeyi dönme, hegemonyanın etrafında konuşlanan sınıfların-iktidarın kasıtlı görmezden gelmesiyle- servetini arttırma fırsatlarını değerlendirmeleri demekti. Özal’ın aktif olarak görevde bulunduğu iki yıl içinde bu ifadelerin gereğini yerine getiren çok sayıda dinamik liberal müteşebbis oldu.
Ancak, Özal politikaların çöküşünü Banker Kastelli faciası ilan etti. Özal haklı olarak çok kazanmak isteyenlerin aldıkları riskin sonuçlarına katlanmak zorunda olduklarını epey duyarsız bir şekilde duyurdu. Kapitalizm buydu.
ÖZAL’IN TARİKAT BAĞLANTILARI
Turgut Özal’ın iki kardeşi vardır. Korkut Özal ve Yusuf Bozkurt Özal. Onlar da mühendisti. En küçük kardeşi Yusuf Bozkurt’u siyasete sokan Turgut Bey oldu. Korkut MSP’nin kurucularındandır. Bülent Ecevit hükümetinde bakanlık yapmıştır.
Annesi öğretmen Hafize Özal Hanımdı. Şeyh Mehmet Zahit Kotku’nun müntesibi idi. Koktu İskenderpaşa Dergahının kurucularındandır.
Ben Turgut Bey için müntesip kavramını kullanmayacağım. O dergahın bir müdavimi idi. Bu sözcüğü köklü bir angajmanı olmamak anlamında kullanıyorum. Çünkü bana göre, Özal'ın tarikat bağlantısı kapitalist dünya ile bağlantısının gerisinde kalmıştır. Küçük kardeşi Korkut için aynı şeyi söyleyemeyiz. Fevzi Çakmak'ın da küçük Hüseyin Efendi Dergahı ile bağı olduğunu unutmayalım. Türkiye’de sağ cenahta böyle eğilimler hep olagelmiştir. Bir Şeyhe gitmek-konuşmak. Duasını almak gibi. Necip Fazıl’ın Arvasi hikayesini de hatırlayalım.
TURGUT ÖZALIN STERİL SİYASET ALANINA GİRİŞİ
Özal’ın Banker Kastelli olayından sonra Kaya Erdem'le birlikte hükümetten ayrılması Türk siyasi tarihi açısından çok anlamlıdır. Ben olayı şöyle yorumluyorum: Sermayenin Ulusu hükümeti içindeki en önemli aktörü MGK yönetiminden yeterince yararlanmıştı Şimdi tek başına iktidarı alabileceği koşulların oluşmasının bekliyordu. Özal, yakın gelecekte içinde Kaya Erdemin de bulunduğu bir ekiple birlikte ANAP’ı kuracaktı.
Konsey-kendi anlayışına göre 82 anayasası, seçim kanunu, siyasi partiler kanunlarını çıkardı. Geçilecek düzeninin bütün önkoşullarını inşa etti. Türk siyasetini disipline etti. Tanımlanmış yeni koşullarda çok partili düzene geçilecekti.
Danışma Meclisi Başkanı Ord. Prof.Dr. Sadi Irmak ve Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı hocaların “ bize özgü demokrasi” sözleri bu anlama geliyordu.
Özal, görevden ayrıldığı tarihten (1982) iktidarı aldığı tarihe kadar (1983) Kenan Evren’e karşı hürmette kusur etmedi. Kendisinin aleyhinde konuştuğu zaman bile sessiz kalmayı tercih etti. Bana göre Evren’in saf yanını iyi teşhiş etmişti.
Yeni siyasal düzenin en önemli özelliği daha az sayıda siyasi partinin varlığı idi. Az sayıda siyasi partinin temsil edildiği parlamento ve yürütmenin kuvvetlendirilmiş olması iki temel tercihti.
