Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,2401
Dolar
Arrow
34,4862
İngiliz Sterlini
Arrow
43,5545
Altın
Arrow
2962,0000
BIST
Arrow
9.549

Mehmet Akif’in ümmet -millet ikilemi

Mısır Apartmanının bana hatırlattıkları 

Taksim’den  Tünel’e doğru giderken Mısır Apartmanını  her gördüğümde  bir  kaç şey aklıma düşer. Atatürk’ü düşünürüm genç bir general olarak. Diş hekimi  Sami Günzberg’in   muayenehanesine gelmiş.  Günzberg çok ünlü bir diş hekimi. Onun  hastası olmayan  yok   gibi. Atatürk  Şah Pehlevi’yi    Dr. Günzberg’e tedaviye götürmüş,  1934’te Türkiye’ye  geldiği  zaman. Üç İstanbul’un  yazarı Mithat Cemal Kuntay’ı hatırlarım. Uzun süre  orada oturmuş. Eski Meclis  başkanlarımızdan Hüsamettin  Cindoruk’un çalışma  ofisi de orada. 

Bir de bu apartmandan çıkarılan  bir cenaze aklıma  düşer. 1936 Aralık  ayında. Bu Mehmet Akif Ersoy’dur. Küskün ayrıldığı ülkesine ağır hasta olarak  dönmüş ve bu apartmanda  hayata  veda etmiştir. 

Akif  neden  gitti?  Nasıl  döndü?

Mehmet Akif   bağımsızlık savaşımızın  sembolü   İstiklal marşımızın  yazarıdır.  Birinci mecliste Burdur   milletvekilidir. Hakkında her hangi  bir adli takibat  yapılmamış olmasına rağmen ülkesini terk  etmesinin temel  nedeni Türk Devrimidir.  

Akif, Takrir-i Sükun Kanunundan sonra gittiği Mısır’da  dostu ve hamisi  Abbas Halim Paşa’nın tüm ihtimamına  rağmen  sıla hasreti  içinde,  mutsuz  bir   hayat  yaşamıştır. Dönüşünde, bir süre  Şişli Şifa Yurdunda  tedavi altına tutulmuş,  tebdili hava olsun diye Alemdağında Baltazzi Çiftliğinde bir süre   kalmıştır.  Çiftlik  yine Abbas Halim Paşa’ya aittir. Durumu ağırlaşınca, tekrar şehre  getirilmiştir.    Tedavisine Mısır  Apartmanında devam  edilmiş, burada  vefat etmiştir. 

Cenazesi üzerine yaratılan algı 

Sağ cenahta Akif’in   cenazesi  üzerinden yaratılmış bir algı vardır.  Bir tek parti  zulümleri  edebiyatı vardır Türkiye’de. Burada  sadece  iki  örnekten  kısaca söz edeceğim. 

Bu literatüre göre, örneğin haksız  bir şekilde emekliye sev edilen Fevzi Paşa vefat ettiğinde radyo  müzik yayınına  devam etmiş; devlet  mareşale  sahiplenmemiştir. Milliyetçi ve muhafazar  büyük  bir kitle  adeta bir sel  halinde mareşali  omuzlarda Eyüp Sultan’a kadar  götürmüş,  defnetmiştir.  İsmet Paşa da  kısa bir süre sonra milli  irade tarafından cezalandırılmış, iktidardan düşmüştür.  Milletin  kutsallarına  önem vermeyen CHP o gün bugündür iktidar yüzü  görmemektedir. 

Bir başka muhafazakar  söylence Mehmet Akif’le ilgilidir. Cenazesi kimsesiz  bir  şekilde Bayezit Camii’ne getirilmiş, üniversite öğrencilerinin  durumu  farketmesiyle milli  bir galeyan halinde şairimiz  Edirnekapı  şehitliğinde toprağa verilmiştir. Tek parti  onu  önemsizleştirmeye çalışmış, ama  millet  sahip çıkmıştır. 

Bu   kurguların  ikisinde de  abartı tarafı gerçeğin çok üstündedir.   Bir kere Fevzi Paşa,   emekliye ayrılmasından  sonra İsmet Paşa’ya düşmanca bir tutum takınmış, bütün  münasebetini kesmiştir.  Demokratlar tarafından  istismar edilmiş, en sonunda bütün karşıdevrimcilerin  bir araya geldiği Millet Partisinin   fahri başkanlığını  kabul etmiştir. Fevzi Paşa,  1950  baharında İnönü   karşıtı cephenin sembolü olmuştur. Pek  yakında  yapılacak şeçimde (1950) Fevzi Paşa, Millet Partisi’nin,  İnönü, CHP’nin  adayıdır. İktidarın tutumunu bu gerçeğin ışığında  değerlendirmek gerekir.

