Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,7722
Dolar
Arrow
34,8220
İngiliz Sterlini
Arrow
44,4341
Altın
Arrow
2975,0000
BIST
Arrow
10.099

Atatürk'ü anarken

10 Kasım 1938’de saat 9’u beş geçe zaman durdu. Türkiye gözyaşlarına boğuldu. Dolmabahçe Sarayında O’na son görevini yapmak isteyenlerin izdihamında 11 kişi yaşamından oldu. 

Cenaze namazında yeni can kayıpları olmasından korkuldu.

Cumhuriyetin ilk Diyanet İşleri Başkanı, Milli Mücadele kahramanı Rıfat Börekçi’ye soruldu. Verdiği yanıt, tarihe geçti, gönüllere işledi.

“Mustafa Kemal Atatürk’ün cenaze namazı, tertemiz hale getirdiği vatan toprağının her yerinde kılınabilir.”

Namaz Dolmabahçe Sarayında kılındı.

Büyük kurtarıcı, Devrimin Önderi, düşünce adamı, barıştan yana bir diplomat ve aydınlanmanın sembolüydü.

Son yıllarını Türk Dili, Tarihi ve Arkeoloji konusundaki çalışmalara ayırmış, O’nun döneminde Türk arkeolojisi altın çağını yaşamıştı.

Devrimci ruhu, tükenmez enerjisi, olağanüstü öngörüsü  ve  büyük bilgi birikimi ile her gün yeniden doğuyor, keskin ve radikal kararları ile çevresindekileri şaşkına çeviriyordu.

O’na diktatör diyenler de oldu. Diktatör olsaydı, Meclis’te kurulduğu günden başlayarak sürekli varlığını sürdüren  muhalefet gruplarına geçit vermez, en kritik kararlarda “iç cephe” mesajları ile ikna çalışmalarına gerek duymazdı.

Diktatör değildi ama mutlak bir otoriteye sahipti ve hedefine kilitlenmişti.

Hedefi Devrimdi. 

Genç Cumhuriyette yeni bir bebek doğmuştu, adı DEVRİM’di. O’nun çocuğuydu. Ama O, Milletin Cocuğu olmasını istiyordu. Tüm otoritesini dünyaya gözlerini açan bu bebeği, DEVRİM’i korumak ve yaşatmak için kullandı. Bu zayıf ve naif bebeğin büyüyüp, güçlenmesi için çaba gösterdi. Milletin bu bebeği sahiplenmesini engelleyecek ve aklını bulandıracak yönlendirmelere karşı onu korudu. 

Devrim’in bir halk hareketi olmadığını biliyordu. Tabandan gelmemişti, tepeden inmişti. Yoksa adı zaten DEVRİM olmazdı. Doğarken yüzyıllar süren köhne yapıları,  cehaletten güç alan, yurttaşı “kul” sayan  hanedan saltanatını yıkmış, devirmişti. İnşa etmeye başladığı ise aklın ve bilimin öncülüğünde “aydınlanmaya” uzanan çağdaş, uygar ve tam bağımsız bir ülkeydi.

Yaşamını Devrime adadı, tüm otoritesini  Devrim için kullandı. Her türlü tehdit ve karalamaya , ihanet ve suikast girişimlerine Devrim için katlandı. Çünkü biliyordu; Devrimi yaşatmak bir Ulusu yaşatmak demekti.

Yaşamı boyunca çevresi insanlarla dolup taştı.

 Ancak O, “yalnız adam” dı.  

Bir Anadolu gezisinde Salih Bozok’a  söylediği gibi;

“Bütün hayatımda hep yalnız, okulda, cephede, Meclis’te, hep yalnız… Şikayet edilen sofralarda, arkadaşlarımın yanında, o kalabalıklarda hep yalnız…”

O, bir Devrimciydi, yalnızlığa mahkum oluşu bu yüzdendi. Düşünce ufkuna, engin bilgi birikimine erişilememesindendi. Düşüncelerine ve cesaretine ayak uydurmakta zorlananlarla yol yürümek zorunda oluşundandı.