MGK, neticede, 60’ların başından beri sağın şikayetçi olduğu bütün meseleleri çözerek iktidarı egemen sınıflara teslim etmiş oldu. Bunun aslında farkındaydılar. Ama işin derin sınıfsal anlamını çok iyi kavradıklarını sanmam.
Netice itibariyle, yargı denetiminin zayıflatıldığı, yürütmenin güçlendiği ulusal ve bölgesel barajlarla seçimi önde bitiren sağ partinin çok güçlü bir çoğunlukla iktidara gelebileceği koşullar yaratıldı. Yürütmenin geniş yetkilerle donatıldığı yeni demokrasi devri böyle başladı.
Milli Güvenlik Konseyi devleti ANAP’ hükümetine devretti. Bu ülkeyi sermaye sınıfı adına kapalı rejim koşullarında iki yıl idare eden siyasetçiye teslim etmek demekti.
12 EYLÜL REJİMİ İKTİDARI NEDEN ÖZAL’A VERMEK ZORUNDAYDI
12 Eylül rejimi kapanırken Turgut Özal'ın sivil/liberal seçenek rolünü oynamaya başladığı görülür. İki yıl cuntanın başbakan yardımcığını yaptıktan sonra. Bugün bile Özal hakkında cuntanın tercihini alt üst eden liberal demokrat önder güzellemeleri yapılır. Sağ cenahta epey taraftan bulan bir argümandır bu.
Bu yaklaşım-düşünceme göre- tam bir mistifikasyondur. Neden? Özal, 12 Eylül otoriterizminin sivil ayağıdır. Hem de çok esaslı bir şekilde. Sonra taktik nedenlerle geri çekilmiş uygun koşulların doğmasını beklemiştir.
Özal'ın Bir siyasi aktör olarak durumunu şöyle değerlendirmek daha doğrudur. Özal sağ siyasal elit içinde bilinen biriydi. 60'lardan beri tanınıyordu. Biliniyordu. Ama bir yüksek teknokrat olarak. Ekonomiden anlayan bir mühendisti. Siyasete girmeye istekliydi. Ama uygun fırsatı yakalayamamıştı. 1977 seçimlerinde milletvekili seçilemedi. Büyük sermaye çevrelerinde yöneticilik işine döndü.
Demirel tarafından göreve çağrıldı. 12 Eylül ona alternatif bulamadı. Özal öylesine güçlüydü ki Turhan Feyzioğlu’nun başbakan olarak atanmasını bile veto etti. Ya Konsey geri adım attı. Ya da Feyzioğlu çekildi.
MGK yönetiminin Turhan Feyzioğlu gibi bir siyasi aktörü başbakan yapmak istemesi ilginçtir. Feyzioğlu gerçekte her çeşit sol düşünceye karşı tipik bir sağcıydı. Atatürkçülük olarak öne sürdüğü görüşler Adalet Partisine yakındı. Demirel’e karşı olsa da. 1960’ların ortalarından itibaren görüşlerine yakın tek çevre vardı: Ordu içindeki tutucu-otoriteryen yüksek komuta kademesi. Özal’ın Feyzioğlunu başbakanlığa getirtmemesi burjuvazinin 12 Mart’tan daha güçlü olduğunu gösterir.
Sonunda Özal’in bir seçenek olarak seçimlere girmesine onay vermek zorundaydılar. Evrenin 6 Kasım 1983 seçimlerinden önce yaptığı TV konuşması darbenin gerçek sınıf karakterinden bi-haber olduğunu gösterir bana göre. Turgut Sunalp gibi hiçbir dinamizm belirtisi taşımayan bir simanın cunta tarafından desteklenmesi bu teşhisimi destekler niteliktedir.
Milliyetçi Demokrasi Partisi lideri Turgut Sunalp Paşa’nın yüz ifadesi bana SBKP dönemi politbüro üyelerini çağrıştırmıştı. Tarihi tartışma programı boyunca. Böyle bir seçeneğin halk tarafından onaylanmasını beklemek pek akıl karı değildi.
