Nietzsche der ki, 'Üstün insan, benim gönlümde yatan ilk ve en önemli konudur. Üstün insandan söz ederken, en fakir olan insanı kastetmiyorum, en çok acı çekeni de kastetmiyorum, en iyi olanı da kastetmiyorum.' Peki, kimdir Nietzsche'nin üstün insan ile kastettiği kişi? En fakir ve en çok acı çekeni derken İsa'yı kasteder, yani Prophetleri, en iyi derken de devlet büyüklerini, kralları, ya da devrin zenginlerini. Ancak Nietzsche'nin üstün insanı bunların hiçbiri değildir, ne demek istediğini anlamak için yaşadığı zamanın koşullarına, o zaman ve o coğrafyadaki insan olmak anlayışına bakmak gerekir.
1844 ile 1900 yılları arasında yaşayan Nietzsche, Lutheran bir papaz olan Carl Ludwig Nietzsche ile bir papazın kızı olan Franziska Oehler'in çocuğu olarak dünyaya gelir. Nietzsche'nin yaşadığı yıllarda Avrupa'da milliyetçilik yükselişte, emperyalizm doruk noktasındadır. Birinci sanayi devriminin sonu, 20. yüzyılın başlarına kadar sürecek olan ikinci sanayi devriminin ise başladığı yıllarda, elektrik, kimya endüstrisi ve içten yanmalı motorların icat edildiği zamanlardan söz ediyoruz. Bütün dünyayı hayretler içerisinde bırakarak, sevindiren bu icatların, insanlığın üzerine, yıllarca, ölüm, açlık, fakirlik, ve kaos yağdıracağı tahmin edilmiş miydi bilemiyorum, ancak gelişme her ne pahasına olursa olsun, önünde durulabilen ve engellenebilen bir süreç değildir.
Elektrik; telsiz, telgraf, komuta ve kontrol sistemlerini geliştirerek askeri operasyonların koordinasyonunu artırmıştı. Kimya endüstrisindeki gelişmeler; zehirli gazlar gibi kimyasal silahlara dönüşmüş, içten yanmalı motorlar; tanklar, uçaklar ve denizaltılar gibi yeni savaş araçlarının geliştirilmesini mümkün kılmıştı. Dünya, tarihinin gelmiş geçmiş en kanlı savaşını yapmaya hazırlanıyordu. 1914-1918 birinci ve 1939-1945 ikinci dünya savaşlarında yaklaşık 100 milyon sivil ve asker ölecekti.
Nietzsche, tam olarak bu sürecin öncesinde yaşamış ve insanlığı bekleyen şiddetli kaosu sezerek, var gücüyle uyarmıştı insanları. Temel problemin binlerce yıllık ahlak anlayışının yanlış temellendirilmiş olmasından kaynaklandığını, sürü kültürü ile yaşamaya mecbur bırakılan insanların, bireysel ahlak oluşturamamalarının sebep olduğu, ahlaki çöküntüyü görüyordu. İnsanlığı kendisinden kurtarmak için bulduğu kavramsal çözümün adı, üstün insandı.
İnsanlardaki ahlak anlayışını kaynağından eleştirmeye başlamıştı, ona göre insanın ahlakı, toplumsal konvansiyonlar, dogmatik ve dışsal otoriteler tarafından belirlenmemeliydi, ahlak anlayışının kaynağı bireyin kendisi olmalıydı. Dogmatik ve geleneksel kuralların bireyin içgüdüsel dürtülerini baskılaması, onu kendi normlarına uymaya zorlaması, bireyi ahlaklı bir insan yapmaya yetmiyordu. Ayrıca, baskılanan içgüdüsel dürtüler hiçbir şekilde kaybolmuyor, toplum içerisinde şiddet olarak mutlaka açığa çıkıyordu. Çünkü dogmatik emirler ahlaklı olmayı değil, ahlakçı olmayı buyuruyordu. Bu da insanlara, topluluktan gizli yapılabildiği müddetçe kuralların dışına çıkma imkanı veriyordu.
Meşhur Turin olayında, İtalya'nın Turin şehrindeki bir caddede, Nietzsche, sahibi tarafından şiddetle kırbaçlanan bir at görür. Atın boynuna sarılarak, sahibi daha fazla vurmasın diye ağlar, bir insanın başka bir canlıya, bile isteye öldüresiye zarar veriyor olmasına tahammül edemez. Hayatı boyunca tasvir ettiği insan profili de, Nietzsche`nin bu davranışı ile kendi hayatında vücuda gelir. Kendi iradesi ile kötü olmamaya, kötülüğün karşısında durmaya karar verebilecek kadar güçlü ve donanımlı bir insandan söz eder Nietzsche, özgün, özgür, ahlaklı, iyi, yaratıcı ve kendisi dahil olmak üzere, bütün insanların ve canlıların hassasiyetlerine karşı duyarlı bir insandan söz eder.
