Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
41,0398
Dolar
Arrow
37,9477
İngiliz Sterlini
Arrow
49,0201
Altın
Arrow
3811,0000
BIST
Arrow
9.659

Siyasette üç mühendis: Özal-Demirel-Erbakan

1960’LARDAN İTİBAREN  ÖZAL-DEMİREL İLİŞKİSİ 

Özal ve Demirel 1960 İhtilali ortamında askerlik yaptılar. Özal yaşça daha küçük olmasına rağmen 1959'da askere gitmişti. Ordonat  Sınıfında yedek subay olmuştu.

 Demirel ise Demokrat Parti'nin DSİ Genel Müdürü olduğu için 36 Yaşında olmasına  rağmen askere gitmemişti. Menderes  hükümeti   Demirel için her  yedek subay  celp  döneminde  onun için Genelkurmay’dan  sevk tehiri talep etmişti. 

Demirel ihtilal  olduğunda  İspanya’daydı. Büyükelçi Suat Hayri Ürgüplüydü. Onunla istişare etti. Türkiye’ye  döndü.  

 İhtilalciler  onu  Demokrat Parti'nin adamı olarak gördükleri için asker kaçağı muamelesi  yapmak istediler. Hatta Demirel'e kelepçe takılmak istendiği söylenir. Türkeş,  Demirel’in  derdest edilerek  sevkine kendisinin engel olduğunu söylemişti MC  hükümetleri zamanında.  Türkeş’in ifadesi  böyle olsa da bence işin arkasında  başka dinamikler olmalı.Ona da birilerinin güçlü bir telkinde bulunduğunu sanırım.  Demirel'in askere alınması (kıtaya sevki)  sırasında “ihtilalci  şiddeti” engelleyen  güç  bence  mason biraderler telefonudur. Sezgilerim bu  yönde.  Ama ispat edemem. 

Ortalık sakinleşince,   Milli Birlik Komitesinin Demirel’e uyguladığı   rejim değişti. Demirel ve Özal Devlet Planlama Teşkilatının kuruluşunda görevlendirildiler. Hükümetin talebi Genelkurmayın  onayı ile.  Demirel ile Özal  arasındaki  “abi”  hukukunun  burada geliştiğini sanırım.

Demirel-Erbakan-Özal üçlüsünün kariyer açısından en geriden izleyeni Turgut Özaldı. Demirel 1965'te Başbakan olunca Özal'ı Devlet Planlama Teşkilatı müsteşarı yaptı. Amerika'dan piyasaya  büyük bir inanç  ile dönmüş olan Özal'ın planlamanın müsteşarlığa getirilmiş olması  epey ilginç doğrusu. 

Özal İTÜ’de mühendislik, Amerika'da içeriği  tam belli olmayan  işletme/ekonomi  eğitimi almış bir yüksek teknokrattı. Bu  kimliği ile büyük sermaye gruplarında yöneticilik yapmaya devam etti. En son  Sabancı grubunda çalışmıştı.  Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası Başkanlığı (MESS)   yapdığını da unutmayalım  bu arada. Özal’ın bu  sınıfsal  bağlantılarını anlamlı  buluyorum. 

Demirel-Özal-Erbakan  mühendis üçlüsü içinde kapitalist dünyanın tam ortasında olan Turgut Özal'dır.  Eylemli olarak  bu dünyanın  içindedir.  Diğerleri ilgili/ilişkilidir. 

TÜRKİYE KAPİTALİZMİNİN  BUNALIMI  VE  ÖZAL 

1979'da Demirel Adalet Partisi azınlık hükümetini  kurdu.  Ecevit’in istifası  üzerine. 1970’lerin ortalarında sermaye  derin bir krize girmişti. Bununla eş zamanlı olarak ağır bir kamu düzeni sorunu da vardı. Bir başka önemli nokta daha vardı:  sendikal mücadelenin   epey güç kazanmış olması. 

1960'lardan beri yükselen sendikal mücadele  neticesinde işçi sınıfının  gelir seviyesi yükselmişti. Özellikle DİSK’e  bağlı iş kollarında işçi sınıfının üretim sürecinden  aldığı pay dikkat çekecek bir oranda büyümüştü. Bu durum şiddetle kaynağa ihtiyaç duyan burjuvaziyi dar boğaza sokmuştu. Türkiye kapitalizminin çarkının döndürülmesi çok zorlaşmıştı. 

Başbakan Demirel Özal'ı  göreve çağırdı.Çağrı kapitalizmin en büyük teknokratının siyasi iktidar tarafından davet edilmesi anlamına geliyordu. Demirel kendisini Başbakanlık müsteşarı ve Devlet Planlama Teşkilatı müsteşar vekili olarak atadı.  24 Ocak kararlarının Turgut Özal tarafından alınması ve uygulanmaya başlamasının  sınıfsal temeli budur

TURGUT ÖZAL  BAŞBAKANLIK MÜŞTEŞARI 

Demirel azınlık hükümetinin kurulmasının nedeni 1979 kısmi   milletvekilliği ve Senato  seçimlerinde Adalet Partisinin 1960'lardaki başarılarını hatırlatan yüksek bir başarı göstermesiydi. Ecevit “demokrat” bir tavırla istifa etti.  Demirel’e bir  çok alternatif  önerdi. Demirel  bunların  hiç birini  kabul etmedi.  Örtülü MC   hükümetini kurdu. 

1974'ten ki petrol şokundan beri Türk hükümetleri gittikçe ağırlaşan dış ticaret açığı, ödemeler dengesi ve döviz dar boğazı  sorunlarıyla başa çıkmaya çalışıyorlardı.  Çözümler, IMF'nin isteklerini tatmin etme, borç erteleme ve yeni  kredi alabilme  yöntemleri ile sınırlıydı

Süleyman Demirel  1980 başında bir de uyarı mektubu almıştı. Bu mektup  cihet-i askeriye sıkıyönetim ve  daha  fazla yetki istiyorlardı. Demirel’in  yanıtı şöyle oldu: ”General Muğlalı yetkileri”  bu devirde verilemez.

