Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
41,5627
Dolar
Arrow
37,9499
İngiliz Sterlini
Arrow
48,5467
Altın
Arrow
3638,0000
BIST
Arrow
9.275

Eylemler, itirazlar ve boykot

Siyasal iktidarla toplumsal, insani ve hatta kültürel bağlarını koparmış olan kitleler, süreç içerisinde yaşadığı topraklara olan aidiyetini de sorgular. İnsan, değer görmek ister çünkü. Yokluğunu hissettiği anda hem kendini hem de muhataplarını sorgular. 

İnsanlar gibi topluluklar da değersizlik duygusuna kapıldıkları anda derin bir huzursuzluk, kaygı ve nihai olarak toplumsal bir patlama yaşayabilirler. Değer görülmeyen bir yerde değil mutlu olmak nefes almak bile zor gelir. Ve zor olan başka yollar aramaya, başka hikayelere yelken açmaya zorlar insanı. Türkiye’nin son dönemlerde yaşadığı olaylar bana bu gerçekliği anımsattı. 

Toplumun önemli bir kesimi her şeyden önce sesinin duyulmadığını, itirazlarına kulak asılmadığını, görülmediğini ve dolayısıyla yok sayıldığını hissediyor. 

Peki, yok sayıldığınız bir yerde ne yaparsınız?

Bu sorunun yanıtına birazdan geleceğim ama önce şu yok sayılma konusunu örneklerle biraz açalım isterseniz. Ergenekon ve Balyoz günleriydi. Yani yaklaşık on beş yıl öncesinden bahsediyoruz. Silivri cezaevinin toplama kampına döndüğü günler: Askerler, yazarlar, aydınlar, siyasetçiler bir bir evlerinden alınarak onlarca yıl hapis cezasına çarptırılıyor ve hatta bazıları müebbet hapse mahkum ediliyordu. Bununla birlikte bugün olduğu gibi o günde toplum feveran ediyor, yaşananların hakla hukukla bir ilgisinin olmadığını söylüyordu. Hatırlayalım o günlerde İlker Başbuğ terör örgütü üyeliği ve darbe suçlamasıyla ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Bazı isimlere ağırlaştırılmış müebbet cezası verildi. Yani idam olsa bugün çoğu isim hayatta olmayacaktı belki de. Pek çok kişi sağlık sorunları yüzünden cezaevinde ya da sonrasını yaşamını kaybetti. Yaşananlara dayanamayan komutanlardan Ali Tatar canına kıydı.

Siyasal iktidar ise tüm bu olup bitenleri, toplumun itirazlarını ve tepkilerini yok saydı. Milyonlarca insan adeta yok hükmündeydi artık. Diğer bir deyişle iktidar muhalefeti yaşayan ölüler olarak görüyordu. 

Peki, ölü olarak yaşamaya devam edilebilir miydi?

Baharlar gelip geçiyor, tohumlar filiz veriyor, mevsimler değişiyorken iktidarlar toplumu ölüme mahkum edemezdi elbette. Gezi böyle günlerde ses verdi, memleketin dört bir tarafında bağında, bahçesinde, mahallesinde.

Bu ses ne bir partinin ne bir örgütün organize ettiği, tek başına yola çıkardığı bir sesti. Yok sayılmanın, ötekileştirilmenin yarattığı bir halk isyanıydı bu. Şehirlere, hukuka, adalete, toplumsal vicdana ihanet edenlere karşı kolektif bir direnişti. Yoksulluğa, yıkıcı ekonomi politikalarına, otokratik rejim denemelerine bir başkaldırıydı. Yani bugün yaşanan kitlesel eylemlerin doğuşuydu Gezi. Ondan sebep Gezi günlerinde çocuk olan gençler bugün sokağa çıktığında “Ali İsmail’in kardeşleri burada” yazan dövizlerle yürüdü. 

Yukarıda “yok sayıldığınız yerde ne yaparsınız” diye sormuştuk. Yanıtın sırası geldi sanırım. Görülmüyor, duyulmuyor, hiçleştiriliyorsanız yaşama hakkınızın ve haysiyetininiz bir gereği olarak siz de yanıt verir; görmez, duymaz, izlemez, sizi yok sayanların evine, yerine, yurduna adım atmazsınız. Şimdilerde adına boykot diyoruz ama bu bir yerde meşru müdafaadır. Öz savunmadır, öz saygıdır. Adına boykot diyeceksek de bunu başlatan geniş toplum kesimleri değildir; bunu başlatan siyasal iktidarın kendisi ve onun destekçisi firmalar, holdingler medya kuruluşlarıdır. 

