Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
48,1615
Dolar
Arrow
41,1780
İngiliz Sterlini
Arrow
55,6235
Altın
Arrow
4755,0000
BIST
Arrow
11.288

'Mevlam verdi, sal çayıra; mevlam kayıra' mı?

BERGAMA’DAN SİYANÜR GÜNLÜKLERİ-24

“Mevlam verdi, sal çayıra” deyişi, kader inancının sorumlulukla değil, savruklukla birleştiği anı hedef alan ince bir halk ironisidir.

İnsanların kendilerine emanet edileni —toprağı, malı, yetkiyi, gücü— ölçüp biçmeden harcamalarını; ardından ortaya çıkan zararı kadere ve ilahî takdire yüklemelerini anlatır.

Bu söz, tevekkülü emeğin ve aklın yerine koyan anlayışı eleştirir; asıl sorumluluğun insana ait olduğunu hatırlatır.

Çünkü Mevlam vermiştir ama onu çayıra salmak, yani yanlış karar vermek, denetimsiz bırakmak, bilinçli bir tercihtir.

Deyiş, bu yönüyle kaderciliği değil, hesap verme ahlakını ve aklın rehberliğini savunan güçlü bir toplumsal uyarıdır.

(Erzincan İliç-Çöpler siyanürlü altın madeninde felaket ve zehirli toprak altında kalan işçileri arayan iş makineleri)

***

Bu halk deyişine uygun yaşanan sosyoekonomik durum, ülkemizde siyanürlü altın madenciliğinde görülür. 

Önceleri halkın duyarlılığı, bilim ve hukuk çevrelerinin dikkatiyle oldukça sıkı bir kamu ve kamuoyu denetimi altında ilerleyen süreç, bugün büyük yıkımlara yol açabiliyor. Yeni felaketler kapıdadır.

 “1990’larda Türkiye’yi zengin edeceği” masalıyla önce devletin ilgili birimlerini, ardından yerli işbirlikçileriyle birlikte, Amerikan filmlerindeki komploları andıran sahte düzenlemelerle kamuoyunu susturmayı başaran “Siyanürcü Ahtapot”, günümüzde Türkiye’yi kollarıyla iyice sıkıyor. 

“Mevlam verdi, sal çayıra; Mevlam kayıra” sözü, bu makalede yalnızca bir halk deyişi olarak değil, Türkiye’de özellikle siyanürlü altın madenciliği üzerinden şekillenen bir yönetim, denetimsizlik ve sorumsuzluk anlayışının simgesi olarak ele alınıyor. 

Ne kadar altın elde edildiği bilinmeyen ve eldeki yasalara göre hiçbir zaman bilinmeyecek olan (çünkü çıkarılan altın, çıkaranın beyanına göre kaydediliyor) son derece sınırlı miktardaki altın için siyanür kullanılarak toprak kazılıyor; geriye başta arsenik olmak üzere tonlarca zehir doğaya bırakılıyor. 

Toprağın tonunda 1 gram ya da 1 gramın altında altın bulunsa bile bulunduğu yer “maden” sayılıyor, altın siyanürle alındıktan sonra geride kalan çevre ise üzerinde ot bile bitmeyecek nitelikte, tonlarca zehirli toprak hâline geliyor.

Bir de buna Erzincan İliç’te dokuz kişinin yaşamını yitirdiği felaket, zehre bulanan Ordu–Fatsa dereleri ve Giresun–Şebinkarahisar hattında Kelkit Çayı’nda yaşanan proje ve uygulama hataları eklenince, “ulaşılacak zenginlik” söylemi zehirli bir masala dönüşüyor.

(Ordu-Fatsa’da siyanürlü madene karşı çıkan halk)

***

Tabii ki bu noktaya otuz yılda, adım adım gelindi. Şimdi ise daha iri adımlarla ilerlenmek isteniyor

Ancak toplumsal, bilimsel ve hukuki itirazlar hep vardı, var ve var olacak.

 İnsan, boynunu kesilmek üzere uzatan suskun koyun değildir.

Bu bağlamda yabancı, çokuluslu şirketler eliyle ilk kez Bergama toprağına saldıran, dünyanın kanını zehirleyen “Siyanürcü Ahtapot”un şirketleri, Ege Bölgesi’nde yalnızca toplumsal bir direnişle değil, Türkiye’nin ve Avrupa’nın seçkin bilim insanlarıyla da karşı karşıya kaldı.

Bu süreçte yaptıkları barışçıl eylemlerle ülke kamuoyunun dikkatini çekmeyi başaran Bergamalı köylüler ve çevreciler; siyanürcüler ve yandaşları tarafından kendilerine yöneltilen “ülkenin zenginleşmesine karşı çıkıyorsunuz”, “zengin madenlerimizin fakir bekçisi mi olacağız”, “aranızda ajanlar var”, “bu madenin hiçbir zararı yok”, “madende çalışacak işçileri köyünüzden alacağız” gibi söylemlerle bir yandan sindirilmeye, bir yandan da direnişin içi boşaltılmaya çalışıldı.

Günümüzde de ülkenin birçok yerinde işletilen ya da işletilmek istenen altın madenlerinde aynı kandırıcı terane sürüyor.

Bu durumda, bu koşullarda Bergama’da devlet yetkililerine endişelerini, sözlerini dinletemeyen köylülerin ve çevrecilerin tutunacağı iki dal vardı: bilim ve hukuk.

(Giresun-Şebinkarahisar siyanür madeninde zehirli atık barajından taşan zehirli sular derelere karışıyor)

Başka ne yapabilirdi ki insanlar!