Bahse konu mektup  Cumhurbaşkanı Korutürk aracılığıyla  verilmişti. Muhatap parlamento ve hükümetti.  Kamuoyuna  açıklanmamıştı.   Mektup “light”    bir 12 Mart muhtırası  olarak yorumlanabilir. 

Metin dikkatlice incelendiğinde  ordunun  idareye el koyma niyeti  seziliyor. Fakat ekonomik durumun neredeyse yönetilemez  durumda olması onları tereddüt içinde bırakıyordu

TURGUT ÖZAL’IN  12 EYLÜL REJİMİ İÇİNDEKİ  YERİ  

Milli Güvenlik Konseyi 12 Eylül  rejimini  toplumu zapturapt altına alma işi  olarak gördü. Bu  asker bakışı ile doğruydu da.  Ama asıl işlevi burjuva düzenini kurtarmak oldu.

12 Mart'ta Memduh Tağmaç’ın  söylediği şu söz 12 Eylül için de geçerlidir. Tağmaç Paşa, “Toplumsal uyanış iktisadi gelişmenin önüne geçti”  demişti.   12 Mart  gibi 12 Eylül de toplumu stabilize etmek için yapıldı. Bu sözler iki müdahalenin de  hangi sınıfsal temele oturduğunu gösterir.  

Ancak  kapalı rejim koşullarında  sermayenin istikrar programı uygulanabilirdi. İstikrar programının başında sermayenin adamı Turgut Özal vardı

Milli Güvenlik Konseyi’nin emekli Amiral Bülent Ulusu’ya  kurdurduğu hükümette ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığına Turgut Özal getirildi. 

Bu karar Türk siyasi tarihinin  en önemli dönüm noktalarından biri oldu. Neden?  Cuntanın  devirdiği   Demirel Hükümetinin en yüksek  bürokratı bakan olarak  hükümete alınmıştı.  Olay hiç   karmaşık değildi. Sermaye sınıfının   doğrudan    bir  temsilcisi  ekonomiyi  yönetmek   üzere  göreve getirilmişti.  

Cunta toplumu suskunlaştıracak Özal da  “kapitalist iktisadiyatın  hiç de yeni olmayan çözüm sepeti”  ile ekonomiyi yeniden yüzdürmeye çalışacaktı. Bu  sepetin içinde neler vardı  hatırlayalım:   Yüksek faiz ile enflasyonu düşürmeye çalışma,  tüketimi kısma,  ücret gelirlerini baskı altına alma ve  işçi  sınıfının  üretim gücünü ihracat gelirlerine tahvil etme. 

ARA  REJİM  UYGULAMALARI  

12 Eylül   rejimi  bir egemen sınıflar koalisyonuyla  yürütülebilirdi.  Öyle de oldu.  Ortada görünen Milli Güvenlik Konseyi iktidar blokunun görünen kısmıydı. 

 Milli Güvenlik Konseyi’nin işlevleri şunlar olacaktı: Devlet tekelindeki   tek yayın organı  (TRT) ve   büyük  meydan  konuşmaları  ile   kitleleri askeri rejim arkasında hizalamak. Sürekli Atatürkçülük propagandası yapmak. İdarenin meşruiyetini  bunun üzerinden sağlamaya çalışmak. Her türlü toplumsal  muhalefeti (özellikle solu) ağır  baskı  altında tutmak. 

MGK Atatürkçülüğü   ideolojik bir aparattı. İçi boş “Gardrop”  Atatürkçülüğünden ibaretti. Bu nedenle çok zayıf bir  aparat.  Türk  Devrimi  ifadesi bile kullanılamıyordu.  Ortalıkta  dolanımda bulunan tek   resmi/egemen   değer Atatürk  ilke ve inkılapları  idi. Bunun  ne olduğu  da belli  değildi. Meydanlarda atılan  sıkıcı, avami Kenan Evren  nutukları dinleniliyor, hararetle alkışlanıyordu. Kur’andan okunan  ayetlerle, içeriği  boş Atatürkçülük sözleriyle  MGK  devletine  ideolojik üst yapı tahkimatı  yapılmaya  çalışılıyordu. 

Asıl işlev  ise devletin uyguladığı baskıydı.12 Eylül döneminde  tutuklanan  insan sayısına  ve sınıfsal kökenine bir göz attığımızda  baskının  boyutu hemen anlaşılabilir. 

MİLLİ  GÜVENLİK  KONSEYİ AÇISINDAN ÖZAL  KİMLİĞİ  

Milli Güvenlik Konsey’i  Demirel'i Güniz Sokakta gözetim altında tutarken,  Erbakan ve arkadaşları  MSP davasında yargılanıyordu.  Aradan   bu  kadar  zaman geçtikten sonra  şunu söyleyebilirim. MGK’nın  yönetici  seçkinler sınıfının  aktörlerine  karşı yürüttüğü  kampanya dışında  esaslı  bir   derdi  yoktu. Onlar meseleyi   üst yapıda algıladılar.   Özellikle Demirel’e karşı  yürütülen abluka  iktidar bloku seçkinleri içerisinde bir çekişmeydi bana göre.  

Konsey’in  Erbakan'a karşı tutumu ise kurucu ideoloji ile ilgiliydi.  Ama buna rağmen Özal'a cuntanın Başbakan yardımcılığı ve ekonomiyi yönetme sorumluluğu verilmesi çok anlamlıdır.  Peki bu neyi gösterir?   Konsey’in yukardaki şerhlerine  rağmen altyapının  belirleyici olduğunu. 

Konsey,  bir taraftan Özal’ın 1977'de aday olduğu MSP’yi yargılarken öbür taraftan çok önemli bir görevi ona  vermesi Türkiye'de gerçek gücün nerede olduğuna işaret eder.

 MSP  davasında Erbakan ve arkadaşları sonunda uzun süreli bir yargılamadan sonra Askeri Yargıtay’da beraat  ettiler. MSP   davasının  beraatle sonuçlanması da anlamlıdır. Konya   mitinginde   sergilenen gericilik  müdahalenin gerekçelerinden biri  olarak gösterildiği  de unutmayalım.  12 Eylül  günlerini  en rahat geçiren  kesim İslamcılar  oldu. En kötü geçirenler   ise DİSK  davasından  yargılananlar. 

