Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
37,8822
Dolar
Arrow
34,0393
İngiliz Sterlini
Arrow
44,9689
Altın
Arrow
2822,0000
BIST
Arrow
9.724

Türkiye, BRICS ve Ötesi

2 Eylül 2024 günü Bloomberg, Türkiye’nin BRICS’e katılmak için resmî bir başvuru yaptığı haberini geçti. Birçoğumuz bu başvurunun doğruluğu konusunda şüpheye düşüp Türkiye içinde resmî kaynaklardan bir açıklama bekledik. Ancak beklenen açıklama Ankara’dan değil, Moskova’dan geldi. Rusya, Türkiye’nin başvurusunu doğruladı ve bunun değerlendirileceğini söyledi. Hatta daha sonra farklı haber kaynaklarından Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un üyelik için Ukrayna meselesini ön plana çıkardığını, daha açık bir ifade ile, Ukrayna meselesinde benzer görüşlere sahip olunması gerektiğinden dem vurduğunu okuduk. Türkiye’den neden hâlâ resmî bir açıklama yapılmadığı konusunu bir kenara bırakıyorum.  Belli ki Ankara’da farklı fikirler mevcut ve dahası şu an bu konunun müzakeresi istenmiyor. Bu yazıda ben daha çok bu gelişmeyi nasıl anlamlandırmak gerekir sorusunun cevabına akademik perspektiften odaklanmak istiyorum. 

Ancak bunu yapmadan önce kuşkusuz BRICS’ten ne anlıyoruz ya da anlamamız gerekir tartışmak elzem. Öncelikle, BRICS’in temelleri 2006’da Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’in (BRIC) iktisadi-finansal anlamda işbirliği tesis etmek için temaslarda bulunması ile atıldı. Grup 2009’da ilk resmî zirvesini gerçekleştirdi ve 2010’da Güney Afrika’yı da içlerine alarak, BRICS oldu. Kısacası, BRICS’in ortaya çıkışı, uluslararası bir örgütün kurulmasından ziyade bir gruplaşma şeklinde oldu. Grup, dünya nüfusunun ve ekonomisinin önemli bir parçasını oluşturan “yükselen güçlerden” müteşekkildi. Ancak buna rağmen, batı merkezli ekonomik sistemdeki ve bu sistemin IMF ve Dünya Bankası gibi iktisadi kurumlarındaki söz hakları, ekonomik güçleriyle orantılı değildi. Grup bir anlamda bunu eleştirerek ve bu konuda değişim isteyerek ortaya çıkmıştı. Fakat diğer yandan BRICS, alternatif kurumlar da kuruyordu. 2015’te faaliyete geçen Yeni Kalkınma Bankası böyle bir örnekti. Banka, yükselen ve gelişmekte olan ülkelerin altyapı ve sürdürülebilir kalkınma girişimlerine kredi ve fon sağlamaya başladı. Her ne kadar bu tarz girişimlerin Batı sistemine alternatif olarak kurulmadığı vurgulansa da Batılı düzene bir meydan okuma olduğu muhakkaktı. Örneğin Rusya bir dönem, yeni bir rezerv para biriminden de söz etmişti. Sözü fazlaca uzatmadan şunu söylemek gerekir, 2023 yılında daha da genişleyen BRICS’in (ya da BRICS+) daha ön planda duran özelliği iktisadi ve finansal iş birliği olsa da oluşumun sadece bu şekilde anlaşılması pek mümkün değildir.  Zira bu ülkelerin bir kısmının Batılı dünya düzenine hem iktisaden hem de siyaseten meydan okuduğu vurgulanmalıdır. Bugün Rusya ve Çin, meydana gelmekte olduğu varsayılan “Batı sonrası dünya düzeni” ve çok kutupluluk söylemleri için sembol iki ülkedir… Ezcümle, Türkiye’nin BRICS’e katılımı alternatif bir uluslararası güvenlik örgütüne girmek anlamına gelmediği gibi sadece iktisadi ve finansal fayda üzerinden anlaşılacak basit bir konu da değildir. 

