Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,2401
Dolar
Arrow
34,4862
İngiliz Sterlini
Arrow
43,5545
Altın
Arrow
2962,0000
BIST
Arrow
9.549

Bahadır Selim Dilek yazdı: Dünya popülizmi neden aşamıyor?

Siyaset bilimciler, siyaset felsefesi ile ilgilenenler, sosyologlar, siyaset sosyolojisi veya siyaset psikolojisi çalışanlar, iktisatçılar; Hollanda'da aşırı sağcı Geert Wilders'ın, Arjantin'de "sağ-kanat liberter popülist" Javier Millei'nin seçimleri kazanması, ABD'de Donald Trump'ın anketlerde birinci çıkmasıyla bu soruya cevap bulmak için yeniden kafa yormaya başladılar.

Meseleyi, aynı ezber üzerinden dile getirilecek üç beş cümlenin ötesine taşırsak, yükselen bu yeni faşizm dalgasıyla, küresel anlamda olası yeni trajedilere, acılara gebe bir dönemin eşiğinde bulunduğumuzu söylemek yanlış olmayacaktır.

Son dönemde aşırı sağın, yeni faşizmin, otoriter rejimlerin güçlenmesine ilişkin yapılan yorumlarda birkaç unsurlar öne çıkıyor.

Batı'da sığınmacı, göçmen, yabancılar meselesi, islamofobi; Doğu'da Batı karşıtlığı!

Doğu'daki otoriter rejimler artık kanıksanmış olacak ki, mesela Türkiye'de Erdoğan, Rusya'da Putin, Çin'de Şi Cinping, Hindistan’da Narendra Modi, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, çoğulculuk gibi Batılı değerler bağlamında pek fazla tartışma konusu değil. 

Irkçılığın, faşizmin köklerinin bulunduğu coğrafya olması hasebiyle Batı'da özellikle Avrupa'da güçlenmeye başlayan aşırı sağ, ister istemez 80 yıl önce yaşlı kıtada milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine neden olan insanlık trajedisini akıllara getiriyor.

O yüzden Avrupa ülkelerinde yapılan her seçimde gözler aşırı sağ partilerin oy oranlarına çevriliyor. Bugün itibarıyla Avrupa genelinde aşırı sağ oyları 20 yıl öncesine göre en az 10 kat artmış durumda.

Popülist liderlerin ortaya çıkışında, ırkçılığın toplumsal zemin bulmasında ve güçlenmesinde en temel etkenin dünyayı adeta esir alan neoliberal haydutluk olduğunun altını kalın kalemle çizelim, bunun aynı zamanda neoliberal demokrasinin kendi iç krizlerinden kaynaklandığına vurgu yapalım.

Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra Batı kapitalizminin küresel ölçekte derin bir adaletsizlik yarattığı, az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerdeki çıkarlarını koruma adına bölgesel istikrarsızlıkları ve çatışmaları beslediği; bunun da doğudan ve güneyden batıya yoğun bir insan hareketliliğine neden olduğu, konuyla uzaktan yakından ilgili herkesin malumu.

Yani Batı, sömürgeci siyasetiyle bir yandan kitlesel göçleri tetikliyor, diğer yandan söz konusu insan hareketliliğinden şikayet ediyor ve bunun önüne geçmek elinden ne gelirse yapıyor. 

Önüne geçemediği durumlarda, Hollanda örneğinde olduğu gibi aşırı sağcı, göçmen karşıtı, yabancı düşmanlığından beslenen liderler sandıkta ipi göğüsleyiveriyor. 

Avrupa ırkçı geçmişi ile yüzleşmekten kaçınıyor ama sıkıştığı zaman yine ırkçı liderlerden medet umuyor.

Ahmet Kaya'nın dediği gibi, bu ne yaman çelişki anne...

Bu noktada biraz aykırı bir bakış açısıyla genel geçer ezberin dışına çıkmakta yarar var.

Öncelikle, 90'ların başından beri süren bu kısır döngünün neden hala kırılamadığı sorusunun cevabını yine Hollanda'ya ilişkin bir örnek üzerinden vermeye çalışalım.

2010 yılında Avrupa Gazeteciler Federasyonu'nun daveti üzerine Hollanda'ya gitmiştim. Göçmenlerle ilgili bir sivil toplum örgütü ile yaptığımız bir toplantıda, yetkililerden biri çıktı, "Buradaki Türklerin entegrasyonu konusunda ciddi sıkıntılar yaşıyoruz" dedi ve devam etti:

"Kendi kimliklerini, kültürlerini korumaları için elimizden geleni yapıyoruz. Din eğitimi almaları, anadillerini unutmamaları için ikili anlaşmalar var. Bireysel hak ve özgürlükler konusunda hiçbir sıkıntıları olmadığını düşünüyoruz. Sosyal hakları, Hollandalılar ile aynı... Hiçbir dışlayıcı tutumumuz yok. Buna rağmen entegrasyonda çok başarılı değiliz"

Bu söylediklerinin üzerine örnekler verdi. Hatta, bir Türk ailenin kurban bayramında büyükbaş kurbanını belediyenin gösterdiği yerde değil de Hollandalı beş aile ile ortak kullandıkları bahçede kesmesiyle başgösteren sıkıntıyı anlattı.

