Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
38,2634
Dolar
Arrow
34,1520
İngiliz Sterlini
Arrow
45,9557
Altın
Arrow
2934,0000
BIST
Arrow
9.777

1921 Anayasasında Türkiye Devleti ve özerklik

Akademik hayatımın ilk on yılında birinci meclis üzerinde çalıştım. Yayınlanmış ilk makalem “Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Teşkilat-ı Esasiye  Kanunu Layihasını Müzakeresi”  başlığını taşımaktadır.  Kamu hukuku alanında savunduğum doktora tezimin başlığı ise “TBMM’nin Birinci Döneminde Devlet Erkleri ve İdare”dir.  Bu dönemi askeri, siyasi ve hukuki yönleriyle bir nebze bildiğim kanısındayım. Türkiye’de özerklik ve federasyon tartışmaları çoğunlukla birinci meclis dönemine  atıfla sürdürülür. Geçen haftalarda bunun iki örneğine (Z. Yapıcıoğlu ve S. Demirtaş) şahit olduk. Bu gelişmeler üzerine ben de kendi görüşlerimi açıklamak istedim. 

HÜKÜMET PROGRAMI MI? ANAYASA TASARISI  MI ? 

1921 Anayasası (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu/TEK ) kamu hukukumuzun ana uğraklarından birini temsil eder. Öncelikle bu anayasayı yapan Meclisin nasıl kurulduğuna bakmak gerekir. TBMM, heyet-i temsiliye’nin çağrısı üzerine olağanüstü yetkilerle (salahiyeti fevkaladeyi haiz olarak) toplanmış bir meclistir. Bir kurucu bir meclistir. Bu meclis 1 sayılı kararla kendini meşrulaştırdığı anda, aslında yeni bir devlet doğmuştur. 

Anayasanın kabul edildiği 1921 Ocak ayına kadar siyasal rejimin köşe taşlarını oluşturan üç önemli yasa çıkarılmıştı: İcra Vekillerinin Sureti İntihabına Dair Kanun, Namzetlik Kanunu ve Nisabı Müzakere Kanunu. Anadolu’da kurulmuş yeni devletin anayasası bunları tamamlamıştır. 

Bütün devlet erklerini kendisinde toplayan bu meclis, Anadolu ihtilali’nin devletini kurmuştur. Anayasanın ilk dokuz maddesindeki cumhuriyetçi ruh halkçı söylemle meşrulaştırılmış, yakın gelecekte ilan edilecek olan siyasal rejimin habercisi olmuştur. 

Anayasa taslağı, hükümetin (İcra Vekilleri Heyeti) siyasi programı olarak gündeme geldi Bu program “Halkçılık Programı” olarak anılır. Hükümetin bir programla meclisin önüne çıkışı çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Bunlardan birincisi dönemin siyasi konjonktürüdür. Bu program, 1920 Mayıs’ından 1921 Mart’ına kadar devam eden Bolşevizm rüzgârlarına bir yanıt olarak değerlendirilebilir. Gerçekten de bu dönemde, Müdafaa-i Hukuk dışında TKP, Halk İştirakiyyun Fırkası ve Halk Zümresi gibi alternatif oluşumlar mevcuttu. 

İcra Vekileri Heyeti’nin böyle bir programla meclisin karşısına çıkması her şeyden önce, meşrutiyet parlamentarizminde olduğu gibi parlamento-hükümet ilişkilerinin devam ettiğinin kabul edildiği anlamına gelebilirdi. Böyle bir şey elbette söz konusu olamazdı. Dr. Tevfik Rüştü (Aras)’ın belirttiği üzere meclisten ayrı bir icrai heyet olamazdı; Dr. Tevfik Rüştü’nün şu açıklaması dönemin siyasal rejimini açıklamaya yeterli görünüyor: Bizim karşımızda bir hükümet olmadığı gibi biz de Meclis-i Mebusan değiliz. Karşımıza bir programla çıkmış bizden hariç bir hükümeti icraiye yoktur.

Ancak uygulamada bu soyutlama ile çelişen TBMM kararları vardır. Örneğin 25 Nisan 1920 tarihli “Kuvve-i İcraiye Teşkiline Dair Karar” bunların başında gelir. Bu kararla önce “Muvakkat İcra Encümeni” kurulmuş, arkasından da İcra Vekillerinin Sureti İntıhabı Hakkında Kanun çıkarılmıştır. Bu    karar ve yasalar bir TBMM hükümeti olduğuna  işaret eder. 