Ben bu konuyu çok katmanlı bir mesele olarak analiz ettiğimizde anlayabileceğimizi düşünüyorum. Bu konuda üç unsur önemli görünüyor.  Birincisi, Türk dış politikasındaki sistemik etkiler. Nereye varacağı ya da tam olarak nerede dengeye oturacağı bilinmese de liberal uluslararası düzenin (ya da Batı merkezli uluslararası düzenin) değişmekte olduğu, Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra iki kutupluluktan tek kutupluluğa dönüşen sistemin, yeniden çok kutupluluğa doğru gittiği bugün birçok kişi/kurum tarafından kabul edilmiş durumda. Türkiye, orta büyüklükte bir ülke olarak cumhuriyet tarihi boyunca bu tarz küresel değişikliklerden etkilenmiş ve dış politikasını buna göre yeniden yapılandırmış bir ülke. 1945’te Türkiye’nin Batı kampına katılmasının bir – ve en önemli – sebebi, sistemin çift kutuplu bir hale gelmesi ve bu sistemin içinde Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile sorunlu ilişkileriydi. Buna mukabil, 1930’ların dünyasında Türkiye daha bağımsız politikalar takip edebilmiş ve hatta Soğuk Savaş’ın “yumuşadığı” 1960’lardan itibaren de 1950’lerin tamamen Batı güdümündeki politikalarından bir nebze sıyrılmıştı. 1960’ların ve 1970’lerin Batı ile kriz çıkaran ulusal ve bölgesel meselelerinin bu “yumuşama” devrine denk düşmesi, tesadüf değildir. Kısacası, Türkiye’nin orta büyüklükte bir ülke olarak sistemin desteklediği zamanlarda kendisini hissettiren otonomi arayışı yeni bir durumu yansıtmamaktadır. Türkiye’nin BRICS meselesinde olduğu gibi “Batı sonrası”nı örneklendiren gruplarla daha sıkı ilişki kurması bu minvalde anlaşılabilir. Ancak ve ancak bugün üzerinde daha çok tartışılması gereken mesele, Türkiye’nin bu otonomi – ya da sıklıkla söylenegeldiği biçimde – stratejik otonomi kavramından ne anladığı. Yani bu, Batı ile ilişkiler kötüledikçe bir diğer grupla daha sıkı ilişkiler tesis etmek anlamına mı geliyor, her iki grupla da mesafeli bir özerklik haline mi tekabül ediyor veyahut basitçe Batı ile ilişkilerde bir müzakere öğesi yaratma ihtiyacına mı denk düşüyor? Bazı kavramları bu sorulara net bir cevabımız olmadan biraz özensiz şekilde kullandığımızı düşünüyorum. Bu durumun hem dahilde hem de hariçte Türkiye adına biraz kafa karışıklığı yarattığı da kesin. 

Dış politika yönelimlerine etki eden bir başka faktör ise kuşkusuz iktisadi saikler. Geçtiğimiz hafta bu konu uzun uzadıya konuşulduğu için üzerinde çok durmayacağım. Ancak belirtmem gerekir ki, bizim ülkede dış politikanın politik ekonomisi çalışmalarda en geri planda kalmış alanlardan birini teşkil ediyor. Oysa, yine cumhuriyet dönemi boyunca dış politikaya etki etmiş önemli dinamiklerden bir tanesi. Yukarıda verdiğim örnekten devam edeyim. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı kampına eklemlenmesinde sistemik değişimler ve güvenliğe ek olarak, Türkiye’nin iktisadi yardım ihtiyacı da önemli bir rol oynamıştı. Veyahut, Özal dönemi dış politikasının iktisadi temelinde Türkiye’nin ihracata dayalı büyümesi vardı ve bu Orta Doğu ile ilişkilerin önemli bir veçhesini oluşturuyordu. Keza, 21. yüzyılda sıklıkla tartıştığımız “yumuşak güç” mefhumunun içinde ticari ve iktisadi ilişkiler önemli yer tutuyordu. Bu hafta tartıştığımız BRICS meselesinde de Türkiye’nin dünya ekonomisinde azımsanmayacak bir payı olan bu ülkelerle daha yakın – ekonomik – ilişkiler tesis etme isteği önemli görünüyor. Türkiye aynı zamanda daha fazla yatırım çekme hedefinde. Bunu başarabildiği takdirde iktisadi bir fayda sağlayacağı da aşikâr. BRICS’in getirilerinin, Türkiye’nin asli “iktisadi” hinterlandı Avrupa ile ilişkileri nasıl etkileyebileceğini ise zaman gösterecek. 

