Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
37,4265
Dolar
Arrow
33,9867
İngiliz Sterlini
Arrow
44,3777
Altın
Arrow
2744,0000
BIST
Arrow
9.500

Enkazda açan Çiçek

Üç gün önce, 17 Ağustos depreminin yıl dönümüydü.

Üzerinden tam çeyrek asır geçti.

Ama benim hafızamda dün gibi canlı.

Geçen sene Türkiye'nin güneydoğusunu vuran depremde Kahramanmaraş’taki Serap Apartmanı da yıkılmıştı.

Altında kuruyemişçi vardı. Dört ay sonra yıkıntıların arasında kalan günebakanların çekirdekleri önce filizlenmiş sonra boy verip çiçek açmıştı.

Öyle ya da böyle hayat devam ediyordu. Her canlı, şartlar ne kadar kötü olursa olsun yaşamak için mutlaka bir yol buluyordu.

Haberin fotoğrafını görünce aklıma 1999’da neredeyse tamamen yıkılan Adapazarı'ndaki güzeller güzeli Çiçek geldi.

Depreme Ankara'da yakalanmıştım.

Ayrancı'da, Güleryüz Sokakta oturduğum apartmanın beşinci katı adeta beşik gibi sallanmıştı.

15-20 dakika kadar ne olduğunu anlamaya çalıştıktan, çoluk çocuk herkesin iyi olduğuna kanaat getirdikten sonra o dönemde çalıştığım Akşam Gazetesi'nin Bestekar Sokak'taki Ankara Bürosu'na gitmek için evden çıkmış, Elçi Sokak üzerinden Güvenlik Caddesi'ne, oradan Atatürk Bulvarı'na inmiştim.

Yol boyunca evlerin ışıkları yanıyordu.

İnsanlar apartmanlarının önünde öbek öbek toplanmıştı.

Sağdan soldan araba alarmlarının sesleri geliyordu.

Kadınlar ve çocuklar yataktan çıktıkları gibi pijamalarıyla sokağa fırlamış, arabası olan içine sığınmış, olmayanlar sırtlarında battaniyelerle ne yapacaklarını bilmeden sokak ortasında bekleşiyordu.

Haber alacak hiç bir yer yoktu.

Yeni yeni palazlanmaya başlayan haber kanallarının da henüz acemilik dönemiydi. Gecenin o saatinde bant yayınları dönüyordu. Belli ki böyle bir duruma karşı hazırlıksızlardı. TRT'de ise bir gün önceki yayınların tekrarı vardı.

Arabanın radyosunu açtım. Gece müziği, klasiklerden seçmeler filan derken Ankara'daki yerel radyolardan birine denk geldim.

Canlı yayındaydı.

Program sunucusu olan kızı tanıyordum, öğrencilik döneminden hem komşum, hem de arkadaşımdı. Ailesi İzmit'te oturuyordu. Sesi titreyerek büyük bir deprem olduğunu, ailesini aramak istediğini ama İstanbul yönünde bütün hatların kesik olduğunu söyledi.

O an kafamda şimşekler çaktı. Deprem Marmara Bölgesi’nde olmuştu. Cep telefonuna sarıldım ve yaz aylarını Bursa'nın Gemlik Körfezi kıyısındaki Kurşunlu beldesinde geçiren annemle babamı aradım.

Cep telefonları düşmedi.

Sonra aklıma ev telefonu geldi. Çevirdim ve daha ilk çalışta açıldı. Babam, benim sormama fırsat bile vermeden heyecanlı bir sesle, “Siz iyi misiniz, biz iyiyiz merak etme oğlum” dedi.

İçim rahatlamıştı.

Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum.

“Yerle gök bir oldu” diye anlatmaya başladı. İlk sarsıntıda yataktan fırlamışlar kendilerini hızlıca dışarı atmışlardı. Bahçeye çıktıklarında deprem hala devam ediyormuş. Babam o anda ay ışığının aydınlattığı denizde bir gariplik olduğunu fark etmiş. Deniz üç, beş metre kadar yükselmiş, dev bir dalga kıyıya vurmuş, denizin içinden gökyüzüne doğru bir ışık yükselmiş.

Babamın her cümlesinde dehşete düşüyordum. Söyledikleri sanki dünyanın sonunu anlatan bir korku filmi senaryosuydu.

“Baba” dedim, “Ne olursa olsun, eve girmeyin, geceyi arabada geçirin”

Tamam, bizi merak etme derken ev hattı da kesildi.

Gazeteye vardığımda, Haber Müdürü Ahmet Baydar, kendisinden daha küçük olan arabası Fiat 126 BIS'i park etmeye çalışıyordu.

O da hiçbir yerden haber alamamıştı.

Marmara Bölgesi bir felaketle karşı karşıyaydı ama kimse ne olduğunu tam olarak bilmiyordu.