Bu durumu şöyle yorumluyorum: Demek ki  MGK’nın laiklikle sorunlu partinin iktidar alanından  çıkarılması  dışında bir kırmızı çizgisi yoktu.  Demek ki MGK  Özal’ın -iktisat  dışı alanlarda- onlara yakın olmasını  mesele olarak  görmemişti.  Arada  uyarmak  yeterliydi. 

ÖZAL İKTİSADİYATI  VE  NEOLİBERALİZM 

Egemen  sınıflar   ittifakının   asıl büyük  partneri  büyük sermaye sınıfıydı.  Bu sınıfın ara rejim hükümetindeki  lokomotifi Turgut  Özaldır.  12 Eylül müdahalesinin  daha  ilk saatlerinde  Turgut Özal’ı vazgeçilmez kılan  etmenler hegemonya'nın gerçekte kimde olduğunu gösterir.

Koalisyonun asker ve sivil kanatları için iktidar  gene  de mutlak değildi. Birbirine   muhtaçtılar. Özal’ın 24 Ocak reçetelerini uyguladığı  1980-1982 arasındaki dönemin işlevi  tökezleyen  burjuvaziye  kaynak ve zaman kazandırmak oldu. 

Özal, Keynesyen iktisadiyata karşı olanların  Türkiye’deki temsilcisidir.   Bilindiği gibi Keynes elbette  piyasayı önemser ama “ ekonominin çarkını devletle”   döndürülmesi gerektiğini  vaz eder.    Özal, ABD’de Reagan,  İngiltere’de Margaret Thatcher  ile  aynı çizgide  politikaları  uygulamıştır. ABD’de  Cumhuriyetçi Parti,  İngiltere’de Muhafazakar  Parti, Türkiye’de ANAP.    Buna neoliberalizm deniliyor. İlginç bir   şekilde neoliberalizm,  Neo-conservatifler (yeni  muhazakarlar)   tarafından  savunulmuştur 

Neoliberaller  şunu savunuyorlardı:  Her türlü ekonomik ilişkiyi piyasaya bırakmak, devleti özellikle eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanlarından çekmek, bu alanlara kamu kaynağı  tahsisini   asgariye indirmek. Bu politikalar aslında sosyal devleti kaldırmak anlamına geliyordu. Bana göre bu uygulamalar Malthus iktisadiyatı /Sosyal  Darwinizmden başka  bir şey  değildi. 

Bu nedenle Özal'ın politikaları Demirel ve Erbakan’dan farklıdır. Demirel de elbette   burjuva politikalarının savunucu idi. Ama onunki sınıfsal dengeleri gözeten   bir burjuva siyasetiydi. Burjuvazi  öncüdür ama diğer sınıfları da  gözetir, kollar. Kemal Karpat   bu durumu  şöyle  yorumlamıştı:  “Demirel  sağ siyasetin sosyal demokratıdır” 

Erbakan’ın  Adil Düzeninde ise bir  “Asrı Saadet”  soyutlaması vardır. Orada da Beytülmale vaziyet eden   bir  hegemonya sınıfı   vardır. Ama takva ilkesi çerçevesinde bağımlı sınıflar himaye edilirler. Buna  adalet denilir. Başka bir şekilde ifade etmek  gerekirse,  Erbakan ekonomi- politiğinde aşağı sınıfların rızası  önemlidir.  Meşruiyetin yeniden üretimi islami ilkeler çerçevesinde hayata geçirilir. 

Özal düşüncesinde ise bu kaygıların hiçbirinin yeri  yoktur. Bunu  belirtelim. Hiç kuşku  yoktur ki 12 Eylül rejiminin en başarılı olduğu yön toplumun depolitize edilmesi olmuştu.  Konsey Başkanı Evren’in  Atatürkçülük nutukları söylem düzeyinde makbul sayılırken gerçek egemen ideoloji  Özal’ın  şu   sözlerinde saklıydı: “köşeyi dönme”

Köşeyi  dönme, hegemonyanın  etrafında konuşlanan sınıfların-iktidarın kasıtlı görmezden gelmesiyle- servetini arttırma fırsatlarını değerlendirmeleri  demekti. Özal’ın  aktif olarak  görevde bulunduğu iki  yıl içinde bu ifadelerin gereğini yerine getiren çok sayıda dinamik liberal  müteşebbis oldu. 

Ancak, Özal politikaların çöküşünü   Banker Kastelli faciası ilan etti. Özal haklı olarak çok kazanmak isteyenlerin aldıkları riskin sonuçlarına katlanmak zorunda olduklarını   epey duyarsız  bir şekilde duyurdu. Kapitalizm buydu. 

ÖZAL’IN TARİKAT  BAĞLANTILARI 

Turgut Özal’ın  iki kardeşi vardır.  Korkut Özal  ve Yusuf  Bozkurt Özal. Onlar da mühendisti. En küçük kardeşi Yusuf  Bozkurt’u siyasete sokan  Turgut Bey oldu.   Korkut MSP’nin kurucularındandır.  Bülent Ecevit   hükümetinde  bakanlık yapmıştır. 

Annesi öğretmen Hafize Özal Hanımdı. Şeyh Mehmet Zahit Kotku’nun  müntesibi idi. Koktu İskenderpaşa Dergahının  kurucularındandır. 

Ben Turgut Bey için   müntesip  kavramını kullanmayacağım. O  dergahın   bir müdavimi idi. Bu  sözcüğü köklü bir angajmanı olmamak   anlamında kullanıyorum. Çünkü bana göre, Özal'ın tarikat bağlantısı kapitalist dünya ile  bağlantısının gerisinde kalmıştır. Küçük kardeşi Korkut için aynı şeyi söyleyemeyiz. Fevzi Çakmak'ın da küçük Hüseyin Efendi Dergahı ile bağı olduğunu unutmayalım.  Türkiye’de sağ   cenahta  böyle eğilimler  hep olagelmiştir.  Bir Şeyhe  gitmek-konuşmak. Duasını almak  gibi. Necip Fazıl’ın  Arvasi  hikayesini de  hatırlayalım. 