Meclis hükümeti ilkesi her ne kadar vekillerin (bakanlar) tek tek seçilmesi anlamına geliyorsa da uygulama Mustafa Kemal’in başkanlığında bir parti hükümetinin varlığından söz edilmelidir. Vekiller büyük ölçüde adı konmamış Kemalist çoğunluk partisinin üyeleri arasından görevlendirilmişlerdir. Rahmetli Ergun Özbudun hocanın yaptığı incelemeye göre, kanun tasarılarının %79’unun Heyeti Vekile üzerinden gelmesi, mecliste bir çoğunluk partisi hükümetinin varlığına  işaret eder. Bu da yürütmeyi parlamenter hükümet çizgisine doğru çeken en önemli karinedir. 

TBMM’nin Teşekkül Ettiğine dair 1 Sayılı Karar ve 26 Nisan 1920 tarihli Dahili Nizamnamenin (Mebusan Meclisi İçtüzüğü) değiştirilerek uygulanmasına dair karar, meclisin bir Üçüncü Meşrutiyet parlamentosu atmosferinde açıldığına işaret etmektedir. Ancak bu meşrutiyet, meşruiyetini monarktan değil, irade-i milliyeden almaktaydı. 

Bu meclis, “bu kerre intihap olunan azalarla, İstanbul mebusanından iltihak eden azalardan” oluşmaktadır. Bu konuda bir TBMM kararı mevcuttur. Yani, meclis kendi üyelerinin kimlerden oluştuğunu kendisi tanımlamıştır. İlk toplantısında 115 üye hazır bulunan Meclis, 66 seçim  dairesinden gelen yeni beşer üye ile  kalabalık bir heyet haline gelecektir. Verilere göre 1920 yazında Ankara’da  360 civarında  mebus bulunduğu tahmin  edilmektedir. İstifalar ve Nisab-ı Müzakere Kanunu gereği memuriyeti tercih edenler olduğundan müzakerelere eylemli olarak katılanların sayısı çoğunlukla 200’ün altında gerçekleşmiştir.

Bu üçüncü Meşrutiyet parlamentosu görüntüsü 20 Ocak 1921 tarihe kadar gittikçe zayıflayacak, ortaya çıkan iradenin  daha radikal  olduğu anlaşılacaktır. Bu bir mebusun ağzından “İhtilal Hükümeti’nin Kanun-ı Esasisi yoktur” ifadesiyle somutlaşacaktır.

Ortaya çıkan siyasal rejimin köşe taşlarını Nisab-ı Müzakere Kanunu (Meclisin toplanma ve karar yetersayısı) İcra Vekillleri Heyeti’nin seçimi ve yetkileriyle ilgili 3, 47 ve 244 sayılı kanunlar ve Teşkilatı Esasiye Kanunu oluşturacaktır. 

YENİ TÜRKİYE DEVLETİ’NİN ANAYASASI: TEŞKİLAT-I ESASİYE KANUNU

Anayasa ile sonuçlanacak süreç Büyük Millet Meclisi’nin Şekil ve Mahiyetine Dair Mevaddı Kanuniye olarak ilk defa 1920 yazında gündeme gelmiş,  genel kurulda tartışmalara yol açmış ve 22 Ağustos 1920 tarihli oturumda tasarı reddedilmişti.

Halk Zümresi’nin sol inisiyatifini durdurmaya yönelik bir tasarı olarak ele alabileceğimiz hükümet layihası 18 Eylül 1920 tarihinde  genel kurulun bilgisine sunulmuştu. Meclis bir karma komisyon oluşturarak öneri üzerinde çalışmaya başladı. 

Hükümet layihasında “Maksat ve Meslek” başlığını taşıyan ilk dört madde, TBMM beyannamesine dönüştü. Bu şekilde kabul ve ilan edildi. TEK’in beyanname kısmı anti-emperyalist bir bildiri niteliğindedir. Halkçılık programı gibi beyanname de kurucu unsur olarak artık “ahaliyi İslamiye” veya “ekser İslam ahali” ifadeleri yerine Türkiye halkından söz etmektedir. 

Anayasa  tasarısı 27.10.1920 ile 20.01.1921 tarihleri arasında (95-135. içtimalarda) müzakere edilmiştir. Heyeti Vekile’den gelen kanun layihası komisyonda ve genel kurulda önemli değişikliklere uğramış, 23 madde ve bir ayrı madde (madde-i münferide) ile anayasacılık tarihimizde derin izler bırakan bir anayasa olmuştur. 1921 TEK, mevaddı esasiye başlığı altında dokuz maddeyi içermektedir. Bu maddeler, rejime ilişkin maddelerdir. Geri kalan maddeler ise genel olarak idareye ayrılmıştır. Bu ayrımda vilayet, kaza, nahiye ve umumi müfettişlikler (bölge valiliği) ele alınmaktadır. 

