Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
39,3570
Dolar
Arrow
36,4028
İngiliz Sterlini
Arrow
47,0021
Altın
Arrow
3404,0000
BIST
Arrow
10.507

Kadının Hikayesi

Bugün 8  MART, Dünya Kadınlar günü…

21. Yüzyılda 4,5 milyar yıllık bu yorgun dünyada hâla “Kadınlar Gününü” kutlama ihtiyacı duyuyorsak, Kadının Hikayesini anlatmak gerekir.

Uygarlığın, hukuk devleti olmanın, kadına yönelik düzenlemelerin çözemediği, ayırımcılığın, aşağılanmanın ve “FITRAT” olgusunun alt edilemediği bir yerkürede, bu mahkûmiyetin ilk sebebini bulmak için tarihte bir yolculuğa çıkmak gerekli.

Bu mahkûmiyetin kökenlerini  FITRAT’a bağlayanlara, ilk çağdaki Kadın’ı anlatmakla işe başlayalım.

Mitolojik olgular, kalıtlar, destanlar ve kısıtlı tarih yazıtlarının ortaya koyduğu gerçeklik, kadının hor görülüşünün, canıyla bedel ödettirilişinin onun yaradılışı ile ilintili  bir kader hikayesi olmadığını ortaya koyar.

Anaerkil toplumların oluşumu insanların birlikte yaşamaya başladığı ilk dönemlere denk düşer.

Bu dönemde  Kadının üstün bir siyasal rol oynadığı, kamusal yaşamda erkekten daha üstün bir güce sahip olduğu ve toplumun öncüsü olduğu bilinmektedir.

O dönemin inanç sistemlerinde de bunun kanıtları açıkça ortaya çıkmaktadır.

Hint ve Yunan mitolojilerinin anaerkil döneme ilişkin bulguları, Ana Tanrıçaların gücünü ve sayısal üstünlüğünü ortaya koymaktadır.

Ana Tanrıçaların  kadın ve erkek gücünü birlikte temsil edecek şekilde konumlandırıldığını görüyoruz. Örneğin Artemis; bereket ve savaşçılığı, Athena; akıl, bilim, sanat, bereket ve savaşçılığı birlikte temsil eden Ana Tanrıçalardır. 

Kadının kutsallaştırıldığı bu inanç sistemini eski Türklerin Şamanizm inancında da görmek mümkündür.  Geniş bir coğrafyaya yayılan bu inanç sisteminde Şamanlık yalnız bir inanç sistemini değil, bir yaşam felsefesini ve kadını kutsal sayan kabulleri de beraberinde taşımıştır. İlk Şaman’ların kadın olması, kadının biyolojik ve tinsel üstünlüğünün kabulünden kaynaklanmaktadır. Hatta erkek Şamanların bile ayinlere kadın giysisi ile katılmaları kadının gücünün kanıtı kabul edilmektedir.

İslam öncesi Türk Devletlerinde ( Göktürkler, Uygurlar) cinsiyet ayırımı yoktur. Çinliler kız çocuklarına isim vermeyip onlara sayılarla hitap ederken, Hintliler onları babanın malı sayarken, Araplar, diri diri toprağa gömerken Türkler, kız-erkek çocuk arasında ayırım yapmamaktadır.

Kadın, Tanrı katında erkekten daha yüksek konumda kabul edilmekte, ona cinsel bir obje olarak değil, sıra dışı yüksek bir varlık olarak bakılmaktadır.

Kadın miras, evlenme, boşanma konusunda erkekle eşit haklara sahiptir.

Evlilikte baba, kızının rızasını almadan erkek tarafına cevap vermemekte, tek eşlilik esas kabul edilmektedir. 

Hakan ve Hatun Devlet işlerinde, anlaşmalarda birlikte söz sahibidir.

Çin Tarihine göre Hatun, Hakan’a vekâlet etmekte, siyasi anlaşmazlıklarda ara buluculuk yapmakta, mahkeme başkanlığı yapmakta, savaşa katılmaktadır.