Mehmet Akif  meselesine gelince, rejimin kendisi ile ilgili  bir derdi  yoktur. Ama Akif’in içten   içe sürdürdüğü  rejimle ilgili bir derdi  vardır.  Açıktan bir  cephe alma söz konusu değildir ama,  küskünlük, kırgınlık vardır. 

Mehmet Akif’e Kuran Tercümesi işinin verilmesi 

Akif, meşrutiyette  mebusan meclisi  üyesi değildi.  Birinci Meclis üyeliği  Mustafa Kemal Paşa’nın  tavassutu  ile sonradan gerçekleşmişti. Aktif bir parlamenterlik  hayatı  olmamıştır. Gazi, kendisine sadık - Hoca Rasih Kaplan, Hoca Esat Efendi gibi ilmiyeli  mebusları-   İkinci meclise aday gösterdi.  Seçilenler   arasında Kemalist  grupta yer almış  10 kadar ulemadan aday vardır. Ama, Mehmet Akif yoktur. Bununla birlikte, TBMM  kararı ile kendisine çok önemli bir  görev verilmiştir. Kur’anın Türkçeye  tercümesi. Teklif Börekçizade’nin   başında  bulunduğu Diyanet  tarafından  resmen kendisine iletilmiştir.  Teklifi götüren  Ahmet Hamdi Akseki’dir. Akif,  Kur’an’ın  tefsir ve meali  işinin Elmalılı Muhammed Hamdi  Yazır’a verilmesi  şartıyla Türkçeleştirme  işini  kabul etmiştir. 

Akif’in tercümesinin akıbeti 

Bilindiği gibi Yazır’ın tefsiri “Hak Dini Kuran Dili” başlığıyla  yayınlanmıştır. Akif’in tercümesinin akıbeti ise malumdur. İmha edilmiştir.  Olayı şöyle yorumlamak mümkündür.  Cumhuriyet devriminden  sonra  muhafazakar  mütefekkirler  rejim karşısında ikiye bölünmüştür. Börekçizade, Yaltkaya,  Akseki  rejimin diyanet teşkilatında  görev  almışlardır. İzmirli  İsmail  Hakkı Bey  de İslam tetkikleri Enstitüsünde teklif edilen görevi kabul etmiş, Ord. Prof. Olmuştur. 

Bir de  meşrutiyetten beri aynı çevrede yer almış,  cumhuriyetten  sonra herhangi bir memuriyeti,  resmi bir vazifesi olmayanlar  vardır.  Kamu görevi olanlar, ikinci kesimi dolaylı bir  şekilde kollamıştır. Akif’e  tercüme işinin, Elmalılı’ya tefsir işinin   havale edilmesini sağlayan  kökeni eskiye dayanan  arkadaşlık hukukudur. 

Akif Türkiye’de başladığı ve Mısır’da  üzerinde çalışmaya  devam ettiği Kur’an tercümesini  ülkeye  dönmesine yakın  bitirmişti. Bu yaklaşık olarak  10 yıllık  bir fikri mesai anlamına gelir. 

Fakat Akif’in çok özlediği ülkesinde kendisini tedirgin eden başka gelişmeler  olmaktaydı. Ezan ve kametin   Türkçe okunmaya başlamasından sonra, ibadetinde (namaz surelerinin de)  Türkçe yapılacağına dair  söylentiler vardır. Bu  hiçbir zaman  uygulamaya  girmemiş  bir düşünce olmakla birlikte, Atatürk   bir Türk  islamı  yaratmak  istemiştir kanımca. İbadet dilinin  Türkçeleştirilmesi,  Türklerin dinini  Arap   kültür dairesinden  çıkartmak, milli devletin milli  dini haline getirmekti bence. 

Bu,  iyi ahlak, iyi yurttaşlık  temelinde İslam’da Türk  Protestanlığı  düşüncesi  olarak  yorumlanabilir. Cumhuriyet   hükümeti, İstanbul Üniversitesinde İslam Tetkikleri Enstitüsü  kurmakla  bunu  amaçlamıştır.  Hedef , İslamda  reformdur. Daha  açık  bir ifade ile Türk islamıdır.  Bu konuda  Fuat Köprülü’nün camilere- kiliselerde olduğu  gibi- sıralar  konulması  ve ibadet  için Türkçeleştirilmiş  matbu sureler  kullanılması gibi    dikkate  alınmayan önerileri de olmuştu. 