TURGUT  ÖZALIN STERİL SİYASET ALANINA  GİRİŞİ 

Özal’ın Banker Kastelli  olayından sonra Kaya Erdem'le birlikte hükümetten ayrılması Türk  siyasi  tarihi açısından çok anlamlıdır. Ben olayı  şöyle yorumluyorum:  Sermayenin   Ulusu hükümeti  içindeki  en önemli  aktörü MGK yönetiminden yeterince yararlanmıştı Şimdi tek başına iktidarı alabileceği koşulların oluşmasının  bekliyordu. Özal,  yakın gelecekte   içinde Kaya Erdemin de  bulunduğu  bir ekiple birlikte  ANAP’ı kuracaktı. 

Konsey-kendi  anlayışına göre 82 anayasası, seçim kanunu,  siyasi partiler kanunlarını  çıkardı.  Geçilecek   düzeninin   bütün önkoşullarını inşa etti.  Türk siyasetini  disipline etti.  Tanımlanmış yeni koşullarda çok partili düzene geçilecekti. 

Danışma Meclisi Başkanı Ord. Prof.Dr. Sadi Irmak ve Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı   hocaların “ bize özgü demokrasi”   sözleri bu anlama geliyordu. 

Özal,  görevden ayrıldığı tarihten (1982)   iktidarı  aldığı  tarihe kadar (1983) Kenan  Evren’e karşı hürmette  kusur etmedi.  Kendisinin  aleyhinde konuştuğu  zaman bile sessiz  kalmayı  tercih etti. Bana  göre Evren’in saf yanını  iyi teşhiş etmişti. 

Yeni siyasal düzenin en önemli özelliği daha az sayıda siyasi partinin varlığı  idi. Az sayıda siyasi  partinin temsil edildiği parlamento ve yürütmenin kuvvetlendirilmiş olması  iki  temel tercihti. 

 MGK, neticede, 60’ların başından  beri  sağın şikayetçi olduğu  bütün  meseleleri  çözerek  iktidarı  egemen sınıflara  teslim etmiş oldu. Bunun aslında farkındaydılar. Ama işin derin sınıfsal anlamını çok iyi  kavradıklarını  sanmam.  

Netice itibariyle, yargı denetiminin zayıflatıldığı, yürütmenin güçlendiği ulusal ve bölgesel barajlarla seçimi önde bitiren sağ partinin çok güçlü bir çoğunlukla iktidara gelebileceği  koşullar    yaratıldı.  Yürütmenin geniş  yetkilerle  donatıldığı yeni demokrasi   devri  böyle başladı. 

 Milli  Güvenlik  Konseyi   devleti ANAP’  hükümetine devretti. Bu ülkeyi sermaye sınıfı adına  kapalı rejim  koşullarında  iki yıl idare eden  siyasetçiye  teslim etmek demekti. 

12 EYLÜL  REJİMİ  İKTİDARI  NEDEN  ÖZAL’A  VERMEK ZORUNDAYDI 

12 Eylül rejimi kapanırken Turgut Özal'ın sivil/liberal seçenek  rolünü oynamaya  başladığı görülür. İki yıl  cuntanın  başbakan yardımcığını  yaptıktan sonra.   Bugün bile Özal   hakkında cuntanın tercihini alt üst eden liberal demokrat önder güzellemeleri yapılır. Sağ  cenahta epey  taraftan bulan bir argümandır bu. 

Bu  yaklaşım-düşünceme  göre-  tam bir  mistifikasyondur. Neden? Özal, 12 Eylül otoriterizminin  sivil ayağıdır. Hem  de çok esaslı bir şekilde. Sonra taktik nedenlerle geri çekilmiş uygun koşulların doğmasını beklemiştir.

Özal'ın Bir siyasi aktör  olarak durumunu şöyle değerlendirmek daha  doğrudur. Özal   sağ   siyasal  elit içinde  bilinen  biriydi. 60'lardan beri  tanınıyordu.  Biliniyordu. Ama bir yüksek teknokrat olarak. Ekonomiden anlayan  bir mühendisti.    Siyasete girmeye istekliydi. Ama  uygun fırsatı  yakalayamamıştı. 1977  seçimlerinde milletvekili  seçilemedi. Büyük sermaye çevrelerinde yöneticilik işine  döndü. 

Demirel tarafından  göreve  çağrıldı. 12 Eylül ona alternatif   bulamadı. Özal öylesine güçlüydü ki Turhan Feyzioğlu’nun  başbakan olarak  atanmasını  bile veto etti.  Ya Konsey geri adım attı. Ya da Feyzioğlu çekildi. 

MGK yönetiminin  Turhan Feyzioğlu  gibi bir siyasi aktörü başbakan  yapmak istemesi ilginçtir. Feyzioğlu gerçekte her çeşit sol düşünceye karşı    tipik bir sağcıydı. Atatürkçülük olarak öne sürdüğü  görüşler Adalet Partisine yakındı. Demirel’e karşı  olsa da. 1960’ların ortalarından  itibaren görüşlerine  yakın tek çevre vardı:   Ordu içindeki tutucu-otoriteryen   yüksek komuta  kademesi. Özal’ın Feyzioğlunu başbakanlığa  getirtmemesi burjuvazinin 12 Mart’tan daha güçlü olduğunu gösterir. 

Sonunda Özal’in bir seçenek  olarak  seçimlere  girmesine  onay vermek  zorundaydılar.  Evrenin 6 Kasım 1983 seçimlerinden önce yaptığı TV  konuşması  darbenin  gerçek sınıf karakterinden bi-haber olduğunu gösterir bana göre. Turgut Sunalp gibi hiçbir  dinamizm belirtisi taşımayan bir simanın cunta tarafından   desteklenmesi bu  teşhisimi destekler niteliktedir. 