Kadının yeryüzündeki Hikayesi işte böyle başladı.

Peki ne oldu da kadın sonraki dönemlerde göklerden indirilip, yere çakıldı?   

Tarihçiler ilk büyük dönüşümün Kavimler Göçü ( 350-800) ile gerçekleştiğini ortaya koymaktadır. Bu dönemde Ataerkil toplumsal yapının ortaya çıkması kaçınılmaz oldu.

Yerleşik yaşamla birlikte mülkiyet hakkının ortaya çıkması  ve toprağın korunması, savaşlarla yeni coğraflara akınlar erkeğin fiziksel gücüne olan gereksinimi artırdı. Kadının toplumsal rolü adım adım geriledi.

Artık mitolojideki Ana Tanrıçalar, yerlerini erkek Tanrılara terk etmeye başlamış, Ana Tanrıçalar “toprak”, “bereket” ilahlarına dönüşmüşlerdi.

Kadının varlığından giderek “yardımcı” ve “hizmetkar” olarak söz edilmeye başlanmış, Kadının Hikayesinde kadın, göklerden yerlere inmeye başlamıştı.

Ancak en büyük dönüşüm SEMAVİ DİNLER’le başladı.

HAVVA’NIN HİKAYESİ VE KADININ MAHKUMİYETİ

Musevilik ve Hristiyanlık’ta Kadın, Havva ile özdeşleştirildi. İnsanoğlunun Cennetten kovulmasının nedeni olarak, kadın soyunun ilk temsilcisi Havva seçildi. Onun Şeytana uyması ilk günah olarak adlandırıldı. Kadın, şeytani güç sayıldı.

Böylece sadece Havva değil, tüm kadınlar ilahi bir emirle mahkum edildi.

Musevi inancında kadın bedeni, erkekler gibi sünnet olmadığı için ritüel kirliliğin objesiydi.  Tevrat’ın emirlerinin ve dini kuralların doğrudan muhatabı sayılmayarak aşağılandığı  için de “dinen eksikliydi”.

Bu nedenle mabet ibadetinin önemli kısmından muaf tutuldu. Kadının bu ilahi mahkumiyeti onun erkek egemenliği altına girişinin gerekçesi yapıldı.

Evlilik baba ile koca arasında yapılan bir anlaşmaya bağlandı ve kızların kötü yola düşmemesi için 12 yaşında evlenmesi uygun görüldü. Kadın, miras ve boşanma hakkından yoksun kılındı ve bekârken babasının, evlenince kocasının mülkiyetine verildi. 

Kavmin adının bile “İsrailoğulları” olması, kadının yok sayılmasının kanıtıdır.

Kadının görevleri; çocuk doğurup, soyunun devamını sağlamak, sadakat, toplumun ahlâkını korumak, aile ekonomisine katkı yapmakla sınırlandı.

Hristiyan inancında kadın ise, Tevrat’taki gibi ilk günahın sembolüydü. Hatta Tevrat’taki “doğururken bile acı çektireceğim” ifadesi Hristiyanlıkta da kabul gördü. Böylece kadına doğumundan başlayarak ceza kesildi.

Hz. İsa boşanmaya karşıydı ve boşanmış kadınla evlenmek zina suçu sayıldı. Kadının erkek için yaratıldığına inanıldı. Kadının topluluk içinde konuşması bile hoş karşılanmadı. “En iyi kadın, susmasını bilen kadındır” anlayışı kabul edildi.

Kilise Babaları ( Pederler) ise Kadın konusunda en aşağılayıcı yorumları yaptılar. Kadınların, kadın oldukları için utanmalarını, kadınların daha düşük bir akla, anlayışa ve eksik ruha sahip olduklarını ve başkalarını yönetemeyeceklerini sıklıkla vurguladılar.

Ortaçağ da kadınlar “cadı” denilerek yakıldı. Reform hareketi sonrasında bile hakları kısıtlandı. Ancak 19. Yüzyılda toplum yaşamında yer almaya başladılar.