Onlar, Bakırçay Ovası’nda pamuk ve mısır üreten, bayırlarda zeytin toplayan çiftçilerdi.

Köylülerin kararlı tutumuyla başa çıkamayan, Kanada kılıklı Alman, Fransız, Avustralyalı görünümlü Amerikan sermayeli çokuluslu Eurogold şirketi, 1992 yılında ciddi bir kriz yaşadı.

Dünya’da “Siyanürcü Ahtapot”un güçlü kollarından biri olan bu şirket, bugün Türkiye’de faaliyet gösteren zehirci şirketlerin ise yol ve yön göstericisidir.

Prof. Dr. Orhan Uslu gibi reklamı seven bir profesöre hazırlattığı sözde Çevre Değerlendirme Raporu, yaygın eleştiriler alınca siyanürcü Eurogold şirketi, Bergama–Ovacık projesinde değişiklikler yapmak zorunda kaldı.

Mühendis odaları ve bilim camiası, projeyi didik didik ediyor, yanlışlıklarını yerden yere vuruyordu.

İnşaat Mühendisleri Odası’ndan Başkan Muzaffer Tunçağ ve Sadrettin Uçkun, Kimya Mühendisleri Odası’ndan Başkan Prof. Gürel Nişli ve Ertuğrul Barka, bu konuda cesur değerlendirmeler yapıyor, köylülere bilimsel veri sunuyorlardı.

***

(Daha önce kapatılmış Balıkesir-Balya altın madeni bir kez daha açılmaya çalışılıyor.  Nine karşı çıkıyor. Siyanür ve insan hayatı ucuz: Altın pahalı)

Bu ortamda, gelen eleştirileri savuşturmak isteyen Eurogold şirketi, tasarladığı projeyle oynamaya, onu değiştirmeye başladı.

Toprak/cevher siyanürle muamele edilip içindeki altın alındıktan sonra geride kalan son derece zehirli, siyanür bileşikli ve arsenikli atıkların biriktirileceği büyük havuz/barajdan, zehirlerin yeraltı sularına geçip çevreye yayılmasını sözde önlemek için baraj tabanına yapılacak 50 cm’lik kil tabakasının kalınlığı 150 cm’ye çıkarıldı.

Güya böylece zehirlerin toprağa geçişi daha sıkı önlenecekti; ancak eleştirel bir gözle bakıldığında, bu değişiklik projenin baştan yetersiz olduğunu gösteriyordu. 

Daha önce neden düşünememişlerdi ki! Demek ki projede, daha en başta ciddi hatalar vardı.

Bu tür işletmelerde yapılacak hataların nelere mal olacağı, ilerleyen yıllarda açıkça görülecekti.

Bu durum, köylü eylemlerini daha da sertleştirdi. Haklıydılar çünkü!

Bu çare de yeterli değildi. Direnişçilerin itirazları, siyanürcüleri yeni göz boyamacı önlemlere yöneltmişti.

Bu arada köylü direnişinden etkilenen, hatta cesaret alan bazı kamu görevlileri de siyanürcü şirketi yetersizlikleri nedeniyle sıkıştırmaya başladı.

Bu kez yabancı şirket, atık barajı tabanında zehirlerin yeraltı sularına karışmasını önlemek amacıyla zemini “jeomembran” denilen plastik bir örtüyle kaplamayı önerdi.

(Zehirli atık çukuruna jeomembran döşenmesi)

Ardından kil tabakası yeniden 50 cm’ye indirildi.

Oysa çevrecilerin edindiği bilgilere göre, ABD Colorado’daki Summitville altın madeninde bu yöntem uygulanmış; zemin plastik örtüyle kaplanmış olmasına rağmen tonlarca zehrin çevreye yayılması önlenememişti

(Burden Gilt, Mineral Policy Center, 06/1993, s. 22; Rick Young, New York Times, 14.08.1994).

(Bergama-Ovacık’taki siyanür barajlarından biri)

Dünyanın en gelişmiş teknolojisi olarak sunulan “siyanürle altın elde etme yöntemi”nin, Türkiye gibi sözde “geri kalmış bir ülkede (!)” bu denli sert biçimde eleştirilmesi, siyanürcü şirketi şaşkına çevirmişti.

Hindistan’a gelmiş bir İngiliz valisi edasıyla Bergama çevresinde dolaşıp “uygarlık getiriyorum” diyerek (!) zehir getirmeye kalkan John Mc Crodock ve ekibi, burada karşılaştığı “bilimsel direniş”le başa çıkamıyordu.

Bu olgu, belki de Türkiye’de emperyalizmin yöntemlerine karşı geliştirilen ilk etkili bilimsel karşı koyuştu.

Bilim gerçeği yansıtır; gerçek ise değişimi zorunlu kılar.

***  

Bu çerçevede yapılan araştırmalar, İzmir’deki Mühendis Odaları ile Ege Üniversitesi Çevre Merkezi’nde bir araya gelen bilim insanlarının ortak bir sonuca vardığını gösteriyordu: Siyanürlü altın madenciliği, Bergama’nın doğal ve toplumsal koşullarıyla bağdaşmıyordu.

1993 yılında, Bergama’nın ilkbahar aylarında düzenlenen yerel şenliği 57. Kermes kapsamında yapılan ve halkın büyük ilgi gösterdiği konuyla ilgili panelde bu görüşler açık biçimde dile getirildi. 

Ziraat Mühendisi Prof. Ümit Erdem, Bergama’ya yaşam veren tarım, turizm, termal kaynaklar ve tekstilin, Bakırçay Ovası insanı için vazgeçilmez birer yaşam damarı olduğunu vurguladı. Altına ne gerek vardı!

