Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
37,0624
Dolar
Arrow
34,1295
İngiliz Sterlini
Arrow
44,5429
Altın
Arrow
2955,0000
BIST
Arrow
9.002

Uğur Mumcu öldürülmeden 36 saat önce...

Yarın, Uğur Mumcu'nun katledilişinin yıl dönümü.

Zaman çok hızlı akıp gidiyor. 

Bugün artık kime ve neye hizmet ettiği açık biçimde ortaya çıkmış olan bu alçak suikastın üzerinden 31 yıl geçti.

Ben kendisini, 1991 yılında stajyer olarak girdiğim Cumhuriyet Gazetesi'nin Ankara Bürosu'nda henüz taze bir muhabirken tanımıştım. 

Gazeteye uğradığı zamanları hatırlıyorum. 

Büronun orta yerine bir koltuk çeker, çevresine toplaşan muhabirlerle, yazarlarla sohbet ederdi.

30 yıl sonra hafızamda kalanlar, silik, kaybolmaya yüz tutmuş hatıralar değil. 

Bugün gibi canlı!

Açık renk gömleğin üzerine giydiği yakasız deri yeleği, muhtemel bir saldırıya karşı önlem olsun diye yanında taşıdığı Smith Wesson toplu tabancası, kararlı, kendinden emin bir ses tonuyla günün gelişmelerini değerlendirmesi, küçük, büyük, tecrübeli, tecrûbesiz demeden herkesin fikrini sorması ve kim ne söylerse ciddiyetle dinlemesi...

Benim gibi stajyerler için yaşayan bir efsaneydi!

O dönem, ağırlıklı olarak İslamcı ve bölücü terör örgütleri, Batılı ülkelerin bu örgütülere desteği, uyuşturucu kaçakçılığı ve terör ilişkisi üzerine çalışıyordu.

Ankara Büro'ya gelmediği zamanlar telefon açar, stajyer muhabirlerden gazeteleri taramasını rica eder, son bir ayda ya da bir haftada terörle mücadelede Türkiye'nin kaç şehit verdiğini, terör saldırılarının nerelerde gerçekleştirildiğini, faillerin yakalanıp yakalanmadığını, polis ve jandarmanın uyuşturucu baskınlarını, ele geçirilen uyuşturucu miktarını, yakalananların bağlantılarını araştırmamızı isterdi. 

Tabi, sadece bu iş bile benim için paha biçilmez bir tecrübeydi. 

O zaman Hazreti Google hayatımıza henüz zuhur etmediği için gazeteleri tek tek tarar, Uğur Mumcu'nun araştırmamı istediği konulara ilişkin haberleri yeniden daha dikkatlice okurdum. Özenle notlarımı alır, bundan büyük büyük keyif duyardım.

Ama benim için en önemlisi, bu küçük araştırmanın sonucunu bildirmek üzere telefon ettikten sonra Uğur Mumcu'nun yaptığı yorumlardı.

Beş, on dakikalık bu telefon sohbetlerinden araştırmacı gazetecilik adına çok şey öğrendiğimi söyleyebilirim. 

Benim ilettiğim verileri köşe yazılarında kullanırdı.

Araştırma nasıl yapılır, bunların sonuçları nasıl değerlendirilir, gelişmeler arasındaki bağlantılar nasıl kurulur, nasıl yorumlanır, bakış açısı nasıl oluşturulur; gazetecilik hayatım boyunca yararlandığım bu önemli bilgileri kendisiyle yaptığım kısa sohbetlerden öğrenmiştim.

Yıllar sonra, ailesinin kendisi adına kurduğu Uğur Mumcu Araştırma Gazetecilik Vakfı um:ag'ta, dış politika muhabirliği dersi anlatırken, bana öğrettiklerinden fazlasıyla yararlandığımı vurgulamak isterim.