İlk dokuz madde, eski rejimden kopuşu apaçık ortaya koyar. Burada kuvvetler birliği ve meclis üstünlüğü ilkesinden söz edilir. 1. Madde’deki “Hâkimiyet bila kaydü şart milletindir,” ifadesi, monarkla iktidarın paylaşıldığı meşrutiyetin artık olmadığını kanıtlar niteliktedir. Bilindiği gibi Kanun-ı Esasi rejiminde hâkimiyet seçimlere ve parlamentoya rağmen padişahtadır. Burada monark (padişah) iktidarının bir kısmını seçilmişlerle paylaşmaktadır. Oysaki TEK, “idare usulü(nü), halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesine” dayandırmaktadır. 

2. Madde ise “icra kudreti ve teşri salahiyetini” Büyük Millet Meclisi’ne vererek bütün devlet erkleri konvansiyonda temerküz ettirilmiştir. Heyeti Vekile layihasının 8. Maddesi’nde anlamlı bir şekilde “Türkiye Halk Hükümeti”nden söz edilmektedir. Bu ifade güçlü sol çağrışımları olan bir ifadedir. Bu ifade, komisyon layihasında korunmuştur.  Ancak yasanın müzakerelerinde bu ifadenin çıkarılarak Türkiye Devleti ifadesinin konulduğunu görüyoruz. Bunun arkasında dönemin Bolşevizm rüzgârları aranabilir. Belki de meclis, Ankara rejimin sınırını bu şekilde çizmeyi tercih etmiştir. Burada artık bir hükümetten değil, devletten söz edilmektedir. Bu devlet, Osmanlı toprakları üzerinde kurulmuş yeni bir devlettir. 

Bu yeni devletin doğuşuna ilişkin tereddütler 307 ve 308 sayılı TBMM kararları ile aşılacaktır. Bu kararlar, “O zamandan beri Osmanlı İmparatorluğu tarihe intikal etmiş olup yerine yeni ve milli bir Türkiye Devleti’nin kaim olduğunu” ve “TBMM’nin Hukuku Hâkimiyet ve Hükümraninin (egemenlik) Mümessili Hakikisi olduğunu” ilan edecektir.

Burada üzerinde önemle durulması gereken bir başka husus, hükümet tasarısının 13. maddesi’dir. Bu maddede önerilen sistem meclis tarafından reddedilmiştir. Heyeti Vekile bu madde ile bir “Musaggar Meclis (küçültülmüş) formülasyonu” ortaya atmıştır. Buna göre, Meclis yasama döneminin ilk dört ayından sonra, gizli oylama ile sülüsünü (üçte birini) tefrik ederek, sülüsana (2/3) izin verecektir. Bir sonraki döneme kadar, üçte bir üye mecliste kalarak tam yetki ile yasama faaliyetine devam edecekti. Yani Meclis, her toplantı yılının başında bir Büyük Kongre niteliğini taşıyacaktı. Bu öneri, Osmanlı parlamentosunun izlerini taşımaktadır. Bilindiği gibi Mebusan Meclisi Kasım- Mart arası dönemde çalışan ve devlet başkanı tarafından toplantıya çağrılarak gerektiğinde feshedilebilen bir kurumdu. Oysaki TBMM’nin kurtuluşa kadar sürekli toplantı  (müstemirren in’ikad) halinde olacağı kararlaştırmıştı. Sürekli toplantı halinde olan, yasama ve yürütmeyi elinde toplamış bir meclisin böyle bir öneriyi kabul etmesi eşyanın tabiatına aykırıydı. Öneri reddedildi. 

Seçim ve temsil konuları müzakerelerde  çok önemsenmiştir. Temel mevzuat  İntihab-ı Mebusan Kanunu’dur.  Mehmet Vehbi Bolak’ın  ifadesiyle TBMM hem meclisi müessisan hem de meclisi mebusan niteliğindeydi. Üyeler müdafaa-i hukuk örgütleri ve mahalli idare meclisleri tarafından seçilmişlerdi. Seçim mazbatalarındaki vekâlet ilişkisi ilk meclis için böyle kurulmuştu. 