Konsey idaresi MDP karşısında Özal'ın piyasacı seçeneğini yedekte tuttuğunu sanıyordu. Oysa ki, oy pusulasına tek iktidar seçeneği olarak ANAP’ı koymuşlardı. Bence bunun farkında değillerdi.
ÖZAL’IN DEĞİŞEN ROLLERİ : 1983-1993
Özal başbakan yardımcısı olduğu cunta hükümetinden 1982’de ayrıldı. 1983 Kasımında seçilmiş /sivil başbakan olarak döndü. ABD’de uzun süreli bir hazırlık evresinden sonra siyasi partilerin kurulmasına izin verilme aşamasında geri geldi. Kafasında bir proje vardı: Parti kurmak. Demirel ve arkadaşları Zincirbozan sürgününe gönderilirken Özal, Evren’den parti kurma onayını almıştı. Evren’in tek bir uyarısı olmuştu: Yobazları partiye alma Özal. Özal bu uyarıyı kendine özgü taktiklerle halletti.
Özal’ın boşaltılan siyaset alanına- şekilci Atatürkçülük uyarıları ile- kabul edilmesi üzerinde düşünülmelidir. Sonuç itibariyle Türkiye tarihinin en az parti ile yapılan seçimleri sonucunda Anavatan Partisi seçimi kazandı. Kenan Evren başbakanlık görevini Özal’a verdi.
Daha önce değindiğim Özal açısından-iktidar yolunda-sorun çözülmüştü. Siyasal elit içinde kendisine takoz olan Demirel ve Erbakan faktörleri devre dışı bırakılmıştı. Eski elitin veto edildiği bir ortamda Turgut Özal’ın seçimi kazanması şaşırtıcı değildi.
Şaşırtıcı iki şeyden söz edeceğim tam da bu noktada. Kenan Evren’in MDP’nin seçimi en sonra bitirmesi karşısında küskünlüğü. Devlet iktidarının kendisinde olduğunu ihsas eden uzun bir bekleyişten sonra Özal’a görevi vermesi. Bu olayda Özal alaturka jestlerle Evren’in gönlünü aldı.
İkinci şaşırtıcı nokta ise Özal seçimi kazandığında Yeni Gündem Dergisi’nin seçim sonrası bir sayısının kapağı idi. Yeni Gündem eski Marksist çevrelerin dergisiydi. Şimdi burjuvaziyle birlikte sivil demokratik cumhuriyeti kurmak için kolları sıvamışlardı. Turgut Özal'ı Yeni Prens Sabahattin ilan eden bir kapak yayınladılar. Bu son derece yanlış bir yargıydı. Özal en fazla alaturka bir piyasacıydı.
Dergi ülkede demokrasi sorununu cihet-i askeriye -siviller ikilemine indirgemişti. Bu çevre temel çelişkiyi görmezden gelmiş; benzer bir akıl yürütmeyi AKP iktidarı için de yapmıştı.
Gerçekte Özal, 12 Eylül'ün ta kendisi idi. 12 Eylül ürünü bir siyasetçiydi. 12 Eylül’ün içindeydi. Öncesinde de sonrasında da vardı. Cuntanın egemen sınıfların işini kolaylaştırmak için inşa ettiği hukuki üst yapıdan sonuna kadar yararlandı. Bana göre hiç de zorlanmadan iktidarı aldı.
1983 ve 87 seçimlerini kazanması MGK’nın çıkardığı seçim kanunu sayesindedir. Kanun çifte barajlı bir düzenle birinci partiyi abartılı bir şekilde kayırıyordu. Özal, bu mevzuatı temsil adaletini daha da bozacak şekilde değiştirdi.
Özal’ın partisi 1983'te %45 oy aldı. Üç parti arasında yapılan seçim yarışında. ANAP’ın oyu 1987'de %36 ya, 1988 referandumda %35'e 1989 mahalli idareler seçimlerinde %21.80'e düştü.
