Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,2401
Dolar
Arrow
34,4862
İngiliz Sterlini
Arrow
43,5545
Altın
Arrow
2962,0000
BIST
Arrow
9.549

Bir özel oturumun ardından...

21 Eylül günü Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’nda(SETA) düzenlenen ve Youtube üzerinden de canlı olarak yayınlanan bir oturumda konuşmacıydı. İzleyicilerden soruların da alındığı programda Fidan hem bakanlıktaki değişimden hem de Türk dış politikasının ikinci yüzyıl hedeflerinden söz etti. Burada önemli gördüğüm bazı noktaları ve aynı zamanda zihnimde oluşan birkaç soruyu paylaşmak istiyorum.  

Bakan hem eski görevi olması hem de Millî Güvenlik alanını diplomasi-istihbarat-güvenlik üçgeni üzerinden tanımlaması sebebiyle istihbarat konusundan oldukça uzunca bir süre söz etti. Zaten, Fidan’ın Dışişleri Bakanlığı’nı yeniden yapılandırmasında, yeni birimlerin açılmasında ve hatta Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin (SAM) başkanlığına bir istihbarat tarihçisini atamasında bu anlayışın ve arka planın rol oynadığını görüyoruz. Bu durumun gelecekte de benzer şekilde devam edeceğini tahmin etmek çok zor olmasa gerek. İstihbarat üzerine yapılan bu uzunca konuşmaya ek olarak bakan bir yandan da dışişlerindeki söz konusu reforma değindi. Bu reformu gelenek, an ve gelecek arasında bir denge işletilecek şekilde yapmaya çalıştığını belirtti. Köklü kurumların değişiminde dikkatli olmak gerektiğini ancak kriz ve fırsatları birlikte yönetilebilecek bir model ortaya koymanın önemli olduğunu vurguladı. Bakanın, “dinamik” diplomasi takip edebilmek için, 19. ve 20. yüzyıl diplomasi geleneğinden çıkmak gerektiğini söylemesi, sanıyorum içinde hem bir tespiti hem de bakanlığın yapısına dair bir eleştiriyi de barındırıyordu. Açıkçası bu eleştiri, sadece Fidan’ın eleştirisi de değil. Çok uzak olmayan bir geçmişte, 2010’lu yıllarda, Dışişleri Bakanı Davutoğlu da bakanlıkta “proaktif” bir dış politikanın gerekliliği olarak bir dizi reform hareketine girişmişti. Ancak bu girişimin tam olarak neyi reforme ettiği açıkçası tartışılır bir mahiyette olmuştu. Bu kez yine benzer saiklerle bakanlığı reforme etme girişiminin neye tekabül edeceğini merakla bekliyorum. Bir de tabii şunu da sormak gerekiyor: Tam da bakanlık içi bürokratik bir işe vurgu yapan teşkilatı reforme etme hedefi, kamuoyunun da dikkatini çekmeye devam eden artan sayıdaki bakanlık dışı siyasi atamalarla nasıl bağdaştırılacaktır? Sorunun cevabını, zaman içinde görebileceğiz sanıyorum.  

Bir diğer konu ise dünyada sistemin değişmesi ve Türkiye’nin bu dönüşen sistem içindeki yeri oldu. Fidan’a göre, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş bu sisteme meydan okuyan devletler var. Ancak bunlar BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri değil. Daimi üyeler içinde sistemden çok Batı’ya karşı olan ülkeler mevcut ki bunları tahmin etmek zor değil: Çin ve Rusya. Bu bağlamda Fidan, sistemle derdi olan ülkelerin aslen farklı ülkeler olduğunu belirtirken Brezilya ile Güney Afrika’nın adını zikretti. Ve tabii Türkiye’nin… Türkiye’nin sistemle olan derdinde özellikle “erdem” vurgusu yaptı. Sistemin erdem temelinde düzenlenmesi gerektiğini söyledi ancak diğer taraftan bu erdem kavramının da gücünüz olmadan etkili olamayacağını belirtti. Bu noktada yöneltilebilecek soru ise bence şudur: Uluslararası siyaset ve Türk dış politikasından bahsederken soyut kavramlara yapılan vurgu, örneğin erdem gibi, tam olarak neye tekabül etmektedir? Benzer bir soru yine sıkça kullanılan “değerler” konusu için de sorulabilir. Son on yıllarda, sıkça kullanılan bu kavram ya da sözcükler, Türk dış politikası içinde nasıl tanımlanıyor? Bu tanımlar acaba ele alınan konuya göre değişiklik gösterdiği için mi biraz da müphem bırakılıyor? Şunu belirtmek gerekir ki dış politikayı ve uluslararası siyaseti böyle soyut kavramlarla aktardığınızda zihinlerde bulanık bir görüntü oluşuyor. Öyle ki, Türkiye’nin sistemik bir derdi var ama bu dert somut ve ulaşılabilir bir hedefe ya da politikaya tam olarak dönüşmüş mü?  Sorgulamamız gerekir diye düşünüyorum. Burada uzunca bir parantez de açmak istiyorum. Son haftalarda yine sistemik değişimler çerçevesinde tartıştığımız BRICS meselesi için Fidan, “work in progress” tabirini kullandı. AB’ye üyelik konusundaysa, Türkiye’nin duruşunda bir değişiklik olmadığını ama AB’nin konuyu kimlikler üzerinden tartıştığını belirtti. Kısacası topu daha çok AB’ye attı. Diğer yandan, iki tarafın da birbiriyle ticaret, turizm ve teknoloji transferi gibi meselelerde çıkarları olduğunu söyledi. Bu işlevsel ilişkideki bence en önemli konu olan sığınmacılara ise değinmedi.

Konuşmanın daha fazla ayrıntısına girmeyeceğim. Ancak yazıyı bitirmeden soru işaretlerime iki tanesini daha eklemek istiyorum. İlk olarak, Türkiye’nin Afrika’da yürüttüğü diplomasinin dahi değinildiği bu oturumda, bakana Türkiye’nin de içinde bulunduğu bazı bölgesel sistemlerle ilgili hiçbir soru neden yöneltilmedi? Türk dış politikasının ikinci yüzyılında hedeflerinin konuşulduğu bu oturumda parçası olduğumuz bölgesel dinamiklere ilişkin olarak sadece İsrail-Filistin konusuna dair uzun bir açıklama duyduk. Açıkçası, farklı bölgesel konulardaki söylemleri daha fazla merak ediyordum. İkinci sorum ise daha temel. Bakanın özellikle vurguladığı bazı sözcükler ve temalar vardı. Dinamizm bunlardan bir tanesiydi. Değerlere dayalı dış politika bir başka vurguydu. Diğer yandan, Türkiye’nin geniş coğrafyalardaki varlığı da bu kavramlar üzerinden şekilleniyordu. Peki, o zaman, bu dış politikanın Davutoğlu’nun dış politikasından farkı tam olarak neydi? Belki bir zamanların mottosu yumuşak güç yerine, millî güvenlik söyleminin vurgulanması cevabı verilebilir. Ki zaten o dönüşüm de jeopolitik gerekçelerle, onun döneminde başlamıştı. Ama, daha ideolojik ve düşünsel temelde – hele ki bölgesel meselelerden de bahsedilmeyen bir ortamda – farklılıklar için fazlaca kafa yormak gerektiğini rahatlıkla söyleyebilirim. İzleyip göreceğiz…