Aynı toplantıda Halk Sağlığı Hekimi Prof. Fethi Doğan, Birleşmiş Milletler’e bağlı Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) bu tür işletmeler için yaptığı uyarılara dikkat çekti. WHO’ya göre; bu madenlerin çevresinde 30 kilometrelik yarıçap içinde yaşam ciddi risk altındadır, buna ek olarak 20 kilometrelik bir alan daha tehlike bölgesi olarak kabul edilmektedir.

(ABD Colorodo Summitville Siyanürlü Altın Madeninde çevre felaketi)

Kimya Profesörleri Gürel Nişli ve Emür Henden, işletmede kullanılacak siyanürün ve atık barajına bırakılacak ağır metallerin kimyasal etkilerinin yıllar, hatta on yıllar boyunca süreceğini belirtiyorlardı. Bu zehirli maddelerin çevrede kalıcı ve zincirleme sonuçlar doğuracağına dikkat çekiyorlardı.

Jeolog Prof. Şevki Filiz ise yeraltı sularına ilişkin kapsamlı bir hidrojeolojik araştırma yapılmadan, atık havuzundan sızacak zehirlerin hangi yönlere ve ne kadar uzağa ulaşacağının asla bilinemeyeceğini vurguluyordu. Ona göre, zaman içinde bu suların, Ege Denizi’nin karşı kıyısına, hatta Midilli Adası’na kadar ulaşması bile mümkündü.

Burada dile getirilen riskler, bugün yalnızca Bergama’ya özgü değildir.

 İzmir, Uşak, Eskişehir, Artvin, Erzincan, Sivas, Çanakkale, Balıkesir, Gümüşhane, Giresun, Niğde, Kırşehir, Konya, Kayseri, Ordu, Bilecik, Hatay ve Ankara’da işletilen ya da işletilmesi planlanan siyanürlü altın madenlerinin bulunduğu tüm bölgeler için ortak bir tehlikeyi ifade ediyor.

Bu tehlikeler bugün yaşanıyor; aynı anlayış sürdüğü sürece yarın da yaşanacaktır.

Gelinen noktada, yurtsever bilim insanlarımızın ve mühendislerimizin yıllar önce yaptığı uyarıların ne kadar haklı olduğu acı biçimde ortaya çıkmıştır.

(Şebinkarahisar: Zehirli dereler)

*** 

Bu süreçte siyanürcü şirketin yürüttüğü tutarsız propagandalar, direnişçilere yönelik çıkar sağlama girişimlerinin yarattığı güvensizlik ve “siyanürleme” yöntemine ilişkin derin kuşkular, bu projeye karşı koyuşu daha da kararlı hâle getirdi.

Direniş haklıydı.

Bu tepki, duygusal bir refleks değil; bilimsel temellere dayanan bir yaşam savunusuydu. İnsanlar, en temel hakları olan yaşam hakkını korumaya çalışıyordu.

Toplumsal direniş ve buna bilim çevrelerinin verdiği güçlü destek karşısında siyanürcü şirket bir süre duraksamak zorunda kaldı. 

Bilimsel her itirazı sözde yanıtlarla geçiştirmeye çalışıyorlar, ancak asıl sorular yanıtsız kalıyordu:

O “siyanür” denen zehir ne olacaktı?

O ölümcül “ağır metaller” nereye gidecekti?

Ölüm riski, ortada bir gerçeklik olarak duruyordu.

Bu atmosferde Çevre Bakanlığı, çevre kirliliğine yol açabilecek işletmeler için zorunlu gördüğü Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) yönetmeliğinin hazırlanması ve halkın katılım toplantılarının biçim ve içeriğine ilişkin yürüttüğü çalışmalarda, bilginin ve deneyimin, direnişin merkezi konumundaki Bergama Belediyesi’nden destek istemek zorunda kaldı.

Bergama’da yaşananlara ilgi duyan devletin kimi birimlerinde de siyanürcü Eurogold şirketine yönelik kuşku sürüyordu. Bu nedenle şirket bir süreliğine geri çekilmiş görünse de gerçekte ağır bir baskı altındaydı.

Ancak kirletici amaçlarına ulaşmak için yürüttükleri kara propaganda, sınır tanımıyordu.

Paraları vardı. Basınları vardı. Politikacıları vardı…

Çevreciler; ülkenin kalkınmasına köstek olan “vatan hainleri” ilan ediliyordu.

Kim ister ki böylesi bir yaftayla damgalanmayı?

Oysa ortada olan şuydu: Bir avuç köylü ve çevreye duyarlı kişi yalnızca yurtlarını savunuyordu.

“Biz altına karşı değiliz, siyanüre karşıyız,” diyorlardı.

“Altını bu kadarçok istiyorsanız, siyanürü yok edin, giderin, altını alın.”

“Siyanürden başka yöntem yok mu?”

“Yoksa araştırın, yeni yöntemler bulun; buna gücünüz yetmiyor mu?”

Ne var ki dünyayı kollarıyla sarmış, Türkiye’yi de teslim almaya hazırlanan “Siyanürcü Ahtapot”, altın elde etmek için siyanürden —bir koyup bin alma düzeninden— vazgeçer miydi?

Elbette hayır. Burunlarından kıl aldırmıyorlardı!

Aslında onlar, kendilerini dünyanın sahibi sayan bir gücün temsilcileriydi: Emperyalizmin.

Çevrecileri ikna etmek için yapmayacakları şey yoktu.

Makarios dönemindeki birleşik Kıbrıs’ın Londra Büyükelçisi, bu kez siyanürcülerin elçisi olarak ikna için; başta siyasal partilerin merkezleri olmak üzere, kapı kapı dolaştırıldı.