Babamın söylediklerini anlattım. Dikkatlice dinledi ve “En iyisi İstanbul'a doğru yola çıkıp bakalım” dedi. Gazetenin İstanbul'daki merkezine de ulaşılamıyordu.

Yarım saat içinde araçlarımızdan biri ile yola koyulduk.

Felaket Bolu'ya gelince kendisini gösterdi. Ankara-İstanbul Otoyolu kelimenin tam anlamıyla parça pinçik olmuştu. Büyük göçükler meydana gelmiş; kaymak gibi asfalt yer yer kağıt gibi yırtılmış, arabaların bazıları bu göçüklerin içine düşmüş, bazıları şarampole yuvarlanmıştı.

Yol tıkalıydı, Korkuluklara çarpmış bir arabanın yanına gittim.

İçinde, izinden Gölcük'teki birliğine dönen bir astsubay ve ailesi vardı. Şoka girmişlerdi. Geçmiş olsun filan dedim ama beni dinlemiyorlardı bile.

Astsubayın eşi, “Yol, çırpılan halının üstündeki oyuncak araba gibi bizi buraya fırlattı” diyebildi. Gerçekten yolun diğer tarafında olmaları gerekirken, arabaları Ankara yönüne geçmişti.

Birkaç kişi ile daha konuştum.

İstanbul'a doğru devam etmek mümkün değildi.

Karşıdan gelen de yoktu. Mecburen geri döndük.

O sırada tarlasının kenarında traktörünün römorkunu takmaya çalışan bir köylüye ne oldu, diye sordum.

Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. “Aha” dedi, “Tarla bostan gibi ikiye yarıldı. Gonşunun sıpası içine düştü”

Dalga geçtiğini düşünmüştüm ama gün ağırdığı zaman yol kenarındaki devasa yarıkları görünce ciddi olduğunu anladım.

Ankara yeni yeni uyanıyordu.

Başbakan Bülent Ecevit dahil kimse felaketin büyüklüğü konusunda fikir sahibi değildi. Başbakanlık'ın önünde DSP'li bir bakan, diğerine, büyük kentlerin hepsine güçlü telsiz merkezleri kurmamız lazım, yoksa birileri şehri alıp götürse haberimiz olmayacak, diye yakınıyordu.

Türkiye'nin Başkenti ile en büyük kenti İstanbul arasında bağlantı kopmuştu.

Devlet kelimenin tam anlamıyla felç olmuştu. Sadece devlet değil, o güne kadar burunlarından kıl aldırmayan anlı şanlı GSM operatörlerinin de hiçbir hazırlığının olmadığı ortaya çıkmıştı.

Hasılı, takip eden iki gün boyunca felaketin boyutlarının düşündüğümüzün çok daha üzerinde olduğunu anladık. Türkiye tarihindeki en büyük depremlerden birini yaşamış, memleket adeta can evinden vurulmuştu. İnsan kaybı büyüktü. Adapazarı, İzmit, Gölcük, Yalova yerle bir olmuştu. İstanbul, en büyük korkusuyla yüzleşmek zorunda kalmıştı.

İki gün sonra yeniden yola çıktık. Bu kez, otoyolu değil devlet kara yolunu kullanıyorduk.

Adapazarı'na geldiğimizde gözlerime inanamadım. Adeta hayalet şehir olmuştu. Caddelerde, sokaklarda neredeyse sağlam, ayakta duran ev kalmamıştı. İnsanlar sağa sola koşturuyor, yıkıntıların arasından annelerinin, babalarının, çocuklarının, eşlerinin bedenlerine ulaşmaya çalışıyorlardı.

Birinin “canlı vaaarrrr” diye çığlığı duyulduğunda herkes oraya yöneliyor, enkazın altındakini çıkarmak için var güçleriyle işe koyuluyorlardı.

Etrafta kesif bir toz ve ceset kokusu vardı. Cansız bedenleri hızlıca kazılan toplu mezarlara koyuyorlar, üzerine bir miktar kireç atıp gömüyorlardı.

Tayyip'in Hatay depreminde sahaya göndermediği Mehmetçik canını dişine takmış, Akut gönüllüleri, Zonguldak madencileri, çevre illerden yardıma gelen itfaiyeciler, iş makinaları arı gibi çalışıyordu.

Enkazın altından çıkan her canlı, tanıdık olsun olmasın inanılmaz bir sevinç rüzgarı estiriyordu.

Ama geçen her dakika umutları da beraberinde götürüyordu.

Depremin üzerinden 72 saatten fazla bir zaman geçmişti. Sokakların birinde iki genç gönüllü dikkatimi çekti. Enkazın üstünde ellerindeki bir cihazla dinleme yapıyor, yorgunluktan yere yığılma noktasına geldiği her halinden belli olan birisi de ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözleriyle onları izliyordu.