O yıllardaki Diyanet yayınlarına  bakıldığında  Türkler için milli  bir islam  arayışı açıkça görülür.  Bunlar düşünce düzeyinde kalsa da suskun İslamcı  cenahta  büyük tedirginlik yaratmıştır.  Günümüzde  “Türkçe ezan zulmü”  denilen  dönem   böyle başlamıştır. Türk Devrimi  Türklere    anadilde ibadeti  bir seçenek  olarak gündeme getirince, günümüze kadar  devam eden infial  başlamıştır. Ne İlginçtir ki namaza  davet  çağrısı  olan  ezanın  Arapça  okunması  günümüzde  İslamın  temel bir rüknü  olarak  algılanmaktadır.  Mütedeyyinlere   göre Arapça  İslamın   vazgeçilmez   parçasıdır. Akif ezanda sonra  namaz surelerinin de Türkçe okunması ihtimali karşısında tedirgin olur. Yıllarca uğraşarak  tamamladığı Kuran  tercümesinin namazda  kullanılma  ihtimali  onu dehşete  düşürür. 

Hastalık   ve memleket hasretiyle   ülkesine dönerken Mehmet İhsan Efendi’ye (CHP’nin çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun  babası) şunu söyler: “Eğer dönebilirsem üzerinde biraz  daha  birlikte çalışırız. Dönemezsem tercümeyi  yak!..”  Akif, İstanbul’da yakın çevresinden   büyük ihtimam görür. Ama şifa bulamaz. Abbas Halim Paşa’nın Mısır Apartmanında hayata  veda eder. 

Kahire’de   uzun yıllardır, teoloji,  Arap ve Türk  Dili hocalığı yapmakta olan Yozgatlı İhsan Efendi,   Akif’in eseri imha “vasiyetini” yerine getirmek istemez. Hatta  kendi el yazısı ile istinsah  eder . Bir kopyasını daha çıkarır.  Oğlu Ekmeleddin’e,-kendi vefatından sonra yerine getirilmek üzere- Akif’in vasiyetini söyler. Kaynaklar, Akif  tercümesinin son dönem Osmanlı  şeyhülislamlarından Mustafa  Sabri Efendi’nin- O da 150’liklerdendi- oğlu İbrahim’in   telkinleri  ile  yakıldığına  işaret ediyor. Muhtemelen  60’lar gibi çok geç bir tarihte. 

Akif  ve İttihat ve Terakki 

Meşrutiyet devriminden  sonra ortaya çıkan  düşünce  ortamında iki önemli dergi vardır. Çok  sayıda  gazetenin yanında. İslamcı çevrelerin  yayın organı   Sırat-ı Müstakim, Türkçülerin yayın organı Türk  Yurdu. Akif’in başyazar olduğu Sırat-ı Müstakim daha sonra Sebirürreşat  adını  alacaktır. 

Akif,  husumet  derecesinde Abdülhamit  ve  istibdat  karşıtı olduğundan  İttihat ve Terakki  çevresi içinde yer alır. Ancak bu partizan bir İttihatçılık değildir. Akif  İttihatçılarla  çok yakın bir  ilişki  içinde olmamakla  birlikte,  devlet  İttihatçıların  elinde olduğundan  teklif edilen memuriyetleri   kabul eder. Darülfünunda  ve derneklerde dersler ve konferanslar verir. Sultan Reşat devrinde  Din İşleri  Yüksek Kurulunda (Darül Hikmeti İslamiye)  resmi  bir görevi olacaktır. Bu sıralarda  İttihat ve Terakki,  Türkçülük, İslamcılık  ve Osmanlıcık siyasetleri  arasında gel-gitler yaşamaktadır. 

Garpçılık Türkçülük ve biyolojik materyalizm karşısında Akif 

Meşrutiyet, siyasi bakımdan söz derece hummalı çatışmaların  yaşandığı bir dönem olmuştur. Düşünce hayatında da Jön Türk devrimi ile İttihakı ve  Terakki semsiyesi  altında kendine yer bulan pek çok düşünce akımı kısa sürede tefrikaya  düşer. Derin fay hatları ortaya çıkar.