Özal 1983-87 arasında liberal bir demokraside asla kabul edilemez olan siyasi yasakları savundu. Halkoylamasında böyle bir çizgiyi benimsedi. Anavatan Partisi yasakların devamını “eski siyasetin ve aktörlerin kötülüğü” temelinde savunuyordu. Evren’in “eskiye rağbet olsa bitpazarına nur yağardı” söylemine, Özal ve ekibi yasaklı siyaset adamlarının anayasal haklarının iade edilmesini “Türkiye’nin huzurunu bozma teşebbüsü” olarak yorumluyorlardı. Ne ilginçtir ki, 1987 halkoylaması %1 in altında bir çoğunlukla kabul edildi.
İktidar partisi ANAP’ın 1989 mahalli idareler seçimlerinde oy oranı % 21.80’e düştü. Bu 1/5 demekti. Temsil meşruiyetine inanan siyasetçilerin bulunduğu demokratik bir ülkede bu kadar büyük bir başarısızlıktan sonra başbakanın istifa etmesi ve erken genel seçime gitmesi beklenirdi. Ama siyasi tarihimizde Bülent Ecevit dışında bu kararı veren hiçbir politikacı olmamıştır.
Özal genel yerel seçimlerde bu kadar başarısız olmasına rağmen bu durumu hiç sorun etmedi. ANAP’lı milletvekillerinin oylarıyla Çankaya Köşküne çıktı. Hatta pişkin pişkin “mahalli seçim başka TBMM seçimleri başka” deyip işin içinden sıyrıldı.
ÖZAL-DEMİREL-ERBAKAN BİYOGRAFİLERİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Özal'ın biyografisinde Mühendislik dışındaki birikiminin nereden kaynaklandığı biraz muğlaktır. ABD'de lisansüstü bir eğitim görmemiştir. Dünya Bankasında çalışmıştır. Elektrik üretimi ve piyasası çevrelerinde bulunmuştur.
Bu da İTÜ kökenli bir mühendisin üretim ve piyasa bilgilerini arttırması temelinde bir formasyon sağlar. İkinci Dünya Savaşı sonrası gelişen ekonomik büyüme içinde edinilmiş bir tecrübedir bu. Daha açık bir ifadeyle ABD tecrübesidir.
Özal’ın yaptığı konuşma kayıtlarını incelediğinizde düşünce birikiminin ortalama sağ görüşlü bir yurttaştan pek farklı olmadığını görürsünüz.
Türkiye tarihine bakış açısı standart sağcılıktır. Hatta bir çok yorumunun muvakkithane sohbetleri düzeyinden öteye geçmediğini söyleyebilirim.
İTÜ’yü aynı kuşakta bitirmiş siyaset adamları içerisinde mesleki alanı dışında ciddi birikimi olan tek kişi Yüksek İnşaat Mühendisi Süleyman Demirel’dir. Demirel öğrenciliğinde sosyal meselelere ilgi duymuş, sınıf arkadaşları Beyoğlunda gezerken o kütüphanede klasikleri okumuştur.
Demirel ve Özal Amerikan toplumundan farklı şekilde etkilendiler. Demirel Hoover Barajını gördüğünde doğaya su yoluyla hakim olmayı, bolluğu bereketi gördü. Zenginleşmeyi gördü. Özal ise elektrik piyasasını.
Bu mühendis üçlüsü içinde akademik açıdan en parlak olan Erbakandır deniliyor. Herhalde öyledir. Onun da arkasında İstanbul Erkek Lisesinde aldığı eğitim olmalıdır. Doktora ve doçentliğini savaş sonu Almanyasında “Alman sistemine” göre almıştır. 1951’de doktorasını verdi. 1954’te 27 yaşında doçent oldu. Doçentlik tezinin doktorasının geliştirilmiş hali olduğunu söyleyebilirim. Profesör olduktan sonra tamamen siyasete angaje oldu.