Milliyetçi  Demokrasi Partisi lideri Turgut Sunalp Paşa’nın yüz ifadesi bana SBKP  dönemi  politbüro üyelerini  çağrıştırmıştı.  Tarihi  tartışma programı  boyunca.   Böyle  bir seçeneğin halk tarafından onaylanmasını beklemek  pek akıl karı  değildi. 

Konsey  idaresi MDP  karşısında Özal'ın piyasacı seçeneğini yedekte tuttuğunu  sanıyordu.   Oysa ki,  oy pusulasına tek iktidar seçeneği  olarak ANAP’ı  koymuşlardı.  Bence bunun   farkında değillerdi. 

ÖZAL’IN  DEĞİŞEN ROLLERİ :  1983-1993

Özal başbakan yardımcısı olduğu cunta hükümetinden 1982’de ayrıldı. 1983  Kasımında seçilmiş /sivil başbakan olarak döndü.  ABD’de uzun  süreli  bir hazırlık evresinden  sonra siyasi partilerin kurulmasına izin verilme  aşamasında geri geldi. Kafasında  bir proje vardı: Parti  kurmak.  Demirel  ve arkadaşları Zincirbozan  sürgününe gönderilirken Özal, Evren’den parti  kurma onayını almıştı.  Evren’in tek bir  uyarısı olmuştu:  Yobazları partiye alma Özal.  Özal bu  uyarıyı kendine özgü taktiklerle  halletti. 

Özal’ın boşaltılan siyaset  alanına- şekilci Atatürkçülük uyarıları ile-  kabul  edilmesi üzerinde  düşünülmelidir.   Sonuç itibariyle Türkiye  tarihinin  en az    parti  ile yapılan   seçimleri  sonucunda  Anavatan Partisi  seçimi  kazandı. Kenan Evren  başbakanlık  görevini  Özal’a verdi. 

Daha önce değindiğim Özal açısından-iktidar yolunda-sorun çözülmüştü.  Siyasal  elit içinde kendisine  takoz olan Demirel ve Erbakan  faktörleri devre dışı  bırakılmıştı. Eski elitin veto edildiği bir ortamda Turgut Özal’ın   seçimi  kazanması  şaşırtıcı  değildi. 

Şaşırtıcı iki  şeyden söz edeceğim tam da bu noktada. Kenan Evren’in    MDP’nin  seçimi en sonra bitirmesi karşısında  küskünlüğü. Devlet iktidarının kendisinde olduğunu  ihsas eden uzun bir bekleyişten sonra Özal’a görevi vermesi.  Bu  olayda  Özal alaturka jestlerle Evren’in  gönlünü  aldı. 

İkinci şaşırtıcı nokta ise Özal seçimi kazandığında Yeni Gündem Dergisi’nin seçim  sonrası bir  sayısının kapağı idi.  Yeni Gündem eski Marksist çevrelerin   dergisiydi. Şimdi  burjuvaziyle birlikte  sivil demokratik  cumhuriyeti  kurmak için kolları  sıvamışlardı.  Turgut Özal'ı Yeni Prens Sabahattin ilan eden bir kapak yayınladılar.  Bu son derece  yanlış  bir yargıydı. Özal  en fazla alaturka bir  piyasacıydı.   

Dergi ülkede demokrasi  sorununu  cihet-i askeriye -siviller ikilemine indirgemişti. Bu çevre temel  çelişkiyi  görmezden gelmiş; benzer bir akıl yürütmeyi AKP  iktidarı  için de  yapmıştı.  

Gerçekte Özal, 12 Eylül'ün ta kendisi idi.  12 Eylül ürünü bir siyasetçiydi.   12 Eylül’ün  içindeydi. Öncesinde de sonrasında da vardı.  Cuntanın egemen  sınıfların  işini  kolaylaştırmak için inşa ettiği hukuki üst yapıdan  sonuna kadar yararlandı. Bana göre hiç de zorlanmadan  iktidarı  aldı. 

1983 ve 87 seçimlerini kazanması MGK’nın çıkardığı seçim    kanunu sayesindedir. Kanun  çifte  barajlı  bir  düzenle  birinci  partiyi  abartılı  bir şekilde kayırıyordu.   Özal,  bu mevzuatı temsil adaletini daha da bozacak şekilde değiştirdi. 

Özal’ın  partisi 1983'te %45 oy aldı. Üç parti  arasında yapılan seçim yarışında.  ANAP’ın oyu 1987'de %36 ya, 1988 referandumda %35'e 1989 mahalli idareler seçimlerinde %21.80'e düştü. 

Özal  1983-87  arasında  liberal   bir demokraside asla kabul edilemez olan siyasi yasakları savundu.  Halkoylamasında  böyle bir çizgiyi benimsedi. Anavatan Partisi yasakların devamını  “eski siyasetin ve  aktörlerin   kötülüğü”  temelinde savunuyordu. Evren’in  “eskiye  rağbet olsa bitpazarına nur yağardı”  söylemine, Özal ve ekibi yasaklı siyaset adamlarının anayasal  haklarının iade edilmesini “Türkiye’nin huzurunu  bozma  teşebbüsü”  olarak   yorumluyorlardı.  Ne ilginçtir ki,  1987 halkoylaması  %1  in altında  bir çoğunlukla  kabul  edildi. 

İktidar  partisi  ANAP’ın 1989 mahalli idareler seçimlerinde oy oranı  % 21.80’e düştü.  Bu 1/5  demekti. Temsil meşruiyetine inanan siyasetçilerin bulunduğu demokratik bir ülkede bu kadar büyük bir başarısızlıktan sonra başbakanın istifa etmesi  ve erken genel seçime gitmesi   beklenirdi. Ama  siyasi tarihimizde  Bülent  Ecevit dışında  bu kararı  veren   hiçbir  politikacı olmamıştır. 

Özal genel yerel seçimlerde bu kadar başarısız olmasına rağmen bu durumu hiç sorun etmedi.  ANAP’lı  milletvekillerinin oylarıyla Çankaya Köşküne  çıktı.  Hatta pişkin pişkin “mahalli seçim başka TBMM seçimleri başka” deyip işin içinden  sıyrıldı.  