Tevfik Fikret,  Dr. Abdullah Cevdet,  Celal Nuri ileri  gibi düşünce adamları İslamcılık  düşüncesine karşıdırlar.  Onlara göre ‘’İslam Mani-i Terakkidir’’ Mehmet Akif onlarla karşı karşıya gelir. Türkçülere, Garpçılara cevap   “İslamda Davayı Kavmiyet Yoktur” başlıklı bir  risale ile dostu  Babanzade Ahmet Naim’den gelir.  

Ama asıl rakip, Savaşın humması arttıkça Türkçülük, Pan-Türkçülük olacaktır. Sebirürreşat  çevresi  ile Türk Ocakları arasındaki meşrutiyetin başındaki geçişkenlik zaman içinde kaybolacak  ve  yollar ayrılacaktır. 

Akif Berlin’de  Hilal Ordugahında 

Dünya Savaşı ile birlikte müttefikimiz Almanya  İtilaf  cephesinden  Müslüman esirler  alır. Bunların  önemli bir kısmı Çarlık Rusya ordusunda çarpışmak zorunda kalan  Türkler ve Tatarlardır.  İngiliz ve Fransız ordularında, Senegalliler ve   Hint Müslümanları  vardır.  

Bunlar için  Berlin’de büyük bir esir kampı oluşturulur. Bu kamplara esirlerin Müslümanlığına izafeten Hilal Ordugahları  adı verilir. Bu   kamplar bir çeşit  misafirhane olarak  takdim edilmeye çalışılır. Belki de bu askerleri  uyruğu oldukları devletlere  karşı savaştırma  düşüncesi bile olabilir. Osmanlı  hükümetinden bu askerlere  telkinde bulunmak üzere bir  heyet istenir. Sirkeci’den kalkan bir trenle  Mehmet Akif  ve arkadaşları   Berlin’e giderler. Uzun süre bu esir askerlerin arasında  kalırlar .Dini ve milli konuşmalar  yapılır. Hutbeler okunur. Vaazlar verilir.  İslam dayanışması (uhuvvet-i İslamiye) ve  esir  Türkler  belli  başlı temalardır. 

Akif Teşkilatı Mahsusa  ajanlarıyla birlikte Arap Çöllerinde 

Enver Paşaya bağlı  Teşkilatı Mahsusa ajanları (o zamanın özel harp dairesi ) İngiliz işgali altındaki  bölgelerde, Kafkaslarda ve iç  Asya’da ayaklanmalar çıkarmak için görevlendirilirler. Kısmi bir başarı da kazanırlar. 

İlginçtir savaşın  sonuna doğru Rauf  Beyi de (Orbay) İran içlerinde bir  misyonda görürüz. Teşkilatı Mahsusa, casusluk, istihbarat, gerilla faaliyetlerini  birlikte yürütür. Teşkilatı Mahsusa  Trakya Hükümeti Muvakkatesi  girişiminden  itibaren aktif  olarak  çalışmıştır. Örgütün  en etkili simaları Süleyman Askeri ve Kuşçubaşı Eşref’tir.  Teşkilatı Mahsusa-mütarekede- İttihatçıların yargılandığı Aliye Divanı Harbi Örfisinde özellikle “Ermeni tehciri” meselesi ile ilgili  olarak  sorgulanacaktır.  

Bu arada, Lawrence ile işbirliği içindeki Şerif Hüseyin, Arap bağımsızlığı  için, isyan etmiştir. Arap kabilelerini arkasına takarak İngilizlerin safını geçer. Şerif Hüseyin’e göre, Osmanlı Hilafeti gasp etmiştir. Hilafet Kureyşin hakkıdır. Gasıp Türkün malı, canı, kanı helaldir. 

İttihat ve Terakki Hükümeti henüz payitahta bağlı  kalmış Arap kabilelerini  elde tutmak için Kuşçubaşı Eşref ve  Mehmet Akif Heyeti Nasihası (Ögüt Kurul tertip eder. Şerif Hüseyin yerine, yanlarında   Sultan Reşat’ın atadığı yeni Mekke şerifi ile birlikte aylarca Necd çöllerinde dolaşırlar. Telkinde bulunurlar. Arap Aşiretlerine uhuvveti  İslamiye,  hilafet, Hz. Peygamberin sancağı vaazları verir Mehmet Akif.  Ümmetin Arap unsurunun  Halifenin arkasında olmadığı çok acı bir şekilde görülecektir Medine müdafaasında. 

Mütarekeye girerken Akif, din kardeşliği temelinde  siyasi birliğin soyutlamadan öte bir anlamı olmadığını çok acı bir şekilde görür. Heyet derin  üzüntü içinde Payitahta döner. İmparatorluk yenilmiş, devlet dağılmanın eşiğine gelmiştir.