***

Bu süreçte, atıkların havuza ya da baraja bırakılmasından önce “siyanürün arıtılması”, atıkların siyanürden arındırılarak doğaya verilmesi konusu tartışılmaya başlandı.

“Detoxification” adı verilen yöntemle, siyanür gazının atıklarla birlikte doğaya salınmadan önce arıtılabileceği ileri sürülüyordu. 

Bu yönteme göre, suda bulunan siyanür havaya karışmadan parçalanacak ve etkisiz hâle getirilecekti.

Siyanürden, yani ölümden teknik olarak kurtulma olasılığının gündeme gelmesi, Bergama’da doğal olarak bir heyecan yarattı. 

Çünkü kimse altına karşı değildi; karşı çıkılan şey siyanür, ağır metaller ve bu zehirlerin doğaya bırakılmasıydı.

Altın çıkarımı kimseye zarar vermeyecek, doğayı ve insanı zehirlemeyecekse; ülkenin gelişmesine katkı sağlayacaksa, buna kim itiraz edebilirdi ki?

Bu nedenle halk açık ve net bir talep dile getiriyordu:

“Altına evet, siyanüre hayır!” “Altının zehrine hayır!”

Toplantılarda, meydanlarda bu sözler yankılanıyordu.

Ancak siyanür yandaşları, altın madenine yöneltilen her itirazda Bergamalıları suçlamayı tercih ettiler. 

Onlara göre çevreciler, ülkenin kalkınmasına karşıydı; yabancı sermayeyi ürkütüyorlardı. Daha da ileri gidilerek, “yabancı sermayeye düşmanlık” ve “dış güçlerin oyununa gelmek” gibi ithamlar dillendirildi.

“Yabancı sermayeye karşı çıkmak” bu söyleme göre kabul edilemezdi!

Aynı çevreler şimdi “yerli ve milli” deyişini kullanıyor.

Hatta Bergama madenini işletmek için adeta savaş veren siyanürcü çokuluslu Eurogold şirketinin Türk yöneticilerinden Ahmet Gürel, başka bir gerekçe bulamamış olacak ki, siyanür karşıtı eylemlerin Yunanistan tarafından kışkırtıldığını iddia etti.

Buna “kanıt” olarak da 1991 yılında Midilli kenti Belediye Başkanı Notis Panagiotis’in, siyanüre karşı dayanışma amacıyla Bergama’ya yaptığı ziyareti gösterdi.

(Sivas’ta vahşi madenciliğe karşı duruş.)

İlerleyen yıllarda bu tür yalanlar başka biçimler alacak; bu kez ortaklarından biri Alman şirketi olan Eurogold’un Bergama’da altın çıkarmasını engellemek için Alman devletinin çevrecileri kullandığı iddia edilecekti.

Emperyalizmin oyunları bitmez.

Amaca ulaşmak için her yol mübahtır.

Para, her kilidi açar.

Farklı ülkelerden gelen siyanürcü şirketler, başka ülkelerin topraklarını zehirlemek için güçlerini birleştirmeyi çok iyi bilirler. 

Ama farklı ülkelerde yaşayan insanların ölüme karşı dayanışması, örneğin Midilli Belediye Başkanı’nın Bergama Belediyesi’ni ziyareti, onların hiç işine gelmez.

Nitekim bir süre sonra Yunanistan’da, Selanik yakınlarındaki Olympiada halkı da Siyanürcü Ahtapot’un bir başka koluna karşı, binlerce kişinin katılımıyla bir yaşam mücadelesi verecekti. Hatta çatışmalarda bir kişi hayatını kaybedecekti.

Topraklarında işletilmek istenen siyanürlü altın madenine karşı direnişlerinde Bergama’dan yardım isteyecek, Bergama’dan aldıkları bilgi ve deneyimle mücadelelerini güçlendireceklerdi.

Ne var ki bu kez de Selanik’teki siyanürcülerin ve yandaşlarının dili değişmeyecek; Yunanistan’daki çevrecilerin direnişinin Türkler tarafından kışkırtıldığı ileri sürülecek, eylemlere öncülük edenler “Türk ajanı” olmakla suçlanacaktı.

Oysa karıncaların kardeşleri vardır!

(Yunanistan’da Olimpiada siyanürlü altın madenine karşı Selanik’te yapılan büyük yürüyüş) 

Dünyanın neresinde olursa olsun, insan insandır; ölüm de her yerde ölümdür.

***

Zehirli altının çıkarılmasına karşı çıkmamaları için ağır bir baskı altında tutulan Bergama halkı, “arıtma tesisi yapılırsa, tüm zehirler gerçekten arıtılırsa” üzerlerindeki “vatan hainliği” suçlamasından kurtulabileceklerini düşünmeye başladı.

“Biraz sıkıntı olur ama ülkenin menfaatleri için katlanılır,” deniliyordu.

Başlangıçta bu öneri bir umut ışığı gibi göründü.

“Arıtma tesisi” yapılırsa, herkesin rahat bir nefes alacağına inanıldı.

Ancak Bergamalıların “arıtma”dan anladığı şey son derece açıktı:

Siyanürün, siyanür bileşiklerinin; ağır metallerden sülfatlara, nitratlardan diğer tüm zehirli maddelere kadar hiçbir kirleticinin doğaya ya da atık havuzuna bırakılmaması.

Bu, teknik olarak olanaksızı isteyen ama ahlaken masum bir talepti.

Aynı zamanda, madenin işletmeye açılmasını mümkün olduğu kadar geciktirmeyi hedefleyen bilinçli bir tutumdu. Direnişçiler, daha fazla güç toplamak ve zehirci şirketleri yıldırmak için sürecin uzamasını istiyorlardı.