ÖZAL-DEMİREL-ERBAKAN BİYOGRAFİLERİ ÜZERİNE  DÜŞÜNCELER 

Özal'ın biyografisinde Mühendislik dışındaki birikiminin nereden kaynaklandığı biraz muğlaktır. ABD'de lisansüstü bir eğitim görmemiştir. Dünya Bankasında  çalışmıştır. Elektrik  üretimi  ve piyasası çevrelerinde  bulunmuştur. 

Bu da  İTÜ  kökenli bir mühendisin üretim ve piyasa bilgilerini arttırması temelinde bir formasyon sağlar.   İkinci Dünya Savaşı sonrası gelişen ekonomik    büyüme  içinde edinilmiş bir tecrübedir bu. Daha açık bir ifadeyle ABD tecrübesidir.  

Özal’ın  yaptığı konuşma kayıtlarını incelediğinizde düşünce birikiminin ortalama   sağ görüşlü bir yurttaştan  pek farklı olmadığını görürsünüz.

Türkiye tarihine bakış açısı  standart sağcılıktır.   Hatta  bir çok  yorumunun  muvakkithane  sohbetleri  düzeyinden öteye  geçmediğini söyleyebilirim. 

 İTÜ’yü  aynı kuşakta bitirmiş siyaset adamları içerisinde mesleki alanı dışında ciddi birikimi olan tek kişi Yüksek İnşaat Mühendisi Süleyman Demirel’dir. Demirel öğrenciliğinde sosyal   meselelere  ilgi  duymuş, sınıf arkadaşları Beyoğlunda gezerken  o kütüphanede klasikleri okumuştur. 

Demirel ve Özal Amerikan toplumundan farklı şekilde etkilendiler.  Demirel Hoover Barajını gördüğünde doğaya su yoluyla hakim olmayı, bolluğu bereketi gördü. Zenginleşmeyi gördü.  Özal ise elektrik piyasasını. 

Bu mühendis üçlüsü  içinde akademik açıdan en parlak olan Erbakandır   deniliyor. Herhalde öyledir. Onun da arkasında  İstanbul Erkek  Lisesinde aldığı  eğitim olmalıdır. Doktora ve  doçentliğini   savaş sonu  Almanyasında “Alman sistemine” göre  almıştır. 1951’de  doktorasını verdi.  1954’te 27  yaşında doçent oldu. Doçentlik tezinin  doktorasının  geliştirilmiş  hali olduğunu  söyleyebilirim.  Profesör  olduktan sonra tamamen   siyasete  angaje oldu. 

Erbakan’ın toplum birimleri ve tarihle  ilgili  bir birikimi yoktur. Sadece iddiaları vardır. Milli  görüş çevrelerinde yayınlanan Erbakan külliyatı popüler yayınlardan ibarettir. Erbakan ve Özal'ın Türk modernleşmesine bakışı Nakşibendi (İskenderpaşa Dergahı) sohbetlerinin izlerini taşır.

Erbakan laikliğe karşıdır. Özal önemsemez. Düşünce ve inançları  da  piyasaya bağlar. Demirel  ise sağ popülist  tavizlere  rağmen   cumhuriyetçi-laik özü  korumuştur. Hatta siyasi kariyerinin sonuna doğru gerici tehlikeyi fark etmiş ve laikliği daha fazla sahiplenmiştir.

Demirel Erbakan ve Özal Yüksek Mühendis mektebi (İTÜ)   mezunudurlar.   Demirel  inşaat, Erbakan  makine ,Özal  elektrik mühendisidir.  Hepsi yüksek  mühendislik diploması almıştır.  Bu üç mühendis siyasetçi Cumhuriyetin ilk kuşağına mensuptur.  Demirel 1924,  Erbakan 1926, Özal 1927 doğumludur.

Okul yıllarındaki ilişkilerine dair fazla bir bilgi yoktur. Hepsi matematik  zekası olan  taşra çocuklarıydı  ve yurtta kalıyorlardı. 

Özal'ın  Demirel  ile  ilişkisi  DSİ  genel müdürlüğü sırasında   sulama, elektrifikasyon   çalışmaları   sırasında  gelişmiş olmalıdır. 

Bence burada temel belirleyici faktör  ABD’dir. ikisi de 50'lerin başında Amerika'ya gitmiş Amerika'yı farklı yönleriyle tanımışlardır

Okulu kazandıklarında İTÜ henüz Yüksek Mühendis mektebiydi.  Mili Eğitim Bakanlığına  bağlıydı. 1944’de  kuruluş kanunu  ile   üniversiteye  dönüştürüldü. 1946 Üniversiteler Kanunu'ndan sonra özerk oldu. 

Bu üçlünün içinde sınıfsal olarak en dezavantajlı olan Demireldir.  Özal bir banka memuru ve öğretmen çocuğuydu.  Erbakan Sinop'ta kadı vekilliği  yapan Mehmet Sabri Bey’in  oğluydu. Annesi de mütegalibe bir aileye  mensuptu. 

Erbakan'ın İstanbul Erkek Lisesi'nde yatılı okutulmuş olmasında şaşıracak bir yön yok. Sınıfsal olarak son derece olağan bu durum. Aynı şey Özal için de geçerli.  Özal da  İTÜ’yü  kazanabilecek sınıfsal  arka plana sahip. 

Demirel ise yarışta en arkadan gelen Mühendis Mektebi öğrencisi. O da aklıyla zekasıyla çalışkanlığıyla aradaki açığı  kapatmıştır. Demirel bir köylü çocuğu idi. Parasız yatılı devlet lisesi sınavlarını kazanana kadar öğrenim hayatı zorluklarla geçmişti. 

Kırkların sonunda bu taşralı mühendis adayı gençlerin  hepsi İskenderpaşa cemaatinin  sohbet toplantılarında bulundular. Cemaatin   ünlü  isimleri Mehmet Zahit Kotku, Abdülaziz Bekkine ve Esat Coşan’dır.   Bunlar içerisinde cemaate fazla yakınlaşmayan Demireldir.  Hatta  bir süre sonra uzaklaşmıştır.  Kamu  hizmetine girdikten sonra en seküler Batılı hayatı benimseyen de odur. Erbakan başından itibaren tarikat destekli siyasi aktivisttir.  Özal ise sempatizandır. 

