Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,2401
Dolar
Arrow
34,4862
İngiliz Sterlini
Arrow
43,5545
Altın
Arrow
2962,0000
BIST
Arrow
9.549

Felaket başımıza gelmeden önlem almayı düşünemiyoruz!

6 Şubat, belki de bugüne kadar yaşadığımız en büyük felaketin yıl dönümüydü.

Ülkenin güneydoğusunu vuran deprem fırtınasıyla on binlerce insanımız hayatını kaybetmiş, Türkiye derinden sarsılmıştı.

Bir yıl sonra küllenmemiş acılarımızla; yöre halkının yağmurda, karda, çamurda, çadır veya konteynırlarda hayata tutunma mücadelesini gözlerimiz dolu dolu izlerken 13 Şubat’ta bu kez Erzincan’daki altın madeninden başka bir facia haberi geldi. 

Maden sahasında, siyanür, sülfür ve ağır metallerin olduğu dev toprak yığını kaydı. 

9 madenci kayan bu toprağın altında kaldı. 

Göçükle beraber çok sayıda zehirli kimyasal içeren milyonlarca metreküp toprak Fırat Havzası’na karıştı.

Hiç lafı uzatmadan söyleyelim.

Bugün Türkiye’yi yönetmekte olan siyasal İslamcı zihniyet, neredeyse bir yıl arayla yaşanan bu iki felakette en büyük sorumluluğu taşıyor.

Altını kalın kalemle bir kez daha çizelim.

Siyasetini inşaat ve rantla finanse ettiğinden depreme yönelik hemen hiçbir önlem almadığı gibi üç, beş gram altın için ülkenin taşını toprağını yabancılara peşkeş çekiyor, yaşadığımız toprakların, içtiğimiz suyun, soluduğumuz havanın kirletilmesine göz yumuyor.

Ancak yakın tarihe baktığımızda da şunu görüyoruz; coğrafyamızdaki doğal felaketlerin önlenmesine ya da sonuçlarına ilişkin hep bir öngörü eksikliğimiz olmuş. 

Yeterli önlemleri almamışız, gerekli kanuni düzenlemelerin yapılması için de mutlaka başımıza bir felaket gelmesini beklemişiz.

Pek bir ders çıkarma alışkanlığımız olmadığı ortada.

Nedendir bilinmez iktidarlar, felaketler başımıza gelmeden, insanlarımız hayatını kaybetmeden, evlerimiz başımıza yıkılmadan önce bir türlü harekete geçmiyor, gerekli kanunları çıkarmıyor, uygulanabilir düzenlemeleri yapmıyor.

Bu konuda jeoloji mühendisi Dr. Hakan Çavaş’ın, siyasi partilere de ilettiği çok güzel bir çalışması var.

Afetler ve kanuni düzenlemeler arasındaki kronolojiyi nedensellik içinde çok güzel ortaya koymuş.

Meseleye gerçekten ilgi gösterenler açısından dikkat çekici bir tablo ortaya çıkmış. 

Özetle aktarmaya çalışalım.

Kayıtlara giren ilk önemli tarih, 14 Eylül 1509. 

Yani İstanbul depremi…

Eldeki verilere göre 7,2 büyüklüğünde olduğu tahmin edilen depremde 4 bin ila 13 bin insan hayatını kaybetti, 10 binden fazlası yaralandı, 109 cami ile yaklaşık bin 70 ev yıkıldı, binlerce yapı ağır hasar gördü.

O dönemdeki nüfusu dikkate aldığımızda bu sayıların çok yüksek olduğunu söyleyebiliriz. 

Depremin ardından yüksekliği bazı yerlerde 6 metreye varan tsunami dalgaları şehrin surlarını aşarak kıyı semtlerinı kırdı geçti.

Halk arasında "Küçük Kıyamet" dedi, etkisi Bolu'dan Edirne'ye kadar hissedildi.

Dönemin Osmanlı Padişahı 2. Beyazıt çıkardığı bir fermanla, yeniden ev yapmak amacıyla aile başına 20 altın bağışta bulundu. 

Harap olan İstanbul’un imarı için 50 bin usta görevlendirildi, 14–16 yaşları arasındaki erkeklerin inşaat işlerinde çalışmaları emredildi, deniz kenarındaki dolgu zeminler üzerinde ev yapmak yasaklandı, ahşap-karkas ev yapımı teşvik edildi.

