Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,6207
Dolar
Arrow
34,8656
İngiliz Sterlini
Arrow
44,4914
Altın
Arrow
3046,0000
BIST
Arrow
10.080

Güle Güle, Washington Uzlaşısı!

Geçen hafta, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın, Foreign Affairs dergisinde yayımlanmış bir makalesi üzerinden, eğer bir “Biden doktrini” varsa, bunun nasıl bir çerçeveye sahip olduğunu aktarmaya çalışmıştım. Yinelemek pahasına da olsa, burada iki noktanın dikkati çektiğini anımsatmak gerekiyor:

1) Uluslararası İlişkiler’le uğraşan çevrelerde, “Soğuk Savaş sonrası dönem” olarak bilinen ABD’nin tek “süper güç” olduğu dönemin kesinlikle sona erdiği;

2) Çin ile bir rekabetin başladığı; Joe Biden yönetimi tarafından açık biçimde kabul ediliyor. Diğer yandan, Sullivan’ın kimi yerlerde açıkça liberal “tarihin sonu” tezine, “serbest ticaret” yaklaşımına ve bu yaklaşıma dayanan liberal “demokratik barış” kuramına hücum ettiği görülüyor. Bu durum, ABD’de bugün Biden yönetimince temsil edilen Demokratik Parti’nin anaakım liberal kanadı, kendim dahil pek çok çevre tarafından “neoliberal enternasyonalistler” ya da “neoliberal kozmopolitanistler” olarak anılagelmişken, daha ilginç hale geliyor. Bu ilginç durumun basitçe Sullivan’ın kişisel tutarsızlığından ileri gelmediği ya da rastlantı sonucu olmadığı, kod adı Washington Uzlaşısı olan neoliberal ortodoksinin yeniden tartışmaya açılmış olmasından da anlaşılabiliyor. Bu hafta biraz da buraya odaklanmak gerekiyor.

Konunun yabancıları için öncelikle Washington Uzlaşısı’ndan söz etmek gerekiyor. Bunun içinse bu ortodoksinin nasıl bir sürecin sonunda hegemonik hale geldiğini anlatmak gerek. Kapitalizmin Batı merkezlerinde ve pek çok yarı çevre ülkesinde, 1960’lar, o zamana dek görece sorunsuz yürümüş ve genellikle refah artışı sağlamış bulunan Keynesgil sosyal refah devleti modeline dayalı, farklı toplumsal sınıflar arası uzlaşının çalışmamaya başladığının görüldüğü bir dönem olarak ortaya çıktı.

İçeride tam istihdam ve bunun güçlendireceği iç talebe dayalı bir sermaye birikimi, güçlü ve örgütlü emek karşısında hem rekabet edebilirliğin hem de kârlılığın aynı anda sürdürülemediği koşullarda, ABD’de durgunluk ve enflasyonun aynı anda görüldüğü “stagflasyon” kavramsallaştırmasına neden olacak biçimde, yerini iktisadi ve giderek hegemonik krizlere, bir başka ifadeyle devlet krizlerine bırakıyordu.

Petrolün silah olarak kullanılması nedeniyle yaşanan 1973 petrol krizi, bu durumu uluslararası ölçekte ağırlaştırıyordu. 1970’ler aynı zamanda dünyada Batı kapitalist blokunun, Sovyetlerin temsil ettiği sosyoekonomik sistemsel alternatif karşısında, birçok bölgede askeri başarısızlıklarla ve yine askeri bakımdan bir tür denge durumunu andırır bir askeri varlıkla karşı karşıya kaldığı bir dönem oluyordu.

Avro-Atlantik hegemonyası açısından sürdürülebilir olmadığı muhakkak olan bu kriz durumuna yanıt, Keynesgil modelin terk edilmesi ve dahası “geri sarılmasına” dayalı neoliberal yeniden yapılanma süreçleriyle verildi. Ticaret daha fazla serbestleşecek, devlet müdahalesi yalnızca piyasa lehine uygulanacak, sosyal devlet uygulamaları ve kamucu iktisat politikaları ise kitlesel özelleştirmeler ve piyasa güçleri lehine terk edilecekti.