Belediye, şikayet üzerine Türk aileye ciddi bir para cezası uygulamış ama sözkonusu sivil toplum örgütü, Türk ailenin dini görevini yerine getirdiğinden hareketle bunun din ve vicdan hürriyetinin gereğini olduğunu ileri sürüp belediyeye karşı hukuk mücadelesi başlatmış.

Bu cümleler üzerine ister istemez güldüm, "Siz" dedim, 'Türkler Hollanda toplumuna entegre olmasın diye elinizden geleni yapıyorsunuz"

Avrupa'da sığınmacı, göçmen ve yabancılar meselesi, sağ siyasetin olduğu kadar sol siyasetin de konusu. 

Avrupa solu bir koruma kalkanı, bir savunma avukatı görevi üstlenmiş durumda.

Ama sosyal dinamikler farklı işliyor. Sağ, aşırı sağa kayıp güçlendikçe, kimlik siyaseti üzerinden göçmen, sığınmacı savunuculuğu yapan sol eriyip gidiyor ve kitlelere umut olmaktan uzaklaşıyor.

Sendikalar, sol gruplar gücünü yitiriyor, militarizme öykünen örgütlenmeler güç kazanıyor.

Türkiye'de olduğu gibi Avrupa'da da sol, kimlik siyaseti karşısında adeta araba farı görmüş tavşan gibi kalakaldığı, sınıf siyasetinden uzaklaştığı, alternatif bir yaklaşım geliştiremediği için göçmen, sığınmacı ve yabancılar meselesine de kamusal iyilikten, birleştirici bakış açısından, ortak yaşam vizyonundan çok dinsel, mezhepsel ve etnik aidiyetler üzerinden yaklaşıyor. 

Dinsel yasakların özgürlük; dinsel, mezhepsel ve etnik aidiyetlerin çoğulculuk olduğunu düşünüyorlar. 

Sağ cenahın ateş hattında ve sol cenahın koruma kalkanı altında atomize bir karakter alan göçmenler, yabancılar kendilerini koruma adına içlerine kapanıp topluma entegre olmayı reddediyorlar. 

Toplumun bu demir leblebiyi hazmedemediği noktada, göçmen karşıtlığı ve yabancı düşmanlığı artmaya başlıyor.

Aşırı sağcı siyasetçiler bunu özenle besleyip güç kazanıyor. Onlar güç kazandıkça, göçmenler daha fazla içine kapanıyor. Aynı zamanda bu dinsel radikalleşmeye zemin oluşturuyor. Göçmenler arasında El Kaide ve IŞİD'e katılanların sayısının azımsanmayacak noktada olduğunu ayrıca belirtelim.

Yeri gelmişken burada kısa bir parantez açalım ve İslamofobi'nin Erdoğan'ın sıkça dile getirdiği gibi İslam düşmanlığı olmadığını, kelimenin tam anlamının İslam korkusu olduğunu söyleyelim.

Fransa'da özellikle Mağriplilerin yoğunlukla yaşadığı Marsilya'da geçen aylarda patlak veren olayların psikopatolojisi de bu bağlamda izaha muhtaç!

Olayların başını çekenler, yeni göçmenler veya sığınmacılar değil. Çoğunluğu, üç ya da belki dört kuşaktır Fransa'da yaşayan Tunus veya Cezayir kökenli Araplar, Afrika kökenliler. 

Orada farklı ekonomik, sosyal ve kültürel dinamikler var ama sonuç yine Le Pen gibi popülist ve aşırı sağcı bir liderin güçlenmesine giden yola çıkıyor.

Macaristan ve Polonya'da popülist sağcı liderler, AB'nin siyasi kriterlerini yerle yeksan edecek uygulamalara imza atıyor olsalar bile iktidarlarını koruyabiliyorlar. Yakın dönemde koltuklarını bırakacak gibi görünmüyorlar. Keza Sırbistan'da da öyle.

Almanya ve İtalya'da demokrasi adına alarm zilleri henüz çalmaya başlamamış olsa bile siyasi gelişmeler tedirgin edici boyutta.

Meselenin, fakirin daha fakir, zenginin daha zengin olduğu bu çarpık düzenin sosyoekonomik boyutunu bir başka yazının konusu yapalım diyerek şimdilik noktayı koyalım.