Halkın “siyanür istemiyoruz” talebinin teknik karşılığı olarak öne sürülen “siyanür arıtılsın” önerisine ve “detoxification” adı verilen projeye, siyanürcü Eurogold şirketi şiddetle karşı çıktı.

Şirketin İskoç müdürü, Büyük Britanya İmparatorluğunun maşası John McCrodock, bu talep karşısında adeta küplere bindi; öfkeyle tepindi.

Eurogold’un savunması hazırdı:

“ABD, Kanada, Avustralya ve Avrupa Birliği dâhil olmak üzere gelişmiş ülkelerde yapılan altın madenciliğinde, buharlaşmanın yağıştan yüksek olduğu iklimlerde zehirli proses atıkları atık havuzuna verilerek doğal bozundurmaya bırakılmaktadır.

Buna karşılık, yağışın buharlaşmadan fazla olduğu iklimlerde ise bu atıklar kimyasal bozundurmadan geçirilerek akarsu, göl gibi alıcı ortamlara verilmektedir. Bergama’nın iklimi, mevcut tarihsel kayıtlara göre birinci gruba girmektedir; yani buharlaşma yağışın oldukça üzerindedir.” (V. A. Oygör, dipnot 12. https://alivedatoygurmadencilik.wordpress.com/2018/01/06/ovacik-altin-madeni-bugunlere-nasil-geldi)

Siyanürcülere göre durum bu kadar açıkken, halkın bu talebi nereden çıkmıştı?

Dünya’nın her yerinde uygulanan yöntem Bergama’da da uygulanacaktı; söz konusu olan, aynı kirletici sistemin burada da devreye sokulmasından ibaretti.

Bu tartışmalarla birlikte maden sahasında ve bürokraside işler iyice yavaşladı.

Siyanürcü şirketin Bergama Ovacık–Çamçöy–Narlıca köylerinde satın aldığı, çevresini tel örgülerle çevirdiği arazi sessizliğe gömüldü.

Sonunda Siyanürcü Ahtapot, bu zehirli projenin yürütülmesinde başarısız olduğuna karar verdiği John McCrodock’u görevden aldı.

Bergama’ya “zehirli uygarlık” getirmeye kalkışan İskoç yönetici, tasını tarağını toplayarak Türkiye’yi terk etti.

Bu, Bergamalı çevrecilerin emperyalizme karşı kazandığı ilk somut zaferdi.

***

Çok geçmeden siyanürcü şirket yeniden toparlandı.

Şirketin inadı inattı; “arıtma tesisi” yapmayacaktı.

Birkaç yıl bu belirsizlik içinde geçti.

Bu süre sonunda şirket yönetimi değişti. John McCrodock’un yerine genç bir İngiliz olan J. Ashley atandı.

Ne olduysa bu arada olmuştu; şirket bu kez fikrini değiştirmiş görünüyordu.

Siyanürcü Ahtapot’un; Siyanürcü şirketlerini önünde Türkiye gibi bir pasta vardı.

Hiç bu zehirli pastadan vaz geçilir miydi!

Bergama ilk eşikti. Onun aştılar mı önleri düzdü: Koca Anadolu!

Zehirci Eorogold’un yeni müdürü J. Ashley, İzmir’e iner inmez, daha havaalanındayken Bergama Belediye Başkanı’nı telefonla arayarak “müjdeyi” (!) verdi:

Siyanürcü Eurogold, artık bir “arıtma tesisi” yapmayı kabul etmişti.

Hani siz istiyordunuz ya! Al sana arıtma!

Güya böylece halkın isteğini kabul etmiş oluyorlardı!

Halk da susacaktı!

İngiliz J.Ashley, “kimyasal arıtma” adı altında, maden atıklarını siyanürden arındıracağı iddiasıyla Çevre Bakanlığı’na bir proje sundu.

Bu projenin patent adı “INCO Detoxification Project”, kısaca “INCO–SO² yöntemi” idi.

Yöntemin özü, kükürt dioksit (SO²) kullanılarak atıklardaki siyanürün giderilmesine dayanıyordu. Buna teknik olarak “kimyasal bozundurma” deniliyordu.

Bu gelişme kısa sürede Türkiye bilim dünyasında da yankı buldu.

MTA (Maden Tetkik Arama) Maden Analizleri ve Teknikleri Dairesi uzmanlarından Muharrem Köse, bu yöntem hakkında ilk değerlendirme yapan isimlerden biri oldu.

Bergama sürecini yakından izleyen Ege Üniversitesi bilim insanlarından kimyager Prof. Emür Henden, Çevre Bakanlığı’na proje hakkında kapsamlı ve olumsuz bir rapor sundu.

(Ege Ünivesitesi’nden Prof.Emür Henden)

TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu Sekreterliği’ne, 07.08.1992 tarihli bir yazı gönderen MTA Genel Müdür Yardımcısı Dr. Güner Ünalan da bu yöntemle ilgili ciddi kuşkularını dile getirdi.

G.Ünalan, İzmir–Karşıyaka Arapdağı’nda kurulmak istenen siyanürlü altın madeninin deneme tesislerinde yapılan küçük ölçekli siyanür parçalama işlemlerinden elde edilen deneyimlere dayanarak, yöntemin sorunlu olduğunu vurguluyordu.

Bir devlet görevlisi olarak şu uyarıyı yapıyordu: “Ülkemiz koşullarında kurulacak bir arıtma tesisi, ne derece iyi olursa olsun, verimliliğinin ve zararsızlığının hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde belgelenmesi ve sürekli izlenmesi gerekir.”