Erbakan’ın toplum birimleri ve tarihle ilgili bir birikimi yoktur. Sadece iddiaları vardır. Milli görüş çevrelerinde yayınlanan Erbakan külliyatı popüler yayınlardan ibarettir. Erbakan ve Özal'ın Türk modernleşmesine bakışı Nakşibendi (İskenderpaşa Dergahı) sohbetlerinin izlerini taşır.
Erbakan laikliğe karşıdır. Özal önemsemez. Düşünce ve inançları da piyasaya bağlar. Demirel ise sağ popülist tavizlere rağmen cumhuriyetçi-laik özü korumuştur. Hatta siyasi kariyerinin sonuna doğru gerici tehlikeyi fark etmiş ve laikliği daha fazla sahiplenmiştir.
Demirel Erbakan ve Özal Yüksek Mühendis mektebi (İTÜ) mezunudurlar. Demirel inşaat, Erbakan makine ,Özal elektrik mühendisidir. Hepsi yüksek mühendislik diploması almıştır. Bu üç mühendis siyasetçi Cumhuriyetin ilk kuşağına mensuptur. Demirel 1924, Erbakan 1926, Özal 1927 doğumludur.
Okul yıllarındaki ilişkilerine dair fazla bir bilgi yoktur. Hepsi matematik zekası olan taşra çocuklarıydı ve yurtta kalıyorlardı.
Özal'ın Demirel ile ilişkisi DSİ genel müdürlüğü sırasında sulama, elektrifikasyon çalışmaları sırasında gelişmiş olmalıdır.
Bence burada temel belirleyici faktör ABD’dir. ikisi de 50'lerin başında Amerika'ya gitmiş Amerika'yı farklı yönleriyle tanımışlardır
Okulu kazandıklarında İTÜ henüz Yüksek Mühendis mektebiydi. Mili Eğitim Bakanlığına bağlıydı. 1944’de kuruluş kanunu ile üniversiteye dönüştürüldü. 1946 Üniversiteler Kanunu'ndan sonra özerk oldu.
Bu üçlünün içinde sınıfsal olarak en dezavantajlı olan Demireldir. Özal bir banka memuru ve öğretmen çocuğuydu. Erbakan Sinop'ta kadı vekilliği yapan Mehmet Sabri Bey’in oğluydu. Annesi de mütegalibe bir aileye mensuptu.
Erbakan'ın İstanbul Erkek Lisesi'nde yatılı okutulmuş olmasında şaşıracak bir yön yok. Sınıfsal olarak son derece olağan bu durum. Aynı şey Özal için de geçerli. Özal da İTÜ’yü kazanabilecek sınıfsal arka plana sahip.
Demirel ise yarışta en arkadan gelen Mühendis Mektebi öğrencisi. O da aklıyla zekasıyla çalışkanlığıyla aradaki açığı kapatmıştır. Demirel bir köylü çocuğu idi. Parasız yatılı devlet lisesi sınavlarını kazanana kadar öğrenim hayatı zorluklarla geçmişti.
Kırkların sonunda bu taşralı mühendis adayı gençlerin hepsi İskenderpaşa cemaatinin sohbet toplantılarında bulundular. Cemaatin ünlü isimleri Mehmet Zahit Kotku, Abdülaziz Bekkine ve Esat Coşan’dır. Bunlar içerisinde cemaate fazla yakınlaşmayan Demireldir. Hatta bir süre sonra uzaklaşmıştır. Kamu hizmetine girdikten sonra en seküler Batılı hayatı benimseyen de odur. Erbakan başından itibaren tarikat destekli siyasi aktivisttir. Özal ise sempatizandır.