1991 yılının sonunda Cumhuriyet Gazetesi'nin iç çekişmelerinden dolayı büyük bir kriz patlak verdi.

O dönemin Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal, Turgut Özal'ın rüzgarından fazlasıyla etkilenmiş olacak ki gazetenin çizgisini değiştirmek istiyor, İlhan Selçuk ve Uğur Mumcu'nun başında olduğu ekip buna şiddetle karşı çıkıyordu.

Sonuçta gazete paramparça oldu. Ben de pılımı pırtımı toplayıp ayrıldım. Zaten resmi bir bağım yoktu. Üç beş yıl çile çekmeyenin kadrosu yapılmazdı

Bu süreçte gazetedeki muhalif kanadın önemli isimleri, Uğur Mumcu'nun evinde her akşam olmasa da üç, beş günde bir toplanır, strateji belirmemeye çalışırlardı. Bu toplantılara ben de giderdim. Bir akşam kapının önünde Uğur Mumcu kolumdan tuttu, “Biz bir süre daha dayanırız işsiz kalmaya ama senin işsiz kalma, mesleğe ara verme lüksün olmaz. Ünal İnanç'ın yanına git, orada işe başla” dedi.

Aklım, gönlüm Cumhuriyet'teydi ama dediğini yaptım. 

Ünal İnaç'ın kapısını çaldım, “Gel bakalım, Uğur senden sitayişle bahsetti” diyerek lafa girdi, arka arkaya birkaç soru sordu.

Ancak hiç birini dinlemedim, bu nedenle saçma sapan cevaplar verdim sanıyorum, çünkü o sıra “sitayiş” kelimesinin ne anlama geldiğini düşünmekle meşguldüm.

Ünal İnanç'ın yanından ayrılınca hemen İmge Kitapevi'ne koştum, raftan bir sözlük alıp, sitayiş kelimesinin anlamına baktım. Derin bir oh çektim, içim rahatlamıştı.

Bir süre sonra Türk Haberler Ajansı'nın diplomasi ve terör dosyalarından sorumlu muhabiri olarak çalışmaya başladım.

Derken Cumhuriyet'teki kriz bittti. Ayrılanlar geri döndü. Ama krizle birlikte dibe vuran tiraj hiçbir zaman eskisi gibi olmadı.

Ben Cumhuriyet'e dönmedim, dönmek için bir girişimde de bulunmadım.

Yaşananlar bende hayal kırıklığı yaratmıştı.

Türk Haberler Ajansı'nda günler yoğun bir çalışma temposuyla geçti gitti. 

 

1993 yılının 22 Ocak akşam saatlerinde tam işten çıkmaya hazırlanırken Ünal İnanç beni odasına çağırdı. 

Önünde kalınca denilebilecek üç klasör vardı.

Sen dedi, Uğur'un evini biliyorsun değil mi?

Evet, dedim.

- Tamam o zaman, şu dosyayı al, taksiye bin ve Uğur'un evine git. Bu dosyası bizzat kendisine ver. Güldal kapıyı açarsa, Uğur'u iste. Kendisine verdiğinden emin ol.

Ünal İnanç, Ankara piyasasında herkesin büyük saygı duyduğu muhteşem bir polis muhabiriydi. Yıllardır, bu alana emek vermiş bir gazeteci olarak son derece temkinli hareket ederdi. Kılı kırk yarar, yaptığı işlerde hiçbir eksik gedik bırakmazdı. Polisiyle, jandarmasıyla, askeriyle, MİT'çisiyle, JİTEM'cisiyle bir ömür geçirmişti. İnanılmaz haber kaynakları vardı. Kendisine bilgi, belge adeta akardı. Söyledikleri aklıma yatmasa bile ki çoğu zaman yatmazdı, “Vardır bir bildiği” der, fazla üstelemezdim.

Dosyayı elime tutuşturduktan sonra tembihlemeye devam etti.

