1980’lerin başında, Oktay Haşim Sinanoğlu ile birlikte TRT’de Türkçe eğitim üzerine bir programa katılmıştık. Program bitiminde yemeğe geçtik, sohbet koyulaştı. O, fen bilimlerinin Türkçe anlatılması gerektiğine inanıyordu. Ben ise Türkçe okuyan arkadaşlarımın ders kitaplarında gördüğüm mantıksız çevirileri, işin doğası sanmalarından rahatsızdım. Bu yüzden, tümden Türkçe eğitime karşı çıktım.
Lise yıllarımda üzerimde hem dil hem de kültürel anlamda çok etkisi olan Türkçe hocam rahmetli Güngör Dural’ın “Dil bir araçtır” sözü hep mottom oldu. Galatasaray Üniversitesi’nde internet temelli televizyon teknolojileri üzerine yaptığım bir konuşmanın sonunda, arkada oturan bir akademisyen, konuşma boyunca İngilizce terimler kullandığım için beni eleştirdi. Fransızca-İngilizce gerilimini bildiğimden, ona “Fransızca bilseydim onu da kullanırdım” dedim. Çünkü mesele, kelimenin hangi dilde olduğu değildi; o kelimenin taşıdığı kültürel ve teknik bağlamı doğru aktarabilmekti.
Rahmetli Yurtsan Atakan’ın aksine, Türkçeleştirme meselesini hayat boyu bir dava haline getirmedim. Hatta sohbetlerimizde bu konuda ince şakalarım olmuştur. Ancak özellikle internetin Türkiye’de yükseldiği 90’lar ve 2000’lerde, Süreyya Ciliv gibi CEO’ların sahnede “Kızım bu terime şöyle dedi, şu böyle dedi” diyerek terimleri kafalarına estiği gibi çevirmesi beni rahatsız etti. “İnternet”e “sanal âlem” denilmesi ise bardağı taşıran damla oldu.
Çünkü mesele kelimeyi çevirmek değildi; yanlış çeviri bir süre sonra kavramı da yanlış inşa ediyordu. “Siber dünyaya” sanal alem dersen, muhabir “Ortam sanal, suç gerçek” diye başlık atar. Böylece, kavramın mantığı çöker.
Meğer bu meselede tek dertli ben değilmişim. Dekorasyonda kullanılan “avantgarde” kelimesinin Türkiye’de aldığı anlam da benzer bir hikâyeydi. Fransızca kökenli “avant-garde” askeri bir terimden kültür-sanat dünyasına geçmiş, “öncü” ve “yenilikçi” anlamında kullanılmıştı. Türkiye’de ise mobilya sektöründe “gösterişli ve abartılı” anlamına kaymıştı. Muhtemelen bir mobilyacı “extravagant” kelimesini hatırlayamayıp “avantgarde” diye pazarlamış, diğerleri de peşinden gitmişti. TDK da bu yanlış anlamı sözlüğe eklemişti.
İşte tam bu noktada, Emrah Safa Gürkan’ın bir konuşmasında duyduğum bir kavram bana asıl meseleyi gösterdi: cultural incommensurable. Yani bir kültürdeki kavramın başka bir kültürde tam olarak karşılık bulamaması. ABD’de “Beyaz Ev” denilen yere biz “Beyaz Saray” deriz; çünkü bizde devlet başkanı evde değil sarayda oturur. Osmanlı paşaları için baloda eşle dans etmek anlaşılmaz bir şeydi; zihinlerinde bu, cariye ile dans etmek gibi kodlanıyordu.
Yıllardır gördüğüm sorun aslında buydu: Ben Türkçeleştirmeye değil, Türkçeleştirme sırasında kavramın içine başka bir kültürün anlam boşluğunu sızdırmaya karşıydım. Yani kelime değişirken, anlam kırılıyordu.
Keşke şimdi rahmetli Oktay Sinanoğlu karşımda otursa da, ona “Türkçeleştirme iyi ama cultural incommensurable meselesine dikkat etmek lazım” diyebilseydim. Çünkü kelimeyi çevirmek kolay, ama kültürü doğru taşımak hâlâ en zor iş.
Çok Okunanlar

Menzil'in 'üniversitesi' yarıda kaldı!

Şamil Tayyar, Saray'daki o ismi işaret etti!

TÜİK, Türkiye'nin en mutsuz şehirlerini açıkladı

Marmara’daki tekne faciasında çarpma izi ortaya çıktı

'Aklıevvel'

AKP'li Mehmet Metiner isyan etti

Rezan Epözdemir davasında tanık ifadeleri ortaya çıktı

Şener Üşümezsoy Türkiye'deki en güvenli yeri açıkladı

Fatih Altaylı Türkiye için felaket senaryosunu açıkladı

AKP'li Külünk'ten Epözdemir tartışmaları üzerinden çarpıcı Akın Gürlek uyarısı