Nitekim Arapdağı altın madeni daha sonra Güney Afrikalı Oppenheimer ailesinin Türkiye’deki uzantısı olan Anglo Tur şirketine, ardından polisin düzenlediği bir operasyon ile rakip iş adamlarını tehdit ettikleri iddiasıyla gözaltına alınan ve tutuklanan iş adamı Galip Öztürk’ün sahibi olduğu, otobüsleriyle ünlü Metro Holding’e devredilecek; ancak Danıştay’ın onayıyla ruhsatı ve işletme izni iptal edilecekti. (https://www.patronlardunyasi.com/agar-bir-ayda-halletmis)

Üstelik bu maden alanı, İzmir–Karşıyaka’nın hemen dibindeydi.

(İzmir-Karşıyaka-Arapdağı’nda işetilmesi iptal edilen siyanürlü maden)

Bu görüşler doğrultusunda, Münih Teknik Üniversitesi’nden, “eko-kimya” ya da çevre kimyası biliminin kurucularından sayılan ve Türkiye Çevre Kanunu’nun hazırlanmasında da danışmanlık yapan Prof. Friedhelm Korte, Bergamalılar adına projeyi inceledi ve şu net değerlendirmeyi yaptı:

“Projenin etkileri konusunda verilen bilgilerle sağlıklı bir değerlendirme yapmak olanaksızdır.”

Korte’ye göre: “Laboratuvarda yapılamayacak şey yoktur.”

Ancak laboratuvarda yapılabilecek bir şeyi açık havada, binlerce canlının ortasında yapmaya kalkılırsa ne olur?

Zehirle oynamak şaka değildir.

Bu noktadan sonra “siyanür arıtma” meselesi giderek bir hikâyeye, hatta bir masala dönüştü.

“Siyanür arıtıldı, arıtılacak” denilerek zaman uzuyor; Eurogold şirketi ise bu detoxification projesini, kendisine karşı oluşan kamuoyu baskısını yatıştırmak için pazarlamaktan öteye geçmiyordu.

(Çevre Kimyası biliminin kurucusu Prof.Freidhelm Korte)

***

Tartışmaya son noktayı, İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Prof. İsmail Duman koydu:

“Mühendislikte, özellikle çevre biliminde arıtma demek; arıttığınız şeyi alıcı ortama vermek demektir. Ancak bunu yapabilmek için, arıtılan suyun dereyi, gölü, denizi, havayı ya da toprağı mevcut kalitesinden daha iyi bir duruma getirmesi gerekir.”

“Projelerde arıtma öngörülüyorsa, arıttıkları şeyi çevreye bıraksınlar da görelim. Madem arıtılıyor, neden barajda depolanıyor?”

İ.Duman’a göre “bu yöntemle suda bulunan siyanür çözünebilir, karbon (C) ve azot (N) bileşenlerine ayrışabilir. Ancak bu çok uzun bir süreçtir.

Havaya karışan siyanürün yarısının yok olması 276 günü bulmaktadır.

Bu kadar uzun süre havada kalan zehri, mutlaka birileri soluyacaktır.

Daha da önemlisi, altın alındıktan sonra geriye kalan yarı katı–yarı sıvı siyanürlü çamurun arıtılması teknik olarak mümkün değildir.

Altın ayrıştırılırken siyanür, çamurda bulunan ağır metallerle birleşerek yeni zehirli bileşikler oluşturur ve bu karışımı ayırmak imkânsızdır.

 

(İTÜ’den Prof. İsmail Duman)

“INCO–SO²” yöntemi, çamurdaki serbest siyanürü yalnızca daha kararlı sülfüsiyanürlere ve tiyosiyanatlara (siyanürlü bileşiklere) dönüştürmektedir. Oysa bunların her biri başlı başına zehirdir.

Yani maden atıklarındaki siyanür ve siyanürlü bileşikler hiçbir zaman tümüyle yok edilememektedir.

Üstelik bu yöntem; yeni siyanür bileşikleri, kükürtlü asitler, nitrik asit (kezzap), nitratlar ve amonyak gibi daha önce ortamda olmayan yeni kirleticileri maden sahasına taşımaktadır.

Bu maddelerin hiçbirini atık çukurunda yok etmenin bir yolu yoktur.

Dahası, yeraltı sularını korumak için zemine serilmesi planlanan jeomembran (plastik örtü) bu kimyasallar tarafından zamanla parçalanacaktır.

Atık çukurundaki siyanür yetmezmiş gibi, bu yöntemle sürece bir de kükürt eklenmektedir.”

Ne ürkütücü bir tablo!

Bu sırada halk, zehirli tesislere karşı eylemlerini sürdürürken; siyanürlü altın madenciliği ve “siyanür arıtma” konusu, bilim çevrelerinde hararetle tartışılmaya devam ediyordu.

26.08.1994 tarihinde Balıkesir Burhaniye’de, arıtma konusunun ele alındığı bir toplantı düzenlendi.

Çevre dostu turizmci Birsel Altın Lemke’nin ev sahipliğinde, Prof. F.Korte, Eurogold Müdürü J. Ashley ve şirketin yönetim kurulu üyesi Norman Hardy bu toplantıda bir araya geldi.

Burada bir kez daha anlaşıldı ki, “INCO–SO²” yöntemi, Kanada’nın batısında, British Columbia bölgesinde sınırlı ölçekte denenmiş; ancak yararlılığı hiçbir zaman kesinlik kazanmamış bir uygulamaydı.