Pek çok ülkede, güçlü emeğe yaslanan iç talebe dayalı sermaye birikiminden vazgeçilerek, çoğu yerde ucuz iş gücüne ya da emek maliyetlerinin düşürülmesine dayanan dış talebe, başka deyişle “ihracata yönelik” büyüme modeli benimseniyordu. Bu geçişe rıza üretmenin zor olduğu koşullarda, askeri darbeler ya da uluslararası finans kuruluşlarının “koşulluluk” olarak adlandırılan yaklaşımı üzerinden bu geçişlere ivme kazandırılıyordu. Neoliberalizm, Margaret Thatcher’ın, “Başka seçenek yok!” özlü deyişinde de kendisini belli ettiği üzere, yeni hegemonik program olurken, bu programın yaslandığı yeni iktisat ortodoksisi ise 1980’lerin sonundan itibaren “Washington Uzlaşısı” olarak kavramsallaştırılmıştı. İşte şimdi yeniden tartışmaya açılan ortodoksi budur.

“Yeniden” dememin nedenini de açıklamakta yarar var. Elbette basit: Washington Uzlaşısı ilk kez tartışılmıyor. Eleştirenlerini bir yana bırakacak olursak, savunanları da gözden geçirmek durumunda kaldı. Neoliberal politikalar dünyada çoğunlukla sağ popülist politikacılarca uygulama konuldu. Pek çok ülkede daha on yılını doldurmadan alt toplumsal sınıfların taşıyamayacağı yükler yarattığı ortaya çıktı ve tavizsiz sürdürülebilmeleri özellikle politikacılar açısından hayli zor oldu. Oysa neoliberal politikalar, piyasanın, eğer dengesini bozacak müdahalelerden kaçınılırsa, kendi dengesini bulacağı ve sonunda bu dengenin tüm toplumsal kesimlere refah sağlayacağı savlarıyla savunulmuştu. Bu vaatler gerçekleşmediği gibi, neoliberal politikaların başarısızlığının tüm sorumluluğu da bu politikaları sürdürebilmek için birtakım tavizler ve makyajlar yapmak dışında “günahları” bulunmayan politikacılara yüklendi.

Politikacılar “popülist” saiklerle ulusal bütçeleri har vurup harman savuruyorlarmış da tüm sorun bundan kaynaklanıyormuş, neoliberal politikaların yapısal hiçbir sıkıntısı yokmuş gibi bir tablo çizildi. Bunun da önüne geçmek için “özerk” birtakım kurumlar oluşturulacak ve böylelikle politikacıların “fütursuzluğu” da sınırlandırılmış olacaktı. Uluslararası finans kuruluşlarının “koşulluluk” anlayışı, bu tür “özerk” kurumlar oluşturulması ve bunlar tarafından çizgi dışına çıkılmamasının sağlanması koşullarını da içerdi. Bunun bizdeki izdüşümü, 2000’ler başındaki bankacılık krizi sonrası oluşturulan BDDK oluyordu. Bu yeni kurumsalcı anlayışa da “Post-Washington Uzlaşısı” deniliyordu.

Başına ekler getirilmeksizin ayakta duramayan diğer kavramlarda olduğu gibi, aslında Washington Uzlaşısı’nın da ciddi içsel sorunlarla malul olduğu ortadaydı, fakat parçası olduğu neoliberal hegemonya o tarihlerde henüz sarsılmaya başlamadığı için daha tedavülden düşmemişti. 1980’ler sonrası neoliberal hegemonyanın ilk ciddi sarsıntısı, 2008 küresel finansal bunalımıyla olacaktı. Dolayısıyla, bugün Washington Uzlaşısı’nı da yeniden tartışmaya açtıran sürecin iktisadi kökleri buraya uzanıyor. İşin siyaseten netleşmesi ve kabul edilmesi ise ancak bugüne dek ertelenebildi.

Washington Uzlaşısı bugün yeniden tartışılırken yerine iki farklı kavram önerildiğini görüyoruz. Bu yıl Hiroşima’da düzenlenen G-7 zirvesi çerçevesinde oluşturulan “görev gücü” tarafından geçtiğimiz Mayıs ayında hazırlanan raporlardan birinde, “gözden geçirilmiş Washington Uzlaşısı” kavramı kullanılıyor. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Sullivan ise neredeyse güvenlik ve dış politikadan daha çok ekonomi politikalarına odaklanırken, “yeni Washington Uzlaşısı” deyimini kullanma ihtiyacını duyuyor. İlki doğrudan küresel kapitalizmin en merkezi unsurlarının organik entelektüellerince oluşturulan, ikincisiyse dünya kapitalist sisteminin lider devlet aygıtının sözü yabana atılamayacak bir bürokratınca ortaya konulan kavramlar oluyor.