- Taksiye buradan, Mihatpaşa'dan binme, git Bulvar üzerinden bir taksi çevir. Yolda sakın durma, arabaya biner binmez, kapıyı kilitle. Birilerinin takip ettiğini farkedersen, Uğur'un evine gitme, yolda kalabalık bir yerde in. Dosyayı sakın kimseye verme!

Ünal İnanç'a herkes “Baba” derdi. Şekliyle, şemaliyle, huyuyla, suyuyla, hal ve tavırlarıyla bu sıfatın hakkını kesinlikle verirdi.

İçimden, “Baba yine gününde galiba” diye geçirdim. 

Hiç bir şey sormadan çıktım. Dediği gibi sağıma soluma bakınarak Mithat Paşa Caddesi'nden Atatürk Bulvarı'na kadar yürüdüm. Ankara'nın bıçak gibi kesen ayazına, yolların çamuruna, evlerine yetişmeye çalışan insanların telaşına hiç takılmadan Güven Park'ın önünden bir taksiye bindim, “Köroğlu Caddesi” dedim, kapıyı kilitledim ve dosyanın kapağını açtım.

Üzerindeki Türkçe “Torino Dosyası” yazıyordu. 

Sayfaları çevirdim, İtalyanca'ydı. Anlayabildiğim kadarıyla İtalya'daki bir uyuşturucu davasının tutanaklarıydı. Ayrıca içinde Türkiye'deki güvenlik bürokrasisinin değerlendirmeleri bulunuyordu.

Üst yazıya iliştirilmiş bilgi notu ve ilgili birimlerin kanaati ile MGK Genel Sekreterliği'ne, Genelkurmay Başkanlığı'na, Başbakanlık'a ve Cumhurbaşkanlığı'na dağıtımı yapılmıştı.

İçinde İngilizce ve Türkçe alınmış notlar vardı. Dikkatlice bakınca bunların İtalyanca'dan çeviri olduğunu anladım.

Trafiğin yavaş ilerlemesinden istifade ederek okumaya başladım.

Özetle PKK'nın Avrupa'daki uyuşturucu trafiğini anlatıyordu. Uyuşturucu'nun Afganistan ve İran üzerinden Irak ve Türkiye'ye girişinden sonra PKK eliyle Avrupa'ya getirildiği vurgulanıyordu. Ayrıca, Güneydoğu Anadolu'daki uyuşturucu üretimi konusunda da ayrıntılı bilgiler bulunuyordu. Türkiye'de kritik görevlerde bulunmuş bazı isimler ile bazı işadamları da dosyada yer alıyordu.

Ama, benim en fazla dikkatimi çeken ayrıntı, önce gelen Avrupa ülkelerinin gizli servislerinin de bu işin içinde olmasıydı. Bu ülkelerin gizli servisleri, uyuşturu trafiğinden pay alıyor, bu parayla Ortadoğu ve Afrika'daki ülkelerde yürüttükleri bir takım operasyonları fonluyorlardı.

Bazı siyasi cinayetlerin ve suikastlerin de bunlarla ilgisi vardı. Yüz milyonlarca Marklık bir para trafiği söz konusuydu. 

Bu pastadan pay kapmak istemeyen yok gibiydi.

PKK da elinde tuttuğu gücü biliyor, siyasi olarak bunu kullanıyor, başta Almanya olmak üzere Fransa, Belçika ve Hollanda'da zemin kazanıyordu. Avrupa da PKK'nın terör eylemlerini görmezden geliyordu.

Dosyanın okuyabildiğim her satırında dehşete düşüyordum.

Birkaç dakika gibi gelen bir saatin sonunda Uğur Mumcu'nun evine vardım. Giriş katının altındaki mütevazı dairesinin kapısını çaldım. Kendisi açtı, içeri buyur etti. Dosyayı verdim, Güldal Hanım ayaküstü bir kahve ikram etti.

Baktın mı, dedi.

Evet, dedim.