Erbakan'ın mühendislik öğrenimi doktora ve doçentlik aşamaları olağanüstü başarılar olarak övülür. Hatta bir menkıbe olarak anlatılır. Onun hep Leopard tanklarının mucidi-Devrim arabalarının tasarımcısı olduğundan söz edilir. Erbakan'ın tezlerinin yayınlanmış halini görmedim. İnternet ortamında kapak- içerik ve onay sayfalarını gördüm. Üzerine yazılmış birkaç etüt var onları inceledim. profesör olduktan sonra akademik işleri tamamen bırakmış siyasete angaje olmuş görünüyor.
Demirel seküler sermayenin temsilcisi olarak Adalet Partisi önderliğine gelirken, Erbakan'ın Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Genel Sekreterliğine seçilmesi taşra sermayesinin merkeze hamlesi olarak yorumlanabilir. Çok önemli bir nokta: Erbakan'ın 1969'daki Adalet Partisi adaylığı ve TOBB genel sekreterliği başbakan Demirel tarafından engellenmişti.
Erbakan taşra sermayesinin temsilcisi olarak meclise Konya'dan bağımsız milletvekili seçildi. 1970’de Milli Nizam partisini kurdu.
Burada not edilmesi gereken önemli bir nokta var. Erbakan Konya'dan çok yüksek bir oy oranı ile milletvekili seçildi. Bu sonuç, daha 1969'da partisiz İslamcılığın örgütlülüğünü gösterir.
60'lardan itibaren İslamcılık tarım ve ticaret burjuvazisine dayanmıştır. ideolojisi de ilkel ittihar kapitalizmidir. Bunun nedeni yapısaldır.
Erbakan’ın yüz bin tank-yüz bin top söyleminin Osmanlı nostaljisi ile ilişkisi vardır. Milli görüşün Orta Çağ emperyalizmi diyebileceğimiz nostaljik bir yönü vardır. Sanayi düşüncesi de Batı karşısında silah üstünlüğü kurma/meydan okuma anlamına gelir. Erbakan düşüncesinin dayandığı bir başka zeminde Yahudi sermayesi karşıtlığıdır. Siyonizme karşı olma dedikleri aslında budur.
1950’lerde Demirel Menderes hükümetlerinin genel müdürü iken Erbakan- İslamcı söylemde mason localarının kürsülerdeki egemenliğine rağmen- İTÜ Makine Fakültesinde öğretim üyesi olmuş profesörlüğe yükselmiştir.
Demirel için siyasete giriş için uygun koşulları 27 Mayıs 1960 ihtilali yaratmıştır. 27 Mayıs Demokrat Parti eliti tasfiye etti. Bu boşluktan Demirel ve Adalet Partisi yararlandı. 12 Eylül de 1961 demokrasisinin sağdaki aktörlerini (Demirel, Erbakan, Türkeş) devre dışı bıraktı. Özal da bu boşluktan yararlandı. Demirel Demokratların siyasete dönüşünü kerhen destekler görünürken, Özal açıkça siyaset yasaklarını savundu. Eski elitin siyasete dönüşünü engellemeye çalıştı.
ÖZAL’IN SİYASET ANLAYIŞI ÜZERİNE GÖZLEMLER
Turgut Özal’ın siyaset alanındaki tutumu Türk sağının tipik özelliklerini taşır. Gerçekte ne liberal ne demokrattır. Demokrasi anlayışı sadece şekil şartları düzeyindedir. Bu da seçimlerin yapılıyor olması dışında bir anlam taşımaz. Tabii seçimler de kendisini iktidarda tutacak bir seçim sistemi ile yapılmış olmalıdır. Özal’ın her seçimde kendisini iktidarda tutacak bir seçim kanunu çıkardığını hatırlatmak isterim.
Nedeni şudur. Türk sağı temsil meşruiyeti ve temsilde adalet gibi ilkelerle pek ilgili değildir. Önemli olan iktidarı ele geçirmektir.