Hatta bazı kaynaklara göre, INCO yöneticilerinden Eric Devust, bu yöntemin uygulanması sırasında ellerini yakmıştı.

(Prof. İsmail Duman’ın görüşlerinin kaydedildiği kitapçık)

***

Siyanürcü Eurogold şirketinin allayıp pullayarak sunduğu bu proje, bütün bu tartışmaları büyük bir dikkatle izleyen Bergamalıların ve kamuoyunun beklediği, talep ettiği bir arıtma tesisi değildi.

Nitekim köylüler bu tesise “arıtma” değil, açıkça “avutma tesisi” diyordu.

Kimileri içinse bu, baştan sona bir aldatmacadan ibaretti.

Çevrecilerin, siyanür belasından kurtulmak amacıyla başlangıçta “siyanür arıtılsın” talebini dile getirmeleri; ancak yurtsever bilim insanlarından edinilen derinlikli bilgiler ışığında, böyle bir tesisin siyanürü ortadan kaldırmaktan çok daha büyük ve kalıcı zehirli sorunlar yaratacağını fark ederek bu girişime karşı çıkmaları, siyanürcü şirketi ve onun yandaşlarını ciddi biçimde rahatsız etti.

Bu çevreler, paralı kalemşörleriyle birlikte bu tutumu “çevrecilerin tutarsızlığı” olarak kamuoyuna yansıtmaya çalıştılar.

(Siyanürlü Altın savunucularından yabancı Eorıgold şirketinin çalışanlarında V.A.Oygör bir gazete demecini taahhüt olarak kabul etmiş.)

Önce devlet memuru olarak görev yapmış, daha sonra siyanürcü Eurogold şirketinin çalışanlarından ve en ateşli savunucularından biri hâline gelmiş olan Jeolog Vedat Ali Oygör, rahatsızlığını şu sözlerle ifade etme gereği duydu:

“Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın, gazeteci Muzaffer Oktay’la yaptığı bir görüşmede, ‘Eğer şirket kimyasal arıtmayı kabul ederse biz de bu projeye karşı çıkmayacağız’ anlamındaki sözleriyle bir taahhütte bulunmuştur (!) Medyada da yer alan bu bağlayıcı (!) ifadeye karşın daha sonra sözünde durmamıştır.”

(V. A. Oygör, dipnot 9 ve 12)

Ortada neyin taahhüdü, neyin bağlayıcılığı vardı ki?

Siyanürcü kalem direnişçilerden arzu ettiği sonucu, teslim olmayı bekliyordu anlaşılan!

Buna rağmen siyanürcü şirket, arıtma tesisi için attığı adımdan geri dönmedi; bu kez Çevre Bakanlığı üzerindeki baskısını arttırdı.

Bakanlık da söz konusu arıtma tesisi projesini incelenmek üzere İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’ne gönderdi.

Nedense kimi kamu yöneticileri verecekleri yanlış kararı onaylatacak bazı sözde bilim adamlarını her zaman buluyor.

Bu dönemde, daha önce Ege Üniversitesi’nde görev yaparken Eurogold adına şaibeli bir Çevresel Etki Değerlendirme raporu hazırladığı gerekçesiyle kamuoyunda yoğun eleştirilere maruz kalan Prof. Orhan Uslu, projenin inceleneceği Dokuz Eylül Üniversitesi Mühendislik Fakültesi, Çevre Mühendisliği Bölümü’ne transfer olmuş, orada profesördü. Bölüm başkanlığı görevini ise Prof. Dr. Füsun Şengül yürütüyordu.

Birçok bilim insanının ciddi eleştiriler yönelttiği, Bergamalı çevrecilerin açıkça “avutma tesisi” olarak nitelendirdiği bu proje, 21 Ağustos 1995 tarihinde, Dokuz Eylül Üniversitesi’nden “amaca uygun” olduğu yönünde bir rapor aldı.

Daha önce Bergama’daki siyanürlü altın madeni için olumlu görüş bildiren raporları nedeniyle tarafsızlığı tartışma konusu olan Prof. Orhan Uslu’nun, bu sürecin yine merkezinde yer alması dikkat çekiciydi.

Zaten aksi de sürpriz olurdu!

Prof. Dr. Orhan Uslu ve Prof. Dr. Füsun Şengül, ilerleyen yıllarda vefat edeceklerdir.

(Türkiye’de siyanürlü altın madenciliğin savunucularından Prof.Orhan Uslu)

***

Sözde “arıtma” tesisini allayıp pullayarak, taze bir gelin gibi kamuoyuna sunan Siyanürcü Ahtapot’un Türkiye’deki kolu Eurogold, geniş kesimleri ikna etmeyi başaramadı; ancak TC Çevre Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı ve Bergama–Ovacık projesine onay veren yüksek dereceli memur olarak bilinen Murat Sungur Bursa’yı ikna etmeyi başardı.

Üstelik artık elde; yüksek mahkeme Danıştayca “işletilmesinde hiçbir kamu yararı olmadığı saptanacak” bu işletme için verilecek tehlikeli karara dayanak oluşturacak bir belge vardı: Dokuz Eylül Üniversitesi’nden gelen “olumlu” rapor.

Bu yönteme, açık bilimsel verilerle karşı çıkan Prof. İsmail Duman, Prof. Emür Henden, Prof. Şevki Filiz, Prof. Gürel Nişli gibi bilim insanlarının, Mühendis Odalarının uyarıları ise görmezden, duymazdan gelindi.

(Zehir akar: Kimileri baktı, bakar. Erzican-İliç)

Murat Sungur Bursa, böylece Türkiye’nin başına siyanürlü altın madenciliğini musallat eden devlet görevlisi teknokrat olarak tarihe geçecekti.