Erbakan'ın mühendislik öğrenimi doktora ve doçentlik aşamaları olağanüstü başarılar olarak övülür. Hatta bir menkıbe olarak anlatılır. Onun  hep Leopard tanklarının mucidi-Devrim arabalarının  tasarımcısı  olduğundan söz edilir. Erbakan'ın tezlerinin yayınlanmış halini görmedim. İnternet  ortamında  kapak- içerik ve onay  sayfalarını  gördüm. Üzerine  yazılmış birkaç etüt var  onları inceledim.    profesör  olduktan sonra akademik  işleri   tamamen bırakmış siyasete angaje olmuş  görünüyor. 

Demirel seküler sermayenin temsilcisi olarak Adalet Partisi önderliğine gelirken,  Erbakan'ın Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Genel Sekreterliğine seçilmesi taşra sermayesinin merkeze hamlesi  olarak yorumlanabilir. Çok önemli  bir nokta: Erbakan'ın 1969'daki Adalet Partisi adaylığı ve  TOBB  genel sekreterliği başbakan Demirel tarafından engellenmişti.

Erbakan taşra sermayesinin  temsilcisi olarak meclise Konya'dan bağımsız milletvekili seçildi. 1970’de Milli Nizam partisini kurdu. 

Burada not edilmesi gereken önemli bir nokta var.  Erbakan Konya'dan çok yüksek bir oy oranı ile  milletvekili seçildi. Bu sonuç, daha 1969'da partisiz İslamcılığın  örgütlülüğünü gösterir. 

60'lardan itibaren İslamcılık tarım ve ticaret  burjuvazisine  dayanmıştır. ideolojisi de ilkel ittihar  kapitalizmidir.  Bunun nedeni yapısaldır.

Erbakan’ın  yüz bin tank-yüz bin top söyleminin  Osmanlı nostaljisi ile ilişkisi vardır. Milli görüşün  Orta Çağ emperyalizmi diyebileceğimiz nostaljik   bir yönü  vardır. Sanayi düşüncesi de Batı karşısında silah üstünlüğü kurma/meydan okuma anlamına gelir. Erbakan düşüncesinin  dayandığı bir başka zeminde Yahudi sermayesi karşıtlığıdır.   Siyonizme karşı olma  dedikleri aslında budur.

1950’lerde Demirel Menderes hükümetlerinin  genel müdürü iken Erbakan- İslamcı  söylemde mason localarının kürsülerdeki egemenliğine rağmen-  İTÜ Makine  Fakültesinde   öğretim üyesi olmuş profesörlüğe yükselmiştir.  

Demirel  için siyasete  giriş için uygun  koşulları   27  Mayıs 1960 ihtilali yaratmıştır. 27 Mayıs Demokrat Parti eliti  tasfiye etti. Bu boşluktan Demirel ve Adalet Partisi  yararlandı.  12 Eylül de  1961  demokrasisinin   sağdaki  aktörlerini (Demirel, Erbakan, Türkeş)  devre dışı   bıraktı. Özal da  bu  boşluktan  yararlandı. Demirel  Demokratların siyasete dönüşünü   kerhen   destekler görünürken,  Özal açıkça siyaset  yasaklarını  savundu. Eski elitin siyasete  dönüşünü  engellemeye çalıştı. 

ÖZAL’IN  SİYASET ANLAYIŞI ÜZERİNE  GÖZLEMLER 

Turgut Özal’ın  siyaset alanındaki  tutumu Türk sağının tipik özelliklerini taşır. Gerçekte ne liberal ne demokrattır.  Demokrasi anlayışı sadece şekil şartları düzeyindedir. Bu  da seçimlerin yapılıyor olması  dışında  bir anlam taşımaz.  Tabii  seçimler de kendisini iktidarda tutacak bir seçim sistemi  ile yapılmış olmalıdır. Özal’ın  her seçimde   kendisini iktidarda  tutacak bir seçim kanunu  çıkardığını  hatırlatmak isterim.  

Nedeni şudur. Türk sağı temsil meşruiyeti  ve  temsilde adalet gibi  ilkelerle  pek ilgili değildir. Önemli olan  iktidarı ele geçirmektir.   

Özal’ın  aldığı  en özgürlükçü kararlarda bile mutlaka bir oyun vardı. Örneğin  1987   siyasi yasakları kaldıran  halkoylaması  paketine anayasayı değiştirme çoğunluğu ile ilgili  bir  madde koymuştu. Bunu ilerde “Başkanlık”  sistemine geçebilmek için  yapmıştı. 175. Madde  değişikliğinin  gerçek sebebi  buydu. O tarihten sonra  yapılan bütün halkoylamaları bu değişiklikte  öngörülen   usulle yapıldı. Bu  değişiklik Türkiye’nin   siyasi rejimini değiştiren   oylamalarda  en önemli rolü oynamıştır. Özal’ın  anayasa  değişikliği projeksiyonu son derece mantıklıydı. Tabii  sağ  kesim  açısından.  Sistem çok basitti.  Parlamentodan 3/5 ile  anayasa  değişikliğini geçirdikten sonra halkoylamasında  nasılsa  çoğunluğu alırız.  “Türk tipi başkanlık  sistemine”  geçişi  sağlayan bu altyapı oldu.  Özal  bunu  kendisi  için  planlamıştı. Kısmet  başkalarına imiş.  

TCK’nın  141 ve 142.  maddelerinin kaldırılması da  aslına  bakarsanız  163. maddeyi kaldırmak içindi. Görüntü de düşünce ve  ifade  özgürlüğünü  genişletiyordu.   Zaten Soğuk Savaş bitmişti.  Sovyet sistemi çökmüştü.  burjuvazi açısından komünizm tehlikesi  ortadan kalkmıştı. Asıl hedef 163'ü kaldırmaktı. 