Özal’ın aldığı en özgürlükçü kararlarda bile mutlaka bir oyun vardı. Örneğin 1987 siyasi yasakları kaldıran halkoylaması paketine anayasayı değiştirme çoğunluğu ile ilgili bir madde koymuştu. Bunu ilerde “Başkanlık” sistemine geçebilmek için yapmıştı. 175. Madde değişikliğinin gerçek sebebi buydu. O tarihten sonra yapılan bütün halkoylamaları bu değişiklikte öngörülen usulle yapıldı. Bu değişiklik Türkiye’nin siyasi rejimini değiştiren oylamalarda en önemli rolü oynamıştır. Özal’ın anayasa değişikliği projeksiyonu son derece mantıklıydı. Tabii sağ kesim açısından. Sistem çok basitti. Parlamentodan 3/5 ile anayasa değişikliğini geçirdikten sonra halkoylamasında nasılsa çoğunluğu alırız. “Türk tipi başkanlık sistemine” geçişi sağlayan bu altyapı oldu. Özal bunu kendisi için planlamıştı. Kısmet başkalarına imiş.
TCK’nın 141 ve 142. maddelerinin kaldırılması da aslına bakarsanız 163. maddeyi kaldırmak içindi. Görüntü de düşünce ve ifade özgürlüğünü genişletiyordu. Zaten Soğuk Savaş bitmişti. Sovyet sistemi çökmüştü. burjuvazi açısından komünizm tehlikesi ortadan kalkmıştı. Asıl hedef 163'ü kaldırmaktı.
Özetle Özal kimliği Türkiye sağcılığının neoliberal görünümlü erken dönem bir örneğidir. Siyasal gelişmeler karşısında takındığı tutumlar aşağı yukarı AKP ile aynıdır. seçim, temsil, hukuk, temel hak ve hürriyetler konularında çağdaş bir demokrasi anlayışı yoktur.
Süleyman Demirel'in temsil ettiği sağ ise, cumhuriyetin kurucu değerleri ile barışıktır. Bazı şerhleri olmasına rağmen. Bunun yanısıra sosyal adaleti önemser. Vahşi kapitalizmi reddeder.
Özal kurucu değerlerin hiçbirine sadık değildi. Bu değerleri önemsemiyordu. Bir Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu toplantısında Başbakan Özal’ın Merhum Ord. Prof. Reşat Kaynar hocaya söylediği şu söz düşünce yapısını/bilgi seviyesini çok iyi açıklar: “Bu Atatürkçülük dediğimiz pragmatizm bence hocam” Önemsizmiş gibi görünen bu ifade aslında “Ben Atatürk’ün düşüncelerini işime gelen şekilde yorumlayabilirim” demektir.
Kanaatim odur ki, Özal Türk devrimini bilmiyordu. Önemini kavramamıştı.Türk devrimi ile ilgili bir okuması da yoktu. Oysa ki Demirel Doğan Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzenini” bile okumuştu. Kitap kendinin ilk başbakanlık yıllarında yayınlanmıştı. Özal ise başka şeylerle ilgileniyordu. Mühendislik, hesap ve para. Bağlı olduğu tek değer kapitalizm idi.
SON TAHLİLDE KİM NEYİ TEMSİL EDER?
Bu üç mühendis içinde Atatürk devrimlerinin bilincinde olan tek siyasi aktör Süleyman Demirel’dir.
Cumhurbaşkanlığı döneminde sarf ettiği şu söz anlamlıdır. Bana cumhuriyet nedir diye soruyorlar. “Cumhuriyet benim ben…” Demirel, 1965’ten itibaren defalarca başbakanlık yaptı. Özal’ın ölümü üzerine Cumhurbaşkanı seçildi. Elbette bir burjuva politikacısı idi. Sermaye sınıfının temsilcisiydi. Ama sınıfsal kökeni Isparta’nın İslamköyü idi. Bu Demirel’i yorumlarken dikkate alınması gereken önemli bir husustur. Demirel, cumhuriyetçiydi ve laikliğin önemini biliyordu. Celal Bayar’ın mühendislik eğitimi almış versiyonuydu.