Bu Avrupa dedi, "Kurtuluş Savaşı'nı hala hazmedemedi. Bizim ülkemize karşı her türlü insanlık dışı faaliyeti destekliyor. İşte tam bu nedenle güçlü olmak zorundayız. İşte bu yüzden tam bağımsızlık çok önemli..."

Tanıyanların da bildiği şekliyle heyacanlı heyecanlı terör ve uyuştucu arasındaki bağlanıyı bir kez  daha anlattı, bunun önüne geçilmemesi durumunda terörü dolaylı yoldan da olsa destekleyen ülkelerin bir süre sonra hedef haline geleceğini söyledi.

15-20 dakika sonra yanından ayrıldım, otobüse bindim ve eve gittim. Ertesi gün Torino Dosyası'nın içinden aklımdan kalanları, Uğur Mumcu'nun söylediklerini kara kaplı defterime not ettim.

Pazar günü izinliydim.

Telefon çaldı, stajyer kızımız Emel arıyordu. Hıçkırıklarından önce ne söylediğini anlayamadım. Ağlamaktan sanki boğuluyordu, sonra bir an durdu ve Uğur Mumcu'yu öldürmüşler diyebildi.

Donup kalmıştım...

Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim.

Kalktım evinin olduğu sokağa gittim, mahşer yeri gibiydi. Patlamayla parçalanmış bedenini daha kaldırmamışlardı.

Ne hissettim; büyük bir şok, büyük bir hüzün ama çok büyük bir kızgınlık!

Sonrası zaten yakın tarihin kitaplarında ayrıntılarıyla yazıyor.

Görkemli bir cenaze töreni, siyasilerin “kanı yerde kalmayacak” açıklamaları falan filan...

Biz, birilerinin, bugün içinde yaşadığımız distopyaya giden yolda, Siyasal İslamcı zihniyetin yolunu açmak için insanlık dışı bir mıntıka temizliği yaptığını çok sonraları anlayacaktık.

Aslında bu cinayetler daha önce başlamıştı.

Bu ülkenin aydınlanmacı, cumhuriyetçi, Atatürkçü aydınları Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok, hepsi daha 1990 yılı içinde katledilmişlerdi.

Üç yıl sonra Uğur Mumcu, 1999'da da Ahmet Taner Kışlalı...

Siyasal İslamcı zihniyetin egemen kılınması için bu ülkenin Kemalist aydınları, kanı önderleri tek tek öldürülmüştü.

Uğur Mumcu'nun katledilmesinden sonra Torino Dosyası ise bu şekliyle hiç gündeme gelmedi. Dosyanın akıbeti ne oldu, bilmiyorum. Ama ilerleyen yıllarda, PKK'nın uyuştucu trafiğindeki yeri, örgütün eylemlerini uyuşturucu parası ile finanse ettiği, Avrupa'daki bir çok etkili, yetkili ismi satın aldığına ilişkin ayrıntılar yazıldı, çizildi.

Bugünün ahval ve şeraiti içinde vaziyet son derece namüsait bir mahiyette tezahür ediyor olsa da bu ülke için canını vermiş cumhuriyetçi, aydınlanmacı, Atatürkçü aydınlarımızı aziz hatırası önünde enseyi karartma lüksümüzün olmadığını bir kez daha vurgulayalım. Biz yine de bütün bunlara rağmen “Nefes aldığımız sürece umut vardır” diyerek yazımıza noktayı koyalım.

Son sözümüz de ölüm yıldönümünde, sağda solda arzı endam edip hem Saray'a hem muhalefete göz kırpan, hangi CHP'li belediyeden ne koparırım diye aportta bekleyen, itibar rantı yiyen laf ebesi, kelime cambazı çakma yurtseverlere olsun. Uğur Mumcu hakkında afilli laflar etmeden önce mutlaka ve mutlaka ağızlarını çalkalasınlar.