Gelelim, epeyce önemsediğim üçüncü bir unsura: Türk dış politikasındaki genel dönüşümün içteki siyasal sistemle örtüşmesi. Türkiye’nin Batı ile ilişkilerindeki bir unsur cumhuriyet dönemi boyunca normatif bazı değerleri de içeriyordu. Bu kimi zaman modernite kimi zaman demokrasi olmuştu. İçteki rejimin tesis edilmesi konusunda tek belirleyici olduğunu kabul etmiyorum. Ama kesinlikle katalizör işlevi gördüğünü söyleyebilirim. Bu normatif ilişki biçimine verilebilecek en önemli ve en yakın dönemli örnek, 1990’lardan sonra Türkiye ve AB’nin müzakereleriydi. Ancak, 21. yüzyılın ikinci on yılından itibaren hem Türkiye’nin Batı ile ilişkileri normatif özelliğini bir nebze kaybedip daha işlevsel bir hale geldi hem de dünya otoriter rejimlerin yükseldiği bir dönemi yaşamaya başladı. Akademi, bu rejimleri kimi zaman yükselen aşırı sağ, kimi zaman otoriter popülizm, kimi zaman da – bence oksimoron bir biçimde – illiberal demokrasi kavramları çerçevesinde incelemeye devam ediyor. 

İşin özü, Türkiye de bu otoriter dalganın önemli bir parçası oldu. Bugün Batı sonrası uluslararası düzen dendiğinde, akla ilk gelen ülkelerin de bu gruptan olmaları, Türkiye’nin bu olası düzene olan yakınlığını da açıklar niteliktedir. Bu, kuşkusuz BRICS meselesini aşan bir konu. Ama Türkiye’nin dış politikasındaki dönüşümü irdelerken, yukarıda saydığım unsurlara ek olarak, beraber hizalanan bu ülkelerin rejimlerinin benzerliğinin de kesinlikle üzerinde durmalıyız. Uzun lafın kısası, bu ülkeler, küçük bir grubun daha büyük yığınların geleceğini belirlediği söylemini, yani bir anlamda popülizmin “biz” ve “onlar” söylemini, sistemik düzeyde de devam ettiriyorlar. Bu açılardan bakıldığında Türkiye’de iktidar, ideolojik anlamda kendisini “Batı sonrası”nın temsilcileri ile daha rahat hissediyor. Zira duruş ve söylemleri daha çok uyuşuyor. Türkiye’nin gelecekteki muhtemel adımlarını bir de bu perspektiften anlamlandırmak elzem. 

Sonuç olarak, Türk dış politikasındaki dönüşümün veyahut dalgalanmanın sistemdekine paralel olarak devam edeceğini öngörebiliriz. BRICS meselesi de bunun sadece bir parçası… Sistemdeki dönüşüm tam olarak ne doğuracak? Bunun Türk dış politikasına etkisi ne olacak? Ve Türkiye’de ulusal siyaset dış politikayı ne şekilde etkileyecek ve bundan ne şekilde etkilenecek? Belli ki bu soruların cevabını verebilmek için önümüzdeki yıllarda daha çok tartışıp yazacağız…