Birinci Meclis, Halkçılık gereği seçimleri daha temsili ilkelere bağlamak istedi. Bunun o dönemde çok revaçta olan “temsili mesleki” ile mümkün olacağı kanaati yaygındı. Meclisi bir çeşit meslekler korporasyonu olarak tasavvur eden görüş `tartışıldı. Öneri kabul edilmedi. Bolu mebusu Tunalı Hilmi Bey’in “Şuradan Şuraya” seçim olarak tanımladığı sistemde kabul görmedi. Tunalı’nın önerisi Bolşevizm etkisinden mi yoksa aşağıdan yukarıya doğru demokrasinin bir yöntemi olarak mı gündeme getirdiği tartışılabilir. Sonuç itibariyle Teşkilat-ı Esasiye Kanunu “Büyük Millet Meclisi âzasının her biri kendini intihap eden vilâyetin ayrıca vekili olmayıp umum milletin vekilidir” hükmü ile genel temsil ilkesini benimsedi.  

TEŞKİLAT-I ESASİYE KANUNA GÖRE VİLAYET VE NAHİYE İDARESİ 

1921 Anayasasında idarede ciddi epistemolojik bir kopuş görülür. Bu anayasa Osmanlı-Türk anayasacılık tarihinde görülmemiş ölçüde ademi merkeziyetçidir. 1921 Anayasası ile birinci meclis bir taşra demokrasisi kurmak istemiştir. Bu dönemde anayasadan daha fazla müzakere edilen ama dönem sonunda kadük olan İdare-i Nevahi Kanunu layihası çok anlamlı bir girişimdir. TEK, sadece vilayet ve nahiyeye tüzel kişilik tanımış ve yetki genişliği (tevsi-i mezuniyet) delegasyonu yapmıştır. Kazayı (ilçe) mülki idare birimi saymıştır. TEK’in öngördüğü vilayet, Cumhuriyet Dönemi’nin vilayet idaresi gibi değildir. Diğer anayasalarımızda olduğu  gibi 1921’de de vali devletin temsilcisidir. Vali, “devletin umumi vezaifi ile mahalli vezaif arasında tearuz vukuunda müdahale etmekle” yetkilendirilmiştir. 

Vali, vilayet şûrasının başkanı değildir. Şûra kendi üyeleri arasından başkanını seçer. Vilayet yönetimine ilişkin geniş yetkiler öngörülmüştü: Komisyondan gelen  tasarı, “Vilayet, mahalli umurda manevi şahsiyeti ve tam muhtariyeti haizdir.” İfadesini içeriyordu. Fakat tam muhtariyet ifadesi kuşkuyla karşılandı. Bir idarenin “tam muhtariyeti” haiz olması, bağımsız, müstakil olması anlamına gelirdi. O nedenle tam ifadesi muhtar ifadesiyle değiştirildi. 

Müzakereler sırasında, ademimerkeziyetçi delegasyonlara kuşkuyla bakan bir çok  mebus vardı. Örneğin Bursa mebusu Operatör Emin Bey “Halka alelacele tüm idari yetkilerin devredilmesi iyi netice vermez. Halkımızı def’aten böyle serbest bırakırsak zannederim pek musib olmaz,” derken ona Tokat mebusu Rıfat Bey “Tevsi-i mezuniyetin fazlası fayda getirmez,” sözleriyle katılmaktaydı. Bazı milletvekilleri ise Türkiye’de bu kanunla binlerce  müstakil hükümet (komün)  teşekkül eder diyerek endişelerini dile getirmişlerdir.

Bu kanun öncesinde büyük vilayet ve ona bağlı sancaklar lağvedilerek bütün müstakil livalar (mutasarrıflıklar) vilayet yapılmıştır. Böylece milli mücadele döneminin vilayetleri görece küçük vilayetler olmuştur. Birçok müstakil sancağın vilayet yapıldığına dair meclis kararları tutanaklarda görülebilir.

Bu arada daha sonra unutulmuş bir  konuya da burada değinmek gerekir.  Birinci Meclis döneminde iki önemli yasa tasarısı daha mevcuttur. Bunlar sırasıyla “İçtimai Teşkilatlanma Kanunu” ve Nevahi Kanunlarıdır. İçtimai Teşkilatlanma Kanunu ile çatışmacı olmayan, sınıf mücadelesini , korporatif  birlikçilik ile gidermeye çalışan bir görüş ortaya atılmıştı. Bunun Gökalp solidarizmi ile bağlantıları araştırmaya değer görünüyor.