Bu teknokratın attığı imza, ülkenin dört bir yanında on binlerce yurttaşın huzurunu kaçıracak sonuçların önünü açtı.

Siyanürcü şirketin verdiği taahhütname karşılığında TC Çevre Bakanlığı’ndan aldığı onayın altında, Murat Sungur Bursa’nın imzası bulunuyordu.

Ancak tüm sorumluluğu tek bir isme yüklemek de gerçeği eksik bırakır. Murat Sungur Bursa bir teknokrattı; ama aynı zamanda bir emir kuluydu.

“Bu işi bitir!” talimatını müsteşar yardımcısına kimin verdiği sorusu hâlâ ortadadır.

Emir kulları, çoğu zaman efendilerine itaat eder!

Neyse ki kayıtlı tarih hiçbir şeyi unutmuyor.

“Bu bir teknik sorundur” diyerek, dönemin Çevre Bakanı Rıza Akçalı’nın bu belgeyi imzalamadığı da ayrıca not düşülmelidir.

İlginç!

(Dönemin Çevre Bakanı Rıza Akçalı) 

Bu tablo karşısında siyanürcü Eurogold son derece mutluydu.

Kâğıt üzerinde Devleti aşmayı başarmıştı.

Kamuoyuna kabul ettirmeye çalıştığı Ovacık Siyanürlü Altın Projesi, artık bir de resmî devlet onayına sahipti.

Daha ne denebilirdi ki?

Eurogold, sözüm ona çifte önlem almıştı:

Bir yanda plastik tabaka/jeomembran, öte yanda arıtma tesisi.

Zehrin kaçacağı yer mi kalmıştı artık?

Şirketin ve yandaşlarının dili buydu:

Sorunlu olan proje değil, itiraz edenlerdi.

Çevreciler art niyetliydi; arkalarında mutlaka ülkenin kalkınmasını istemeyen “dış güçler” vardı.

Bu söylem, bu “ iftira” acımasızca çevrecilerin kişiliğine yönelik ve sistematik biçimde dolaşıma sokuldu.

Artık siyanürcülerin arkasında Devlet desteği de bulunuyordu.

“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” anlayışıyla kurulmuş bin yıllık Devlet, halkın karşısında; Siyanürcü Ahtapot’u savunmak ve korumak zorunda bırakılmıştı.

(Uşak-Eşme’de atık havuzu falan yok. Her işlem neredeyse açık havada yapılıyor. Maden, Uşak kent merkezine doğru ilerliyor. Durumu bu. Görüntüsü bile ürkünç. İşleticisi yabancıların sahip olduğu TÜPRAG şirketi)

***

İşte böylesi çetin bir mücadele içinde Bergamalı çevreciler, emperyalizmin zehrine karşı topraklarını korumaya çalıştılar.

Zorla hayata geçirilmek istenen projeye, barışçıl ama kararlı kitlesel eylemlerle, bilimsel verilerle ve hukuki itirazlarla karşı durdular.

Çevreciler ne kadar medeni, Emperyalizmi maşaları ne kadar vahşiydi!

Varlığı başlı başına büyük bir tehdit ve tehlike oluşturan Bergama–Ovacık siyanürlü altın madeninde, zehirci şirket hiç istemediği birçok sıkı önlemi almaya zorlandı.

Zehir kullanarak elde edeceği, ettiği altının maliyeti arttıkça arttı!

***

(Fatsa’da ağaçların kesilmesine karşı çıkanların duruşu: Tepki! Kimse yalnız değildir.)

Peki bugün Türkiye genelinde durum nedir?

İzmir’de, Uşak’ta, Eskişehir’de, Artvin’de, Erzincan’da, Sivas’ta, Çanakkale’de, Balıkesir’de, Gümüşhane’de, Giresun’da, Niğde’de, Kırşehir’de, Konya’da, Kayseri’de, Ordu’da, Bilecik’te, Hatay’da, Ankara’da işletilen ya da işletilmeye hazırlanan siyanürlü altın madenlerinde neler yaşanıyor?

Bergama’da, büyük bedeller ödenerek elde edilen önlemlerin kaç tanesi bu sahalarda uygulanıyor?

Yoksa her yerde geçerli olan anlayış şu mudur:

“Mevlam verdi, sal çayıra; Mevlam kayıra.”

Ardı ardına gelen felaketlere bakılırsa, ne yazık ki tablo bunu doğruluyor.

Gelinen noktada siyanürlü altın madenciliği örneği, “Mevlam verdi, sal çayıra; Mevlam kayıra” anlayışının; doğa, toplum ve gelecek üzerinde nasıl yıkıcı sonuçlar doğurduğunu açıkça gösteriyor.

Bilimin uyarıları, hukukun sınırları ve halkın yaşam hakkı hiçe sayıldığında geriye kalan; kirlenmiş topraklar, zehirlenmiş sular ve kalıcı bir güvensizlik oluyor.

Bergama’da verilen mücadele, yalnızca bir yerel direniş değildir.

O mücadele; aklın, sorumluluğun ve hesap verme ahlakının, kaderci savrukluğa karşı yükselttiği tarihsel bir itiraz olarak okunmalıdır.

Bergama, altına karşı değil; unutmaya karşı direndi.

Bilimin sustuğu, hukukun eğildiği yerde kader konuşur sanılır.

Oysa kader değil, karşı duruşlar yazılır tarihe.

(Ayrıntılı kaynaklar: Sefa Taşkın’ın Siyanürcü Ahtapot kitabından: Sel Yayınları:1998).

Sefa Taşkın

21.12.2025

Bergama/İzmir