Üzücü olan şu ki, siyasal iktidar son on beş yıldır bu toplumun yaralarını, kırdığı, incittiği, ruhunu sakatladığı geniş toplum kesimlerini görmediği gibi olayı hala muhalefet partilerinin tepkisine indirgemeye çalışıyor. Oysa mesele bir parti meselesi değil, topyekûn olarak bir halkın varoluş mücadelesidir. Derin yoksullaşmaya, mülksüzleşmeye, çöken eğitim sisteminden, gittikçe anlamını yitiren parlamenter siyasete karşı bir itiraz manifestosudur. Bitmek bilmeyen siyasal ve toplumsal depremlere evinden, sokağından, sosyal medyasından verilen dur ihtiradır. Zira dediğimiz gibi bu artık bir öz savunma, öz saygı tutumudur. 

Anımsayalım, kendisi de zindanda olan avukat Selçuk Kozağaçlı şu sözleri yıllar öncesinde sarf etmişti: "Ne için yaşıyoruz? Güvenlik yok, iş yok, gelecek yok, hukuk yok, anayasa yok. Yaşıyoruz, bu yaşamak çok kutsal öyle mi? Yaşamın kendisi değil kutsal olan. Kutsal olan adil bir yaşam, kutsal olan onurlu bir yaşam..." 

Tam da böyle değil mi, bu sözlerin hakikati ile yaşayan bir halk ne kadar sessiz kalabilir, nasıl bir ruh hali yaşayabilir? Yaşayamıyor, insanların yalnız günlük yaşam koşulları, ekonomik durumları değil, ruhları da sakatlanıyor ve bu yaralarla yaşamaya çalışırken iyileşme yollarını arıyor. İfade ettiğimiz gibi bu yanıyla mesele bir parti meselesi değildir; ki gençler sokağa çıkıp itirazlarını dile getirirken bu gerçekliği şöyle teslim ediyorlardı: “Mitinge değil eyleme geldik.”

Bugün Ayşe Barım’a tahliye kararı veren hakim hakkında soruşturma başlatılıyor, Can Atalay ve diğer Gezi tutsaklarının hapisliği yetmiyormuş gibi hala Gezi’den Silivri’ye tutsaklar taşınıyorsa, boykot çağırısı yapan insanlar hakkında soruşturma açılacağı ilan edilip, TRT ekranları itiraz edenlere karartılıyorsa, Mahir Polat başta olmak üzere hasta tutsaklar neredeyse ölüme mahkum ediliyor, gençler yatarı olmadığı halde zindanlara atılıyor ve seçilmiş belediye başkanları tutuklanıyorsa hedef alınan halkın kendisidir. O halde yanıt da halktan gelir, bir parti ya da partilerden değil. 

O halk sizden hukuk da, medya özgürlüğün de, eğitim sistemin de, ekonomi de adalet ister; hukuku bir operasyon aracı gibi kullanmamanızı, partiye devlete dönüştürmemenizi talep eder. Diploma konusundan yolsuzluğa kadar yargı için tarafsızlık çağrısı yapar. Bir yeri dikensiz gül bahçesi gibi gösterirken, öbür tarafı bataklığa benzetmenize itiraz eder. Terazinin eşit tartmadığını, sınırların adil çizilmediğini, hakkın hukukun eşit gözetilmediğini söyler. Dün TRT ekranlarında bütün muhalefet partileri bir masa etrafında oturup tartışırken, bugün TRT’nin iktidarın kanalı gibi hareket ettiğini söyler. 

İşte bütün bunlar yalnızca bir grubu, topluluğu ya da partiyi ilgilendiren sorunlar değildir. Burada söz konusu olan yürüyen hayatın kendisi, egemen olan siyasal düzen ve toplumun geleceğidir. O halde bu gidişata set çekmesi gereken de bizatihi halkın kendisidir. Demokrasi de halka bu hakkı vermektedir. 

Maksim Gorki, Ana romanında şöyle der: “İnsanların ruhunu öldürüyorlar, anne. İşte asıl cinayet bu…Evlerine, sosyal statülerine ve paralarına hiçbir zarar gelmesin diye garip insanları harcıyorlar. Anlıyorsun beni, değil mi anne? Halkın ruhunu kurutuyorlar ve hiçbir şey anlamaz hale getiriyorlar.”  Dünden bugüne yaşadıklarımız, ifade edilen bu hale nasıl benziyor değil mi? Halkın tam da farkında olduğu durum bu işte; ruhuna, geleceğine sahip çıkıyor halk.