Sullivan’ın, ABD liderliğinin önde gelen organik entelektüel kaynak ve platformlarından olan Brookings Enstitüsü’nde Nisan ayında düzenlenen, “Amerikan Ekonomik Liderliğini Yenilemek” başlıklı toplantıda yaptığı konuşma özellikle önemli. Sullivan burada Biden yönetiminin kendini “iç ve dış politikayı entegre etmekle” yükümlü saydığını belirtiyor. Geçen hafta ele aldığım Foreign Affairs makalesinde ileri sürdüğü pek çok argümanı daha önce burada dile getiren Sullivan, ABD açısından, “sınai temelinin içinin boşalmış olmasını”, “jeopolitik ve güvenlik rekabetince tanımlanmış yeni bir çevreyi”, “iklim sorunu” ile bunun gerektirdiği “adil ve etkin bir enerji geçişini” ve son olarak, “eşitsizlik ve onun demokrasiye verdiği hasarı” karşı karşıya kaldıkları dört temel meydan okuma biçimi olarak dile getiriyor.

“İnşa etmeyi” iktisadi yaklaşımlarının çekirdeği olarak ileri süren Sullivan, geçen haftaki yazıda ele aldığım iktisadi stratejiyle bütünleşik dış politikanın ise “orta sınıfın dış politikası” olduğunu savunuyor. Eleştirdiği serbest ticaret anlayışının gerilettiği orta sınıfın, ulusal güvenlikle ilişkili kilit teknoloji alanlarında ve enerji geçişiyle ortaya çıkacak yeni nitelikli istihdam kapasitesiyle birlikte yeniden güçlendirilebileceğini öne sürüyor. Buna da “modern Amerikan sınai stratejisi” adını veriyor.

Kamu destekli yatırımlarla güçlendirilecek bu stratejinin bir “tarihinin olduğuna”, NASA, internet ve ticari uyduların desteklenmesi örneklerini veriyor. Geçen hafta da sözü edildiği üzere, Sullivan için başlangıçta öne sürdüğü dört temel meydan okuma biçimi yalnızca ABD’nin karşı karşıya bulunduğu olgular değil ve bu yeni “modern Amerikan sınai stratejisi” de müttefik ve ortak ülkelerle beraber uygulama olanağı bulabilecek bir strateji.

Sullivan bu stratejiyi anlatırken, 1990’larla temel bir farklılığa da değiniyor. 1990’lardaki “ana uluslararası ekonomik projenin” ticaret tarifelerini düşürmek olduğunu belirten Sullivan, 2020’lerin ve 2030’larınkinin ise farklı olduğunu, bugün esas sorunun bunları düşürmekten ziyade, ticaretin uluslararası iktisat politikasının tam olarak neresinde bulunduğu ve hangi sorunları çözmeyi amaç edindiği olduğunu öne sürüyor. Bununla birlikte, misalen Biden yönetiminin Dünya Ticaret Örgütü’nün üzerinde yükseldiği temel değerlere hala bağlı olduğunu da ileri sürüyor, fakat DTÖ tarafından “ticareti açmak” biçiminde ifade edilen bu değerlerden biri, Sullivan’ın konuşmasında “açıklık” biçiminde daha genel ve muğlak bir ifadeye dönüşüveriyor ve yine bu değerlerden “ayrımcılık yapılmaması” ise hiç geçmiyor. Bu da Çin’in bazı teknoloji alanlarındaki marka ve ürünlerine ABD tarafından uygulanan kısıtlamalarla ilgisiz olmasa gerek.

Bunların yerine, Sullivan bu değerleri sayarken, “adil rekabeti” başa yerleştiriyor. Çin’in ve Çinli firmaların Batı tarafından en çok bu temelde eleştirildiği vaki iken bu da şaşırtıcı sayılmamalı. Yine Çin’e yönelik bu kısıtlamaların bir “kopuş” arayışı değil, “risksizleştirme ve çeşitlendirme” arayışının parçası olduğu öne sürülüyor. Çin’in kendisine yönelik “teknoloji ablukası” uygulandığına dair iddiaları ise elbette reddediliyor.