Bu olaydan sonra bir sinir çöküntüsü yaşayan Nietzsche, bir daha asla tam olarak iyileşemeyecek ve hayatının geri kalan kısmında kız kardeşinin bakımına muhtaç kalacaktır. Aile dostları olan Wagner ile yaptığı bir tartışmadan sonra, Wagner'in antisemitik fikirlerini eleştirerek, şöyle der, 'Wagner de neredeyse kız kardeşim kadar antisemitik bir adam.'
Hastalığı boyunca kız kardeşi ve eniştesi tarafından 10 yıl boyunca bakılan Nietzsche'nin, üstün insan fikri ve yazdığı notlar, kız kardeşi ve eniştesi tarafından manipüle edilerek, hasta olmasına rağmen onun adına bir kitap olarak basılmıştır. Öyle ki, Hitler, Nietzsche gibi düşünen yazarların kitaplarını meydanlarda yakarken. Son yayımlanan kitabi sebebi ile Nietzsche'yi dönemin en ünlü filozofu ilan eder.
Birinci ve ikinci dünya savaşlarındaki delirmeyi bir daha yaşamamak için, ülkeler savaş sonrasında bir araya geldiler, uluslararası anlaşmalar yapıldı, sınırlar belirlendi, uluslararası hukuk sistemleri oluşturuldu. Aydınlanma dönemi filozoflarının kitapları yakılmak yerine, üniversitelerde okutulmaya başlandı. Bireyselleşme, ahlak, etik, özgürlük, karşılıklı olarak saygı ve duyarlılık sivilize toplumun köşe taşları olarak kabul edilerek, uluslararası insan hakları mahkemeleri kuruldu. Nietzsche'nin üstün insan profiline en azından demokrasi ile yönetilen, insan haklarına duyarlı medeni ülkelerde yaklaşmayı başardık.
Ancak üstün insan ile, ilkel insan arasındaki duvar o kadar geçirgen ki, temel içgüdülerimiz bize tehlikede olduğumuzu fısıldadığında, bir anda kendimizi duvarın öteki tarafında bulabiliyoruz. Bireysel boyutta bu geçirgenlik sıradan bir durum; devletler bunu yasalar ile şiddet monopolünü elinde tutarak kontrol altında tutmayı başarıyor. Ancak devletler duvarın öteki tarafına geçmeye karar verince, insanlık için tehlike çanları asıl o zaman çalmaya başlayacak.
YENİ PARADİGMALAR İLE DÜŞÜNEN DÜNYA
Tıpkı Nietzsche'nin yaşadığı dönemde olduğu gibi, dünya tekrar yeni bir devrin eşiğinde duruyor. Henüz 4. Endüstri Devrimi'ni bile yakalamayı başaramayan ülkeler varken, gelişmiş ülkelerin bile hızına yetişmekte zorlandığı teknolojik bir devrim yaşanmaya başladı.
20. yüzyılın başlarına kadar dünya, klasik fiziğin paradigmaları ile düşünüyor ve bu paradigmalar, dünyayı anlama şeklimizi, yani hayat felsefemizi oluşturuyordu. Fiziğin ve felsefenin birbirinden ayrılmaz bir bütün gibi düşünülüyor olmasının sebebi de buydu. Çünkü fizik ve felsefe, bağımlı ve birbirini açıklayıcı kavramlar ile bize, evreni ve evrenin içerisindeki insani tanımlama imkanı veriyordu.
Ancak, kuantum teorisindeki gelişmeler, klasik fizik yasalarının ötesine geçti. Ortaya koyduğu sonuçlar ile bilim, felsefe, matematik, teknoloji ve mühendislik alanlarının, hayatı algılama şeklimizi etkileyen paradigmalarını değiştirdi ve bu değişimler hâlâ devam ediyor.
Kuantum fiziği, gözlemcinin evrene etkisi, gerçeklik, determinizm ve indeterminizm kavramları üzerine yeni tartışmalar başlatarak, varlık felsefesi alanında yeni düşünme şekillerinin yolunu açtı.
Olasılık teorisi ve karmaşık sayılar gibi alanlarda kaydedilen önemli ilerlemeler ile oluşturulan matematiksel araçlar, teorik fizikte yeni bakış açıları oluşturdu.
Kuantum mekaniğinin prensipleri, kuantum bilgisayarları, kriptografi ve haberleşme sistemleri üzerinde devrim boyutundaki gelişmeler ile gelecekteki bilgi işleme şeklimizi neredeyse tamamıyla başka bir zemine ve boyuta çekti.
Dolayısıyla kuantum mekaniğinin paradoksları ve ilginç doğası, insanların evreni ve evrendeki kendi yerlerini anlama biçimlerini yeniden şekillendirmeye başlayarak bizi şu büyük soru'nun merkezine çekti... 'Acaba dünya determinist olmayabilir mi?'
DAVOS VE BENZERİ TOPLANTILAR NEDEN ÖNEMLİ?
'Dünya üzerindeki kaynakların sınırlı, ancak insan ihtiyaçlarının sınırsız' olduğu tezi ile daha realist bir şekilde karşı karşıya kalacağımız gelecek yüzyılda, gelişmiş ülkeler, bilim, hukuk, siyaset ve felsefe alanlarında oluşan yeni paradigmalar ile konuşmaya başlamanın bir yolunu arıyorlar sürekli. Çünkü bu yeni bir dil ve öğrenmek gerekiyor.