Nahiye idaresi özel olarak ele alınmış bir konudur. İdare-i Nevahi Kanunu layihası çok uzun süre müzakere edilmiş,   yasama döneminin sonuna kadar yasalaşmadığından kadük olmuştur.  Aslında TEK, komün (nahiye)  temelinde bir idari yapı kurmak istemiş, bunu halkçılığın gereği saymıştı. Komisyon mazbatasında nahiye, cüz-ü tamm-ı idari (en küçük birim) olarak  görülürken, TEK, 16. maddesi ile nahiyeyi “hususi hayatında muhtariyeti haiz bir manevi şahsiyet” olarak tanımlamıştır.  

Vilayet şûrasında olduğu gibi nahiye şûrası da seçimli üyelerden oluşacaktır. Nahiye şurası sürekli bir idare heyeti ile nahiye müdürü seçecektir. Burada vurgulanması gereken husus, 20. madde uyarınca nahiye yönetiminin kazai, iktisadi, mali salahiyati haiz olmasıdır. Fakat bu yetkilerin sınırı (derecatı) kanunu mahsus (özel kanun) ile tespit edilecektir. 

Nahiye, kasabalar veya köyler birliği olarak düşünülmüştür. Fransız kamu yönetimi konusunda uzman olan Zekai Bey “Fransa’da XVII. yüzyıldan beri beş haneli bir köy de Paris de bir komündür,” demekte, bütün yerleşim birimlerinin komün temelinde örgütlenmesini savunmaktadır.

TEK, ademimerkeziyeti bu şekilde ele almışsa da merkezkaç eğilimleri önlemek üzere, umumi müfettişlikler kurmuştu.  22. ve 23. maddeler umumi müfettişliklerin nasıl kurulacağını düzenlemekteydi. Ancak bu maddelerde merkezi devlet, mahalli idareler ve umumi müfettişlikler arası ilişkilerin iyi tanımlandığı söylenemez. Müfettişliklerin Osmanlı’nın Anadolu ve Rumeli müfettişlikleri gibi bir üst denetim organı mı yoksa bir koordinasyon otoritesi mi olduğu açık değildir. Meclis bu konuda yasal bir düzenleme de yapmamıştır. Fakat 1924 Anayasası döneminde (1927-1952 arasında) umumi müfettişlikler vardır. Ancak bu sıkıyönetimi ikame eden bir Doğu illeri özel yönetimidir. Bir çeşit olağanüstü hal bölge valiliğidir.

1921 ANAYASASINA GÖRE MECLİS, MECLİS BAŞKANI, HÜKÜMET 

Osmanlı parlamentarizmi meclisin yürütme tarafından feshi ilkesini içeriyordu. Son üç Osmanlı padişahı da bu yetkisini  kullanmıştır. Bu nedenle Türk Devrimi’nin temellerinden biri meclisin istimrar ve feshedilemezlik ilkesidir. Bunun yanı sıra TEK, yasama vekâleti müddetini iki yıla indirdi. Bu vekil-müvekkil ilişkisini daha da yakınlaştırmak anlamına geliyordu. Birinci Meclis bunu halkçılık gereği olarak düşünmüş olmalıdır. TEK genel temsil teorisini benimsiyor, Meclisin Kasım başında kendiliğinden toplanma ilkesini getiriyordu. Bunlar hiç kuşkusuz çok radikal değişikliklerdi. 

Fakat seçimlerin yenilenmesi, sadece birinci meclis için bir ek maddeye bağlanmıştı. Buna göre bu meclis kurtuluşa kadar çalışmalarına kesintisiz (müstemirren) devam edecek, gayenin husulüne kadar görevde kalacaktı. Gayeye ulaşıldığına üye tamsayısının üçte ikisi ile karar verildiğinde seçimler yenilenecekti. 

Bilindiği gibi Birinci Meclis basit çoğunlukla seçimleri yenileme  kararı almıştır. İlgili  meclis kararı “Tecdidi intihabat karargir oldu” şeklindedir. Bu kararla meclis, basit çoğunlukla yürürlüğe koyduğu anayasanın bir hükmünü yine basit çoğunlukla değiştirmiştir. Bu örnekte olduğu üzere, basit çoğunlukla karar alma, yasa ve anayasayı  değiştirme  gücü birinci meclisin kurucu ve ihtilalci karakterine işaret eder. 