Sullivan bu noktada bu ülkeyle ticareti kesmediklerinden, dahası ekonomi dışı alanlara doğru daha geniş bakıldığında bu ülkeyle karşı karşıya gelme ya da çatışma arayışlarının bulunmadığından, aksine işbirliği imkanı olduğunda bu ülkeyle işbirliği yaptıklarından söz ediyor. İlgi çekici biçimde, siyasi kararlara vardıkları yeri, “ekonominin, ulusal güvenliğin ve demokrasinin kesişimi” olarak tarif ediyor.

Daha önce “gözden geçirilmiş Washington Uzlaşısı” çağrısı yapan ekibin içinde yer alan yazarlardan biri, Sullivan’ın “yeni Washington Uzlaşısı’nı”, mesela çevre kirliliğinin azaltılmasını hedefleyen politikaların diğer ülkeler için daha maliyetli olması durumundan kaynaklanabilecek negatif dışsallıkları hesaba katmamakla eleştiriyor. Buna rağmen, önerdikleri katkı ise sınırlı:

G-7 ülkelerinden çıkmış çok uluslu şirketlerin çevre kirliliğine katkıları ölçüsünde vergilendirilmeleri gerektiğini öne sürüyorlar. Bunun daha sonra G-20’ye genişletilmesi gerekiyor. Yine hükümetlerin sağladıkları hizmetler için daha fazla vergi toplayabilmelerine izin verilmesi, karşılaşacakları negatif dışsallıklar nedeniyle ekonomik kayıplarının tazmin edilmesi ve özellikle küresel kapitalizmin yarı çevre ve çevre ülkelerinden oluşan Küresel Güney’in uluslararası ticaretin sunduğu büyüme motorundan yararlanabilmesi için fırsat tanınması, “gözden geçirilmiş” modelin diğer öneri maddeleri oluyor.

Haksızlık etmemek gerek: Sullivan’ın sözü edilen hem konuşmasında hem de makalesinde, şirketlerden kirliliğe katkıları oranında vergi alınması dışında, bu önerilere benzer savlar zaten dile getiriliyor. Zaten her iki kavramsallaştırma arasındaki farklılıklar son derece az, diğer deyişle minimal, ve itirazlar, elbette bunlara “itiraz” denilebilirse, “scholarly debates” diyebileceğimiz yalnızca akademik uzmanlığı ilgilendirebilecek düzeyde ayrıntı kabul edilebilir.

Son olarak, bir şerh düşmeye ihtiyaç var. Bu kavramsallaştırmaları ve dayandıkları argümanları “at face value” almak, başka deyişle olduğu gibi kabul etmek kesinlikle doğru değil. Düne dek en dokunulmaz amentü kabul edilen serbest ticaretin, bugün yalnızca Çin’le girilen rekabet öyle gerektirdiği için “ulusal güvenlik” gerekçesiyle sınırlandırılabileceği görülüyor. Diğer yandan, Demokratik Parti’nin “ilerici” kanadına, “lip service” misali, çiçek uzatmak kabilinden, “orta sınıfın dış politikası” olarak adlandırılan bu önerilerin, ekonomik eşitsizlikleri nasıl gidereceği, en hafif tabirle, belirsizliğini koruyor.

Genel olarak kapitalizmin sonucu olan ve özel olarak neoliberal politikaların derinleştirdiği toplumsal eşitsizliklerin, Çin’le rekabetten kaynaklanan dış ticaret korumalarının dışında hiçbir yenilik önermeksizin nasıl giderilebileceğini anlamak elbette mümkün değildir. Dolayısıyla, bu kavramsallaştırmaların, Washington Uzlaşısı denilen ortodoksinin kusurlarını devraldığı ve yinelediği görülmektedir. Washington Uzlaşısı, bu genel niteliği bakımından yaşıyor kabul edilebilir. Ne var ki, bir biçimden diğerine, ister “post” isterse “yeni” ya da “gözden geçirilmiş” biçimleriyle olsun, neoliberalizm yerel ve uluslararası düzeydeki başarısızlıklarından, serbest ticarete dayalı “küreselleşmeden” “ticaret savaşlarına” dek, uyarlana uyarlana, artık dar gelen bir gömlek olduğu da görülüyor. Öyle anlaşılıyor ki, zaten özellikle alt toplumsal gruplara ve Küresel Güney’e, vaat ettiği refahı sağlamaktan uzak bu ortodoksi, ABD ile Çin arasındaki jeopolitik rekabet derinleştikçe daha da çıkmaza girecek. Washington Uzlaşısı’na “elveda” demenin vakti, sizce de, çoktan geldi de geçmedi mi?