İstanbul’ da 6 ay gibi kısa bir süre içerisinde iki bin yeni bina yapıldı ve bazı camiler onarıldı.

Tarih kitaplarına baktığımızda Osmanlı İmparatorluğu döneminde meydana gelen büyük afetlerde padişah fermanları ile halka acil yardım ve konut yardımı yapıldığına dair örnekleri görebiliriz.

Ancak devletin tüm bu yardımları, doğal afet zararlarının afetler olmadan önce öngörülmesi, azaltılması ile ilgili değildi. Bunlar, afetler olduktan sonra yapılan yara sarma faaliyetleri olarak neredeyse bugüne kadar sürdü.

Devam edelim.

Sonrasında ilk adım, Tanzimat Fermanı’nın ilanının ardından 1848’de atıldı. 

O yıl çıkarılan “Ebniye Nizamnamesi” ile İstanbul içerisinde yapılaşmalara bazı esaslar getirildi. 1887’de çıkarılan bir başka nizamname ile bu uygulama imparatorluk sınırları içerisinde tüm belediyeleri kapsayacak şekilde yaygınlaştırıldı.

İkinci adım 46 yıl sonra geldi. 

1923’te genç Cumhuriyet, Türkiye ile Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesi ve mübadillerin ülke sınırları içine yerleştirilmesi için İmar ve İskân Bakanlığı’nı kurdu.

Ancak görev alanı sınırlı olan bu bakanlık bir yıl sonra kaldırıldı.

Eksikliği hissedilmiş olacak ki, 1930’da 1580 sayılı “Belediye Yapı ve Yolları” kanunu yürürlüğe girdi. 

Kanunla, belediyelere, yerleşme ve yapılaşmalarla ilgili denetim, ihtiyaç sahiplerine konut inşa etme görevi verildi.

Bunun yeterli olmayacağı 9 yıl içinde anlaşıldı. 

1939’da 3611 sayılı kanunla Bayındırlık Bakanlığı Kuruluş Kanunu değiştirildi, Yapı ve İmar İşleri Reisliği ihdas edildi.

O güne kadar tabiri caiz ise el yordamıyla yürütülen işler, 27 Aralık 1939’da Erzincan’ı vuran 7,9 büyüklüğündeki depremin ardından daha kapsamlı şekilde ele alınmaya başlandı.

17 Ocak 1940’ta, 3773 sayılı “Erzincan’da ve Erzincan Depreminden Müteessir Olan Mıntıkalarda Zarar Görenlere Yapılacak Yapılar Hakkında Kanun”  çıkarıldı.

Erzincan’daki felaketi, 1941, 1942 ve 1943’te Türkiye’nin birçok yöresindeki su baskınları izledi. 

Dönemin hükümeti harekete geçti ve 14 Ocak 1943’te 4373 sayılı “Taşkın Sulara ve Su Baskınlarına Karşı Korunma” adı altında yeni bir kanun çıkardı.

Türkiye’de gerçek anlamda doğal afet zararlarının azaltılmasına yönelik çalışmalar 18 Temmuz 1944’te 4623 sayılı “Yer Sarsıntılarından Evvel ve Sonra Alınacak Tedbirler Hakkında” kanunla başlatıldı.

4623 sayılı kanun çıkarıldığı zaman benzer yasalara sahip olan sadece Japonya, ABD ve İtalya vardı.

Bu kanunla Bayındırlık Bakanlığı ilgili üniversitelerle işbirliği yaparak, 1945 yılında Türkiye’nin ilk deprem bölgeleri haritasını çıkardı. Türkiye Yer Sarsıntısı Bölgeleri Yapı Yönetmeliği veya bugünkü adıyla Afet Bölgelerinde Yapılacak Yapılar Hakkındaki Yönetmelik, hazırlandı. 

1953’te Bayındırlık Bakanlığı Yapı ve İmar İşleri Reisliği bünyesinde Deprem bürosu kuruldu. 

1955’te bu büro DE-SE-YA (Deprem, Seylap, Yangın) şubesi haline getirildi ve doğal afet zararlarının azaltılması çalışmalarını bu şube yürütmeye başladı. 

1956’da 6785 sayılı “İmar Kanunu” çıkarıldı. Bu kanunla, yerleşim bölgelerinin belirlenmesi sırasında doğal afet tehlikesinin ortaya çıkarılması ve fenni mesuliyet sistemi ile yapı denetimi konularına önem ve öncelik verildi.