Özetle Özal kimliği Türkiye sağcılığının  neoliberal  görünümlü erken dönem bir örneğidir. Siyasal gelişmeler karşısında takındığı  tutumlar aşağı yukarı AKP ile  aynıdır.   seçim, temsil, hukuk, temel  hak ve hürriyetler konularında  çağdaş bir demokrasi anlayışı yoktur. 

Süleyman Demirel'in temsil ettiği sağ ise,  cumhuriyetin kurucu değerleri ile barışıktır.  Bazı şerhleri olmasına rağmen. Bunun  yanısıra  sosyal adaleti önemser. Vahşi kapitalizmi reddeder. 

Özal kurucu değerlerin hiçbirine sadık değildi. Bu değerleri önemsemiyordu. Bir Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu toplantısında Başbakan Özal’ın    Merhum Ord. Prof. Reşat Kaynar   hocaya   söylediği  şu söz   düşünce yapısını/bilgi seviyesini  çok iyi açıklar: “Bu Atatürkçülük dediğimiz  pragmatizm bence hocam” Önemsizmiş gibi  görünen bu ifade aslında “Ben Atatürk’ün  düşüncelerini   işime gelen  şekilde yorumlayabilirim”  demektir. 

Kanaatim  odur ki, Özal  Türk  devrimini  bilmiyordu.  Önemini kavramamıştı.Türk devrimi ile ilgili  bir okuması da yoktu. Oysa ki Demirel Doğan Avcıoğlu’nun  “Türkiye’nin Düzenini” bile  okumuştu. Kitap  kendinin ilk başbakanlık  yıllarında   yayınlanmıştı.  Özal  ise başka şeylerle ilgileniyordu. Mühendislik, hesap ve para.  Bağlı olduğu tek değer  kapitalizm idi. 

SON TAHLİLDE  KİM NEYİ TEMSİL EDER? 

Bu üç mühendis içinde Atatürk devrimlerinin bilincinde olan  tek siyasi aktör Süleyman Demirel’dir. 

Cumhurbaşkanlığı  döneminde sarf ettiği şu  söz anlamlıdır.  Bana cumhuriyet  nedir  diye soruyorlar.  “Cumhuriyet benim  ben…”  Demirel,  1965’ten itibaren defalarca  başbakanlık  yaptı. Özal’ın  ölümü üzerine  Cumhurbaşkanı seçildi. Elbette  bir  burjuva politikacısı idi.  Sermaye   sınıfının    temsilcisiydi. Ama  sınıfsal kökeni Isparta’nın  İslamköyü idi.  Bu Demirel’i yorumlarken   dikkate alınması gereken  önemli  bir   husustur. Demirel, cumhuriyetçiydi ve  laikliğin önemini  biliyordu.  Celal Bayar’ın mühendislik eğitimi  almış  versiyonuydu.  

Erbakan için   söylenebilecek   en kısa  tanımlama onun bir karşı devrimci olduğudur. Erbakan  düşüncesinden  demokrasi değil en  fazla İran’daki  rejimin sünni versiyonu  çıkabilir. Anti emperyalist    söylemi anti semitizmin dışa  vurulmuş halidir. Osmanlı hayalleri  kuran arkaik  emperyalist  hayalleri vardır. 

Erbakan  da sermaye sınıfının   temsilcisidir. Yalnız  önemli bir farkla. Metropol   sermayesinin  değil  İslamcı  taşra sermayesinin. Milli Görüşün  mason sermaye söyleminin  temelinde  bu vardır. Milli Görüşte sermaye sınıfı egemenliğe   karşı çıkma   yoktur. Sermayeye kimin  sahip olacağı meselesi vardır. Milli Görüş (Erbakan  düşüncesi)  sınıflı topluma dayanır. Taktik  düzeyde  demokratik görünür.  Asıl  hedefi  dini temellere dayalı otoriter  devlettir. 

Üçüncü  aktör Özal ise laikliği  önemsemeyen sağ popülist bir  siyasetçidir.   Demirel  ve Erbakan  arasında  bir  profildir. Tabii  bütün  yönleriyle değil.  Özal  esas itibariyle Kapitalizmi küresel  ölçekte ele  alan “yeni muhafazakar” politikaların   Türkiye temsilcisi  idi.  Özal’ın  devrim  yaptığı iddiası  genel kabul   gören bir iddiadır. Hiç katılmıyorum. Özal’ın   gerçekleştiği  devrim  kamuyu tüm alanlardan tasfiye etmek  oldu. Kamu  işletmeciliği yok edildi.  Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik piyasadan  satın alınması gereken hizmetlere  dönüştürüldü.  Emeğin  milli gelirden  aldığı  pay   alabildiğine daraltıldı. 

Özal-bu süreci-  statükoculuk ile mücadele görüntüsü   altında   Türk   halkına pazarladı.  Tutumunu küresel    aktör olma fırsatını kullanmak  olarak  açıklıyordu. 

Özal   küresel ölçekte  siyasi aktör olacağına  gerçekten inanıyordu. George W. Bush’un  Türkiye ziyareti sırasında  çekilen resimleri lütfen inceleyiniz.   Nedeni  siyasi vizyonunun dar olmasıydı. Toplum  bilimleri  ve tarihle ilgili  ciddi hiçbir bilgi  birikimi yoktu. Bunlara  önem  vermiyordu. Bazı  mühendislerde gözlemlediğim “mühendisim, zekiyim,  her şeyden anlarım”  havası vardı onda.  Demirel öyle biri  değildi.  Demirel’de “mühendisim, zekiyim, hesap kitaptan anlarım ama  Tolstoy da okudum, sosyoloji de..”  üslubu vardır.  Ülkeyi  kalkındırmak  için  solcu olmaya  gerek yok. Başka  yollar da  var. Sonuçta Özal, Demirel’in  bağımsızlığımızı kaybetme endişesiyle    çekindiği her şeye büyük oynama  hayalleri ile girdi. Hiç birinde  başarılı olamadı.  Geldiğimiz yer bugünkü Türkiye’dir.