* * * *

19 Ocak da Gazeteci Hrant Dink'in katledilişinin yıl dönümü. O da Uğur Mumcu gibi karanlık mahfillerin karanlık hesaplarına kurban gitti.

O gün, o saatlerde Karanfil Sokak'taki Flamingo Pastanesi'nde güvenlik bürokrasisinden bir arkadaşımla sahlep içiyorduk. Derler ya gazeteciliğin dörtte üçü şanstır diye, benimki de o hesap...

Normal koşullarda, işi gereği arkadaşımın suikaste ilişkin hızlıca bilgilendirilmesi gerekiyordu ama önce benim telefonum çaldı. Arayan Cumhuriyet'in Ankara Haber Müdürü Mustafa Çakır'dı.

Hrant Dink'i vurmuşlar dedi, ayrıntı vermedi kapattı.

Şaşkınlığımı saklamadan arkadaşıma, “Hrant Dink'e suikast yapmışlar, ölmüş galiba” diyebildim.

Çok şaşırmıştı.

Meslek hayatımda, özellikle hariciyeden ya da güvenlik bürokrasisinden biriyle konuşuyorsam, gelişmeler daha sıcakken sorduğum sorulara çok daha sağlıklı ve doğru cevaplar alabildiğimi gördüm.

O yüzden hemen düşünmesine fazla fırsat vermeden “Kim yapmış olabilir?” dedim.

Bir an durdu ve “Bu işi ulusalcıların, askerin yani devletin üstüne yıkmak isteyecek kim varsa altından büyük ihtimalle o çıkar” dedi.

Yani, dedim...

Amerika'nın bilgisi dışında böyle bir şey yapılamaz. Arkasında Fethullahçılar vardır. İlk aklıma gelen bu dedi. Sonuçta, Gülen cemaatinin Amerika'nın taşeronu, maşası ve kullanışlı bir aparatı olduğu gizli saklı değildi.

Neden böyle düşündüğünü sordum. İki gerekçe gösterdi.

İlki, Amerika'nın siyasal İslamcıların önünü daha fazla açabilmek için Atatürkçü, cumhuriyetçi bürokrasiyi sindirmek, savunmada kalmalarını sağlamak ve toplumun AKP karşıtı kesimlerini suçlu psikolojisine sokarak sesini kesmek istemesiydi.

İkincisi de Hrant Dink'in Amerika'nın ve Amerika'daki Ermeni diasporasının siyasetine açıkça karşı duruyor olmasıydı. Hrant Dink, Türkiye Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesini, Erivan yönetiminin diasporanın etkisinden kurtulması gerektiğini düşünüyor, bu görüşlerini de açık açık dile getirmekten çekinmiyordu.

Sonuçta, infaz emri verildi.

Böylece bir taşla iki kuş vurmuş oldular.

Muhalefet baskı altına alındı, AKP'nin yolundaki taşlar temizlendi ve diasporanın önündeki önemli bir engel kalkmış oldu.

AKP, 22 Temmuz'da yapılan genel seçimin öncesinde ve 28 Ağustos'ta sonuçlanan Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde psikolojik üstünlüğü ele geçirdi ve bunu sonuna kadar kullandı.

Eğer ki olayın üzerinden birkaç gün geçtikten sonra sorsaydım, arkadaşımdan bu değerlendirmeyi büyük olasılıkla alamazdım.

Hızlıca büroya döndüm ve kulis bilgisi olarak haberimi yazdım.

2007'den 2016'ya kadar Dink suikastinde deyim yerindeyse at izi it izine karıştı. Gerçek failler bir türlü ortaya çıkmadı. Ancak çok sonraları suikastin arkasında devlet içindeki Fethullahçı yapılanmanın olduğu anlaşıldı.

Hrant Dink bugün yaşıyor olsaydı, birçok şey çok daha farklı olurdu diyerek yazımızın bu bölümüne de noktayı koyalım.