Meclise Katılma

Mehmet Akif, meclisin açıldığı günlerde Trabzon mebusu Ali Şükrü Beyle birlikte Geyve Boğazı üzerinden Anadoluya geçti. Milletvekili  seçilmemişti. Milli  davaya  katılmak üzere yollara düşmüştü. Seçilmiş milletvekillerinden bazıları memuriyeti  tercih ettiğinden boşalan milletvekillikleri olmuştu. Akif’i- Mustafa Kemal Paşa’nın isteği ile-  Burdur’dan vekil seçtiler.

Mehmet Vehbi Bolak  (Balıkesir  milletvekili) ve Ali Şükrü Bey (Trabzon milletvekili)  ile birlikte 1921 yılı yazına kadar Tacettin Dergahında kaldılar. İstiklâl Marşı  orada yazıldı. Dergah günümüzde  hazinesinde defnedilmiş  simalar nedeniyle Ankara’nın en çok ziyaret alan yerlerinden biridir.

Mehmet Akif aktif bir parlamenter  değildi. Anadolu’da işgallerin başladığı dönemden başlayarak, Kurtuluşa kadar cepheleri,  kasaba ve köyleri manevi olarak  desteklemeye çalıştı. Yaptığı konuşma, verdiği hutbe ve vaazlarla  etkili oldu. Bu vaazlar içinde basılmış olan ikisi  en meşhur olanlarıdır:  Balıkesir Zağanos Paşa Camii ve Kastamonu Kadı Nasrullah Camiinde verdiği  vaazlar.  Bu vaazlar, Eşref Edip Fergan  tarafından artık Anadolu’da basılmakta  olan Sebirürreşat’ta yayınlanmıştır.  Yakın çevresi çoğunlukla Mustafa Kemal karşıtlarından  oluşsa da Akif’in herhangi bir aktif muhalif tutumuna Meclis tutanaklarında tesadüf etmediğimi söyleyebilirim. 

Mısır’a gidene  kadar Akif

Akif, zaferden sonra, II. Meclis seçimlerinde aday gösterilmedi. Kendisinin  mebus seçilmek için bir istekliliği de yoktu.  1925’te, Mısır Apartmanında çekilen bir resimde onun yakın çevresi görünüyor. “Bir Kara Gün”  makalesinin yazarı Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin,  Madrit  Sefiri Sami Paşazade Sezai, Abdülhak  Hamit Tarhan ve Üç İstanbul Romanın  yazarı-Beyoğlu Noteri- Mithat Cemal Kuntay. Güçlü bir ihtimalle Malta sürgününden dönen Abbas Halim Paşa da İstanbul’da olmalı o günlerde. 

Akif, Terakiperver Parti Muhalefetinden Takriri Sükun’a kadar İstanbuldadır. Abbas Halim Paşa tarafından himaye edilmektedir. Takriri Sükun ile birlikte arkadaşı Eşref Edip’in çıkardığı Sebirürreşat kapatılmıştır. Cumhuriyet Hükümeti kendisini hiçbir soruşturmaya dahil etmemesine rağmen siyaseten mağdur edileceği gibi bir endişe içindedir.

Bir kaç kez Mısır’a gidip geldikten sonra, sürekli orada yaşamaya karar verir. Cumhuriyet hükümetinin teklif ettiği Kuran’ı Türk diline kazandırma projesini kabul eder. Kendi kendine gittiği bu gönüllü sürgünde Yozgatlı Mehmet İhsan Efendi’nin  El Ezher yakınlarında müderris olduğu  Mahmudiye Medresesinde vaktini geçirir çoğunlukla.  Onun odasında çalışır. O dönemden kalan Mısır  resimlerinde- örneğin piramitlere develerle  yapılan bir gezide çekilen  resimlerde-Abbas Halim Paşanın (Sait Halim Paşa kardeşi) hemen yanında mutsuz bir ifadeyle görürüz Akif’i. Meşguldür. Maddi olarak  bir mağduriyeti  yoktur. Ama ait olmadığı topraklarda  çok mutsuz bir yüz ifadesi vardır.