1958’de 7116 sayılı kanunla İmar ve İskân Bakanlığı yeniden ihdas edildi. 

Bu kanunun en önemli özelliği, o güne kadar afet sonrasında fevkalade tahsisat adı altında Genel Bütçe’den kanunlarla ek ödenek ve her afet için ayrı bir yardım kanununun çıkarılmasının önüne geçmiş olmasıydı. 

Bu amaç için Genel Bütçe dışında bir “Afetler Fonu” oluşturuldu.

Afetler, 1968 – 1971 yılları arasında Türkiye’nin yakasını bırakmadı.

1968’de Amasra-Bartın, 1969’da Demirci ve Alaşehir, 1970’te Gediz, 1971’de 15 gün ara ile Burdur ve Bingöl depremleri meydana geldi.

27 bin yapı yıkıldı veya ağır hasar gördü. Bu aynı zamanda büyük bir maddi kayıptı ve para meselesinin bir şekilde kalıcı olarak çözülmesi gerekiyordu.

1972’de 1571 sayılı “Bazı Tekel Maddeleri Fiyatlarına Yapılan Zamlardan Elde Edilen Hâsılatın T.C. Merkez Bankası’nda Açılacak Bir Deprem Fonu Hesabında Toplamasına Dair Kanun” çıkarıldı. 

Bir deprem fonu oluşturuldu. 

Bununla ilgili 1981’de 2479 sayılı, 1985’te 3177 sayılı, 1995’te 4133 sayılı kanunların bazı maddeleri değiştirildi veya bunlara bazı maddeler eklendi.

1992’deki depremin beş ay sonrasında 3838 sayılı “Erzincan, Gümüşhane ve Tunceli İllerinde Vuku Bulan Deprem Afeti ile Şırnak ve Çukurca’ da Meydana Gelen Hasar ve Tahribata İlişkin Hizmetlerin Yürütülmesi Hakkında Kanun” çıkarıldı.

1995’te de 4123 sayılı “Tabii Afet Nedeniyle Meydana Gelen Hasar ve Tahribata İliştin Hizmetlerin Yürütülmesine Dair Kanun” yürürlüğe girdi. 

Ancak acele ile hazırlandığı için 3838 sayılı kanunun bütün maddelerini kapsayan bu kanun, 1995’teki Dinar depreminden sonra, 4133 sayılı kanunla değiştirildi. 

17 Ağustos 1999’da 7,4 büyüklüğünde deprem Marmara’yı vurdu. Türkiye o döneme kadar yaşamadığı ölçüde büyük felaketle karşı karşıya kaldı. 

Hükümet hızlıca harekete geçti ve 10 gün sonra 4452 sayılı “Doğal Afetlere Karşı Alınabilecek Önlemler ve Doğal Afetler Nedeniyle Doğan Zararların Giderilmesi İçin Yapılacak Düzenlememler Hakkında Yetki Yasası” çıkarıldı.

21 Mart 2000’de 2000/9 sayılı Başbakanlık Genelgesiyle, Ulusal Deprem Konseyi’nin kurulması öngörüldü.

Kronoloji bugüne kadar uzanıyor ve raporda dikkat çekici çok sayıda ayrıntı bulunuyor.

Ezcümle bu rapor, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bugüne kadar deprem ve sel gibi doğal felaketler meydana gelmeden neredeyse önce hiç önlem alınmadığını söylüyor. 

Ne zaman ki, doğal felaketler yaşanmış, iktidarlar o zaman kanun çıkararak, yeni düzenlemeler yaparak açılan yaralara merhem olmaya çalışmış.

Öngörü yoksunluğundan ya da uzun vadeli yaklaşımlar yerine günü kurtarma çabasından olsa gerek, Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu gerçeğinden hareketle kimse rasyonel projeksiyonlar üzerinden siyaset geliştirme ihtiyacı hissetmemiş!

Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün, “En hakiki mürşit ilimdir” sözünü bir kez daha hatırlamakta yarar var. Aklın ve bilimin rehberliğinde rasyonel öngörülerle hareket etmediğimiz, her felaketin ardından günü kurtarmaya çalışıp sonuç odaklı önlemlere yönelmediğimiz sürece toplum olarak fatura ödemeye devam edeceğiz gibi görünüyor.

Raporu, incelemeyi sürdüreceğiz diyerek yazımıza noktayı koyalım.