Yanına gittim.

“Geçmiş olsun” dedim. “Yakınınız mı var enkaz altında”

“Annem, babam ve kızım var” dedi.

Eşini canlı çıkaramamışlardı.

Derken, dinleme yapan gençlerden birinin “canlı vaaarrrrr” çığlığı ile yerimizden fırladık. Çevrede kim varsa enkaza doğru koşturmaya başladı.

Acaba altındaki canlı kimdi? Annesi mi, babası mı yoksa kızı mı? Çünkü, dinleme yapan gençler sadece bir kişinin sesini aldıklarını söylemişti.

O an ne düşüneceğimi şaşırdım.

İş makinaları geldi, sonra Akut ve diğer gönüllüler. Son derece dikkatli biçimde enkazı kaldırmaya başladılar.

Zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Saniyeler, dakikalar bir asır gibi olmuştu.

Derken, önce annesinin sonra da babasının cansız bedenine ulaştılar. Depremin vurduğu an hayatlarını kaybettikleri belliydi.

Hızlıca birer battaniyeye sardılar ve yolun kenarına koydular.

Sonra hiç bitmeyen dakikalar başladı.

Aşağıdan gelen ses kesilmişti. Kızın yarım saat öncesine kadar sesi duyulabiliyorken, şimdi enkazın üstünde ölüm sessizliği vardı.

Derken, yıkıntıların arasında önce bir gedik açıldı. Sonra iş makinası büyük bir kolonu yerinden oynattı, gedik biraz daha büyüdü.

Kurtarma ekipleri içeri girmeye hazırlanırken, biraz önce açılan deliğin içinden bir el dışarı doğru uzandı.

Rüya gibiydi.

Beton yığınlarının arasından dünyalar güzeli genç bir kız adeta süzülerek dışarı çıktı, ayaklarının üstüne doğruldu ve yürümeye başladı.

Sanki zaman durmuştu.

İlk şok anlatıldıktan sonra ambulans geldi, doktorlar, hemşireler filan derken sevinç gözyaşları mutluluk çığlıklarına karıştı. Tanıdık, tanımadık herkes birbirine sarılıyordu.

Babası ise ambülansa koymaya çalıştıkları sedyenin üstüne kapaklanmış, gözyaşları içinde kızını öpüp kokluyordu.

Manzara inanılacak gibi değildi.

Hızlıca serum taktılar, ilk muayenesi yapıldı.

Sadece bilinci yerinde değildi, 72 saatten fazla enkaz altında kalmış olmasına rağmen son derece sağlıklıydı. Deprem sırasında evdeki buzdolabı ile kapının kirişi arasında kalmış, geçen üç gün boyunca buzdolabındaki su ve yiyeceklerle hayata tutunmayı başarmıştı.

Uyuyarak vakit geçirmiş, uyandığı zaman dışarıdan gelen sesleri duyarak kurtarılmayı beklemişti.

Başındaki kalabalığın arasından sıyrılıp sedyenin yanına gittim. Hafifçe eğilip adını sordum.

Tebessüm ederek yüzüme baktı.

“Çiçek” dedi.

Enkaz Çiçek açmıştı.

15 gün kadar deprem bölgesinde kaldım. Gördüklerimi yaşadıklarımı hiçbir zaman unutmadım. Çürümüş ceset kokusu aylarca burnumdan gitmedi. İnsanların ezilmiş, parçalanmış cansız bedenleri çok uzun süre rüyalarıma girdi. Geceleri hep sıçrayarak uyandım.

Böylesine büyük bir travmanın kolay kolay atlatılamayacağını düşünüyordum.

Ama öyle olmadı. 6 Şubat depreminde anladık ki kimse 1999'daki büyük felaketten ders almamış.

Aynı ihmaller, aynı hatalar; bitmez tükenmez kar ve zenginlik hırsıyla insan hayatını hiçe sayan müteahhitler, önlem alıyormuş gibi yapan ama kolayını bulunca kulağının üstüne yatan hükümetler...

Her 17 Ağustos'ta yaptığımız acıklı anma törenlerinin ötesine bir türlü geçemiyoruz. Kentsel dönüşüm yerine rantsal dönüşüm yüzünden deprem tehlikesi yakın ve açık bir tehdit olarak karşımızda durmaya devam ediyor.

Ne yazık ki yurdum insanı imar barışı çıkardı diyerek verdiği oyların kendi ölüm fermanı olduğunun farkında değil.

Akıl ve bilim galebe çalmadığı ve depremi de bir “kader” olarak gördüğümüz sürece bu acıları tekrar tekrar yaşamamız kaçınılmaz olur diyerek yazımıza noktayı koyalım.