Birkaç on yıl önce demokrasi, uluslararası barış gibi konular öncelikliyken, şimdi en sivilize ülkeler bile, bir taraftan savaşmamanın yollarını ararken diğer taraftan, ülkeler arası sınıf farklılıklarından kaynaklanacak çatışmaları engelleyemeyeceklerinin farkında olarak silahlanma yarışındalar.
Yeniden, bir dünya düzeni oluşuyor. Hiçbir ülke bütün ihtiyaçlarını kendi başına karşılayacak düzeyde değil. Birbirlerini öldürmeden, üretimi, ticari anlaşmaları ve ticaret yollarını güvence altına almanın bir yolunu bulmak zorundalar. Dolayısıyla, siyasetçilerin, bilim insanlarının, teknoloji firmalarının, dünya bankalarının, askerlerin bir araya gelerek, çok yönlü toplantılar yapmaları gerekiyor. Türkiye'nin katılmamayı tercih ettiği 'Davos', bu toplantılardan biriydi. Bu toplantılardan alınacak kararlar, ülkelerin gelecekteki yönetim şekillerini etkileyecek. Demokrasi ülkeler arasında uygulanabilir bir sistem olmaktan çıkacak, çünkü insan, üstün olmaya ne kadar kabiliyetli ise, zor koşullar ile karşılaştığında, bir anda katil olmaya da o kadar eğilimlidir. Bu dönemde değişen yeni paradigmalar ile insanı yeniden analiz etmek ve yeni bir felsefe oluşturmak gerekecek, teknolojik gelişmeler yasaları ve suç tanımlamalarını değiştirecek, devletlerin, teknoloji şirketleri gibi davranmaları gerekecek.
Bu hızlı değişimlerin, büyük bir kısmına hazırlıksız yakalanan dünyanın, felakete sürüklenmemek için tek bir şansı var: Hem bireysel ve hem de devletsel boyutlardaki iletişimlerde, medeni ülkelerin politik doğruculuk çerçevesinde oluşturduğu duyarlılığı devam ettirmek. Faşizmin ve aşırı milliyetçiliğin dünya savaşlarını tetikleyebileceği bir dünyada, ötekileştirmeyi körükleyecek her bir kelimeden kaçınmak gerkiyor. Öncelikle kadınların ve çocukların tehlikeye gireceği şiddet ortamlarında, ayrımcılığa uğratacak veya rencide edecek sembol, davranış ve sözcükleri kullanmamak hayati önem taşıyor. Aşırı duyarlı olmanın birçok kimseye zor geldiğini ve bu davranışın gereksiz görüldüğünü biliyorum. Ancak, bizlerin rahat çevrelerinde, sadece bir kelime olarak algılanan bir ifade kalıbının tercih edilmiş olması, günümüzün yaygın iletişim ağları ile, tanımadığımız başka bir ülkede, ya da kendi şehrimizin tanımadığımız bir mahallesinde, bir kadının tecavüze uğramasına, genç bir delikanlının öldürülmesine, veya bir çocuğun hayatının mahvolmasına sebep olabiliyor. Sivilize toplumların Political Correctness uygulamaları kapsamında, insanların dil ve davranışları ile, belirli sosyal, kültürel, dini veya politik grupları veya bireyleri ayrımcılığa uğratmayacak veya onları rencide etmeyecek şekilde düzenlemeye çalışması ve bu duruma hassasiyetle önem veriyor olması, elbette keyfi bir tercih değildir! Bir arada, birbirimize zarar vermeden yaşayabilmenin en temel koşuludur. Mustafa Kemal'in ilke ve inkılaplarının bu hassasiyeti tatbik ile Türkiye'yi ilkel bir kabile olmaktan çıkarıp, modern bir millete dönüştürdüğünü unutmamak gerekir.
Çok Okunanlar
Gelinim Mutfakta kim elendi? 10 bileziği kim aldı? 22 Kasım 2024 puan durumu
22 Kasım 2024 burç yorumları
Fenerbahçe En-Nesyri için Al-Nassr'den gelen rekor bonservisi reddetti
Netenyahu'yu tutuklayacak ülkeler belli oldu!
BEDAŞ 22 Kasım'da İstanbul'da elektrik kesintisi yaşanacak mahalleleri açıkladı
Lüks araba markası Jaguar logosunu neden değiştirdi? Yeni logosu ne oldu?
Bakan Yusuf Tekin'den Teğmen Ebru Eroğlu ve diğer teğmenleri kurtaracak karar!
21 Kasım 2024 reyting sonuçları: Perşembe günü hangi yapım birinci oldu?
Mauro Icardi’nin Greeicy ile kulis paylaşımı Nara’yı çileden çıkardı
İsmi Fenerbahçe ile anılıyordu: Al Nassr'da flaş Talisca gelişmesi