Erbakan için söylenebilecek en kısa tanımlama onun bir karşı devrimci olduğudur. Erbakan düşüncesinden demokrasi değil en fazla İran’daki rejimin sünni versiyonu çıkabilir. Anti emperyalist söylemi anti semitizmin dışa vurulmuş halidir. Osmanlı hayalleri kuran arkaik emperyalist hayalleri vardır.
Erbakan da sermaye sınıfının temsilcisidir. Yalnız önemli bir farkla. Metropol sermayesinin değil İslamcı taşra sermayesinin. Milli Görüşün mason sermaye söyleminin temelinde bu vardır. Milli Görüşte sermaye sınıfı egemenliğe karşı çıkma yoktur. Sermayeye kimin sahip olacağı meselesi vardır. Milli Görüş (Erbakan düşüncesi) sınıflı topluma dayanır. Taktik düzeyde demokratik görünür. Asıl hedefi dini temellere dayalı otoriter devlettir.
Üçüncü aktör Özal ise laikliği önemsemeyen sağ popülist bir siyasetçidir. Demirel ve Erbakan arasında bir profildir. Tabii bütün yönleriyle değil. Özal esas itibariyle Kapitalizmi küresel ölçekte ele alan “yeni muhafazakar” politikaların Türkiye temsilcisi idi. Özal’ın devrim yaptığı iddiası genel kabul gören bir iddiadır. Hiç katılmıyorum. Özal’ın gerçekleştiği devrim kamuyu tüm alanlardan tasfiye etmek oldu. Kamu işletmeciliği yok edildi. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik piyasadan satın alınması gereken hizmetlere dönüştürüldü. Emeğin milli gelirden aldığı pay alabildiğine daraltıldı.
Özal-bu süreci- statükoculuk ile mücadele görüntüsü altında Türk halkına pazarladı. Tutumunu küresel aktör olma fırsatını kullanmak olarak açıklıyordu.
Özal küresel ölçekte siyasi aktör olacağına gerçekten inanıyordu. George W. Bush’un Türkiye ziyareti sırasında çekilen resimleri lütfen inceleyiniz. Nedeni siyasi vizyonunun dar olmasıydı. Toplum bilimleri ve tarihle ilgili ciddi hiçbir bilgi birikimi yoktu. Bunlara önem vermiyordu. Bazı mühendislerde gözlemlediğim “mühendisim, zekiyim, her şeyden anlarım” havası vardı onda. Demirel öyle biri değildi. Demirel’de “mühendisim, zekiyim, hesap kitaptan anlarım ama Tolstoy da okudum, sosyoloji de..” üslubu vardır. Ülkeyi kalkındırmak için solcu olmaya gerek yok. Başka yollar da var. Sonuçta Özal, Demirel’in bağımsızlığımızı kaybetme endişesiyle çekindiği her şeye büyük oynama hayalleri ile girdi. Hiç birinde başarılı olamadı. Geldiğimiz yer bugünkü Türkiye’dir.
Çok Okunanlar

Ferhat Göçer'den çarpıcı Volkan Konak açıklaması: 'Defalarca uyardım...'

Bir kare fotoğrafın faturası...

Kemal Kılıçdaroğlu'ndan olağanüstü kurultay açıklaması! Aday olacak mı?

İmamoğlu'nun tutuklanması seçim sonuçlarını etkiledi

Allah Sayıştay'dan razı olsun, iyi ki var

Volkan Konak'ın ölmeden önceki ana ait yeni görüntü ortaya çıktı!

Gelinim Mutfakta 1 Nisan Salı puan durumu: Bugün çeyrek altını kim aldı?

Reyting sonuçları açıklandı! 31 Mart Pazartesi günü en çok izlenen yapım ne oldu

Sırrı Süreyya Önder Volkan Konak'ın nasihatını tutacağını söyledi!

Bir yaş günü düşünceleri