Hristiyanlığın Havva’dan ve tüm kadınlardan  farklı bir statüye oturttuğu  ve kutsallaştırdığı tek kadın ise Hz. Meryem oldu.

Semavi Dinlerin Kadın konusundaki ortak inancından İslamiyet’in de pay aldığını görüyoruz.

Kadının erkeklerle eşit sayılmamasının en somut kanıtı; “ Erkekler kadınlar üzerinde yöneticidirler. Çünkü Allah, kimini, kimine derecelerle üstün kılmıştır”(Nisa 34) ayeti oldu. Aynı ayette yer alan; “Dik kafalılık, şirretlik etmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, yataklarınızı ayırın ve dövün” ibaresi ise ne yazık ki kadına karşı şiddetin meşru gerekçesi yapıldı.

Kadının mirastan aldığı payın erkeğin yarısı kadar olması, iki kadının şahitliğinin bir erkeğe eşit olması, çok eşlilik, boşanmada erkeğe tanınan avantajlar vs gibi düzenlemelerin yanı sıra, diğer dinlerde olduğu gibi biyolojik özellikleri nedeniyle hayız dönemlerinde namaz kılıp  oruç tutamaması nedeniyle Kadının, dinen eksik sayılması da kadının erkekle eşit olmadığına kanıt olarak sunuldu.

Semavi dinler, kadına karşı ortak bir söyleme sahip oldular.

 Kadının erkeğe göre eksikli, akılsız, zayıf, günaha yatkın, şeytana uyma potansiyeli olan bir varlık olarak tanımlanması ve erkek üstünlüğünün vurgulanması ortak bir kültürel kabul olarak toplumlarda yer tuttu.

Bu inanış sadece erkekleri değil kadınları da etkiledi. Böylece Kadın, tarihin ilk çağlarındaki onurlu konumunu kaybetti.

Uygar toplumların aşmaya cesaret ettikleri dogmalar, eğitim ve toplumsal işbölümündeki gelişmeler kadının erkekle eşit olduğu anlayışının kabulünde etkili oldu. Batı Aydınlanması ile kırılan Kilise hegemonyası, kadının gücünü ve onurunu yeniden kazanmasını sağladı.

Ülkemizde ise Mustafa Kemal Atatürk’le başlayan Türk Aydınlanmasının, kadına birçok Batı ülkesinden önce sağladığı haklar, Aydınlanma Devriminin yarım kalması ile kesintiye uğratıldı.

 Kadın Devrimi’nin Türk Kadınına araladığı kapıya sahip çıkmak ise erkek egemen coğrafyalarda çoğunlukla kadınlara kaldı.

Yasalarla eşit haklara sahip kılınsa da dogmaların ve kültürel kabullerin yarattığı karanlığı aşmak için başlatılan dirençli kadın hareketleri sonuca ulaşmakta zorlanıyor. Kadın, Nazım Hikmet’in  dizelerindeki gibi;

“Hiç yaşamamış gibi ölen, soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen” olmayı sürdürüyor….

Türk Kadını,  Çok Partili yaşama geçişle başlatılan ve giderek güçlenen ilkel ve bağnaz örgütlenmelerin, tarikat hegemonyasının ve  diplomalı cehaletin desteklediği  dogmatik kabulleri aşmakta zorlanıyor.

Kadını kendi malı sayarak, sapkın ahlâk anlayışına kurban edenlerin hâla varlığını korumasında, Cumhuriyetin Kadın Devriminden kopuşunu meşrulaştıran yapıların, siyaseten güç kazanmasının rolü yadsınamaz.

Hukuksal düzenlemeler ve kadının bilinçlenmesi kadar önemli olan TOPLUMSAL ZİHNİYET DEĞİŞİMİNİ Cumhuriyet değerleri ile yeniden başlatmak olacaktır. 

Yeniden Aydınlanma, Kadının tek kurtuluş yoludur.

8 Mart Dünya Kadınlar Gününde, “Kadının Hikayesini” yeniden yazmak için yola çıkan, Büyük Atatürk’e şükran ve minnet duygularımla….