Algıdaki yetersizliklerini karalama ile örterek O’nu diktatör, Partisini Faşist olmakla suçlayanlar, yıllar sonra belki en güzel yanıtı dünyaca ünlü sosyolog, siyaset bilimci, anayasa hukukçusu Maurice Duverger’den aldılar:

“Tek partiye dayanan faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunuculuğunun  yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunuculuğu almıştır. 

Bunun en iyi örneğini 1923’ten 1946’ya kadar Türkiye’de tek parti olarak faaliyet gösteren Cumhuriyet Halk Partisi sağlamaktadır. Bu partinin başta gelen özelliği demokratik ideolojisidir. Bu parti, dini siyasetten ayıran akılcı ideolojisi ile Fransız Devrimine yaklaşmıştır”.

Yaşamının her anını milletine hizmet etmeye harcamıştı. Ancak Milleti için  daha yapmak istediği çok şey vardı. 

Bilimin sonsuzluğunda çıktığı yolculuğu tamamlamamıştı. Sabahlara dek okuduğu kitaplara doyamamıştı. Yaklaşan savaş tehdidi karşısında ülkesini güvenceye almamıştı. Milletin efendisi olan köylüsüne verdiği sözleri yerine getirememişti.  En önemlisi Devrimin sonuna henüz ulaşamamıştı.

Ancak hastaydı… Bedeni, ruhunun canlılığını taşıyamaz hale gelmişti. Çocukluk arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’a yakınırken “Bizde hiçbir şeyin yataktan yönetilemeyeceğini bilirsiniz. Devlet işlerine mutlaka müdahale edebilecek durumda olmalıyım” demişti.

29 Ekim yaklaşıyordu. Cumhuriyetin 15. Yılında Ankara’da olmak en büyük isteğiydi. Nutkunu hazırlamıştı. 

“Ankara’ya gidelim çocuklar, Ankara’ya… Ne olacaksam orada olayım” ısrarları sürüyordu.

Ankara O’nun eseriydi. O’nun başkentiydi. 

Ancak gidemedi, 40 kiloya düşmüştü. Ölümüne günler kala hazırladığı nutuk Meclis’te okundu. 

Son arzusunu, belki de vasiyetini dile getirmişti;

“Toprak Kanununun bir neticeye varmasını Kamutay’ın yüksek himmetlerinden beklerim. Her Türk çiftçi ailesinin geçineceği ve çalışacağı toprağa malik olması, behemahal lazımdır. Vatanın temel ve imarı bu esastadır.”

Mavi gözleri kapandığında, yaşamı boyunca sevgisinden güç aldığı bu Millet’in O’nu kalbinde sonsuza dek taşıyacağını biliyordu.

Yarattığı boşluk hiçbir zaman dolmadı, yarım kalanlar tamamlanamadı.

Cumhuriyetin kurumlarını yıkarak, ilkelerini yok ederek Atatürk’ü tarihten sileceklerini sananlara, Türk Milleti gerçekleri gösterdi.  Atatürk sevgisinin ışığı  kindarlığın karanlığına üstün geldi.

Mustafa Kemal Atatürk,  düşünceleri, ilkeleri ve sevgisi ile hala Türkiye’yi yönetmeyi ve aydınlığa giden yolu işaret etmeyi sürdürüyor.

Atatürk her gün yeniden doğuyor, milletine umut olmaya devam ediyor.

Kimi gün gözlerimizde yaş, kimi gün yüzümüzde gülümseme ve yüreklerimizden taşan sonsuz sevgi ile bizlere bıraktığı tam bağımsız, laik, demokratik Türkiye Cumhuriyetine sahip çıkmanın gururuyla,  her gün O’nunlayız…

 Mustafa Kemal Atatürk’e şükran ve saygı ile…….