10 yıl boyunca dini meseleler  dışında bir şeyle meşgul olmaz. Yakınlarda- Mısır, Suriye ve Lübnan’da-  150likler vardır. Milli  Mücadele  dönemindeki tutumları  nedeniyle vatandaşlıktan çıkarılmışlardır. Örn: Refik Halit Karay Beyrut’ta, Çerkes Ethem Ürdün’de, gönüllü Sürgün Rıza Nur, İskenderiye’de, Rıza Tevfik Ürdün’dedir. Onlarla  bir teması olmamıştır. 

Akif,  İnkılap hareketlerine,  özellikle  dinde reform  düşüncesine muhalif olmakla birlikte,  cepheden bir  karşı tutum  almamış,  münzevi ve mutsuz bir şekilde Mısırda yaşamaya  devam etmiştir. Ta ki siroz olup, 1936 Haziranında İstanbul’a dönene kadar.  Bu arada, o ülkesine dönene  kadar, Gazi Mustafa Kemal Paşa laik hukuk temelinde çağdaş bir devlet kurmuştur. 

Mehmet Akif’i  tarihte nereye koymalıyız?

Akif’in temel meselesi, milliyetçilikler çağında, İslam birliği ve dayanışması temelinde (uhuvvet-i İslamiye) bir ideoloji ile devletin ayakta tutulabileceğini sanmasıydı. Cumhuriyetçi değildi. Meşrutiyet ve  meşverete dayalı bir sistemi tercih ederdi.

Düşünce yapısı herhalde Sait Halim Paşa’nın “Buhranlarımızda”  gösterdiği çözümlemelere yakındı. Hatırlamakta yarar var. Sait Halim,  Abbas Halim Paşa’nın büyük biraderiydi. Abbas Halim, Sait Halim kabinesinde Hafız Nazırlığı da yapmıştı. 

XX. yüzyılın ilk çeyreğinde bütün çok uluslu imparatorluklar gibi Osmanlı da dağıldı. 10 yıl içinde Rumeli ve Kuzey Afrika toprakları elden çıktı. Yakın dostları Kavalalı  Hanedanının ülkesi Mısır, İngiltere tarafından işgal edildi. 

Osmanlı’nın “peygamber soyu” diye el üstünde tuttuğu Seyyidler Arap Bağımsızlığı hareketinin önderleri olmuş,  Osmanlı’nın “hilafeti gasp ettiğini”  söyler olmuşlardı.

Savaşın sonuna doğru,  ne Fahrettin Paşa’nın Medine Müdafaası ne de Mehmet Akif’in Teşkilat-ı Mahsusa  ajanlarıyla Filistin’den Necd’e kadar Arap ahaliyi tenvir etme  gayretleri işe yaramayacaktı.

Mütareke’de Anadolu İhtilali saflarına katıldığında bunu  ümmetin  kurtuluş  mücadelesi olarak anlamıştı. Oysa ki bağımsızlık savaşını yürüten meclis, Türkiye Büyük Millet Meclisi- ülke Türkiye idi.  Devlet  de, 1921 Anayasasında gösterildiği üzere-Türkiye Devletiydi.

Akif, inançları itibarıyla Cumhuriyet devrimleri safında yer alabilecek bir insan değildi. Karşısında  pozisyon alabilecek bir yaradılışı da  yoktu. 

Mısır’da geçirdiği yıllarda ciddi anlamda maddi bir sıkıntı içinde olduğunu tahmin etmem. Ancak, Kavalalı Hanedanının himayesi altında bulunma halinin ona pek iyi gelmediğinden eminim. Samimi dostluklarına rağmen, Abbas Halim Paşa çevresiyle çekilmiş resimlerinde yüzünde belirgin bir tedirginlik ifadesi olmasının nedeni budur.

Kendisine emekli maaşı bağlanmadığı için  kırgın olduğu söylenir. Büyük bir ihtimalle hizmeti Tekaüdiye Kanununa göre yeterli değildi. Onun durumuna  yakın başkaları  da vardı. Örneğin, Mebusan Reisi Ahmet Rıza Bey’e  de emekli maaşı bağlanamamıştı. Emekliliğe  yasal olarak hak kazanamamış   olsa bile   Mehmet Akif Ersoy’a TBMM vatani hizmet tertibinden maaş bağlayabilirdi.  Talat Paşa’nın dul eşi Hayriye  Hanım’a   maaş  bağlayan devlet, Mehmet Akifi de Abbas Halim’e muhtaç etmeyip himaye etmeliydi. Bu yanlış olmuştur. Nazım’ın  Kuvayı  Milliye  destanında “Akif inanmış adam, büyük şair” diyerek andığı Mehmet Akif Ersoy bunu  hakediyordu.