TEK 9. Maddesi ile meclis başkanının özel konumunu düzenler. Meclis başkanvekillerinin tersine başkan bir seçim  devresi için seçilmiştir. Yani 1. Dönem’de meclis başkanı ikinci döneme kadar başkandır. Mustafa Kemal Paşa’nın 24 Nisan 1920 günü 115 oyla (katılanların ittifak oyuyla) getirildiği başkanlık konumu dönem sonuna kadar devam etmiştir.  Meclis hem yasama hem yürütme erklerini mündemiç olduğundan başkan her iki erkin de başkanıdır. “Bu sıfatla meclis namına imza vazına ve Heyeti Vekile mukarreratını tasdike salahiyattardır,” ifadesi fiili devlet başkanlığı yetkisine işaret eder. Bu yetki, elçi kabul etmek, göndermek, hükümet kararlarını onaylamak gibi işlevleri yerine getirmekle sonuçlanır. TBMM başkanı meclis namına imza vazederek yasamanın başkanlığını, Heyeti Vekile mukarreratını tasdik ederek yürütmenin doğal başkanlığını yürütür.

İcra Vekilleri Heyeti’nin kendi içlerinden seçtiği başkan ise Cumhuriyet’in başbakanı değildir. O bir müzakere başkanıdır. Diğer vekiller arasında prima enter pares değildir. 244 sayılı yasayla Rauf Orbay’ın  İcra Vekilleri Heyeti başkanı seçilmesine kadar TBMM Hükümeti bu yapıyı  korumuştur.  

TARTIŞMA 

Türkiye’de zaman zaman alevlenen 1921 ve 1924 anayasaları tartışması olur. Örneğin Türkiye’de sağ kesim 1924 anayasasını kendi çoğunlukçu demokrasi anlayışlarını meşrulaştırmak için kullanır. AKP iktidarı öncesinde Bayar, Menderes, Özal bu çizginin ana aktörleri olmuşlardır. 1921 anayasası tartışmalarında-esas itibariyle- iki mahfel vardır. bunlardan ilki, kendilerini sol-liberal çevre olarak tanımlayan-Özal döneminde zuhur eden sabık Marksistler-ikinci cumhuriyetçilerdir. 

Bunlar, Türkiye’nin 1921 anayasası ile demokratik bir yola girdiğini, cumhuriyetin ulus devlet inşa sürecinde bu  yoldan çıkarak otoriter bir rejim kurduğu tezini  öne sürerler. İkinci mahfel ise, etnik Kürtçü partilerdir. Onlara göre de 1921 Anayasasında Kürtlere özerklik vaat edilmiştir. Ama sonunda Kemalistler, kurtuluş savaşı boyunca ittifak ettikleri Kürtlere vaatlerini tutmamış, asimilasyon politikasına yönelmişlerdir. Her iki  eleştirinin temelinde Kemalizmin Türkiye’de yanlış bir cumhuriyet kurduğu varsayımı vardır. 

Öyle sanıyorum ki yukardaki ayrımlarda milli kurtuluş önderliğinin devleti nasıl kurduğu yeterince açıklanmıştır. Anayasada neyin olduğu/olmadığı aydınlanmıştır. Daha ilk bakışta anlaşılacağı üzere, Anayasanın asıl önemli bölümü temel esaslar (mevadd-ı esasiye) kısmıdır. Bu fasıl var olan devleti tanımlamaktadır. Burada eski rejimden  kopuşu görürüz. İlk dokuz maddede devlet erkleri (icra kudreti-teşri salahiyeti) hiçbir tereddüte mahal bırakmayacak şekilde tanımlanmıştır. Bunu idare başlığı takip eder. Bu fasılda geleceğe projeksiyon vardır. Kısmen var olan bu idarelerin yetkileri çıkarılacak özel kanunlarla (Büyük Millet Meclisince vaz edilecek kavanin mucibince) düzenlenecektir. TEK muhtariyeti belli  bir bölge  için değil bütün vilayetler için öngörmüştür. Özerkliğin  sınırı ise, “mahalli umurda ve hususi hayatta muhtariyet” olarak çizilmiştir. Anayasanın koyduğu bu yerel yönetim ilkeleri, merkezi idareye özgülenen yetkilerin harici ve dahili siyaset, şer'i, adlî ve askerî umur, beynelmilel iktisadî münasebat ve hükümetin umumi tekâlifi (İç ve dış siyaset, şeri, adli ve askeri işler, uluslararası  iktisadi ilişkiler,  genel vergilendirme) olduğu dikkate alınarak anlaşılabilir. Sonuç itibariyle, kuvvetler birliği ve meclis üstünlüğüne dayanan bir siyasal rejimde muhtariyet siyasi otonomi anlamına gelemez.